
jackjack
Üye
Senaryo Yazım Tekniği (faydalı Bir Yazı)
SENARYO YAZiM TEKNiĞi
Aristoteles'in (M.Ö. 382-321) "Poetika"sı düşünce tarihinde sanat olayını inceleyen ilk eser sayılabilir. Aristo'dan önce hocası Platon'un da eserlerinde sanat ve güzellik konusunda önemli düşünceler geliştirdiği bilinmektedir. Ancak bu düşünceler metafizik bir karakter taşırlar. Platon'un idealist felsefesinin etkisi altındaki bu düşüncelere göre, "güzel-idea'sı var olduğu içindir ki, bu idea'dan pay alan nesneleriyle sanat eserlerinin güzelliğinden söz açılabilir". Aristoteles ise böyle aşkın bir güzellik idea'sını kabul etmez. Ona göre "güzellik idea'sı var olduğu için güzel bulduğumuz nesnelerle sanat eserleri bir varlık kazanmıyorlar, tersine sanat eserleri var oldukları içindir ki, güzellik kavramından söz açabiliyoruz, Aristoteles'in çıkış noktası, metafizik, aşkın bir güzellik idea'sı değil...".
Aristoteles'in Poetika'sının, modern deyimiyle estetik'inin temel karakteri, onun bir sanat varlıkbilimi / ontolojisi olmasıdır. Bununla birlikte Aristoteles bu sanat varlıkbilimini sonuna kadar götürmemiş ve estetiğin bağımsız bir felsefe disiplini olarak kuruluşu ancak on sekizinci yüzyılın ortalarında gerçekleşmiştir.
Aristoteles Potika'da genel bir Poetika (estetik) ile değil de, daha çok edebiyat sanatı ve dil sorunlarıyla uğraşmıştır. Bunlar da bize eksik olarak kalmış bulunuyorlar. Bununla birlikte Aristoteles'in sanat eserinin varlığını açıklarken öne sürdüğü kategoriler, bugün bile sanat eserlerine uygulanabilir. Poetika yüzyılların sanat görüşlerini belirlemiş, estetik tarihi yönünden çok önemli olan bir eserdir. Aristoteles'in Poetika'da Tragedya ve genel olarak dram üzerine söyledikleri oldukça ilgi çekici ve önemlidir.
POETİKA'dan özetler
Epos (epik şiir), tragedya, komedya gibi sanatların büyük kısmı taklide (mimesis) dayalı sanatlardır. Yani mimetik sanatlar. Ancak bu sanatlar pek çok ortak özelliklerine rağmen, bazı bakımlardan birbirlerinden ayrılırlar.
1. Taklit etmede kullanılan araç
2. Taklit edilen nesne
3. Taklit tarzı
Taklit etmede kullanılan araçlar; renkler, figürler, sesler, mısra ölçüsü, ritim, melodi ve harmonidir. Bir sanat dalı bunlardan birini ya da birden fazlasını taklit aracı olarak kullanabilir. Tragedya ve Komedya ritim, melodi ve mısra ölçüsünü belli bölümlerinde kullanır.
Taklit edilen nesneler öykü, düşünce ve karakter olarak temsil edilen her şeydir. Taklit edenler hayatın içinde iyi'yi ya da kötü'yü taklit ederler. Tragedya ve Komedya arasındaki ayrılık bu noktada ortaya çıkar. Tragedya ortalamadan daha iyi karakterleri (soylular), komedya ise ortalamadan daha kötü karakterleri taklit etmek ister.
Tek tek nesnelerin taklit edildiği tarz da mimetik sanatları birbirinden ayıran bir başka boyuttur. Aynı taklit araçlarıyla aynı nesneler farklı olarak taklit edilebilirler. Taklit tarzı, hikaye etme ya da eylem içinde temsil etme gibi tarzlardır. Hikaye eden kendi adına hikaye edebileceği gibi, başkası adına da hikaye edebilir. Hareket halinde ve eylem içinde (drontas) bulunan kişileri taklit etme de bir tarzdır ve drama olarak adlandırılabilir.
Şiir sanatı (Aristoteles'in burada Tragedya ve Komedya'yı da genel olarak şiir sanatı altında sınıflandırdığını hatırlatmak gerekir) varlığını insan doğasında bulunan iki temel nedene borçludur: Taklit içgüdüsü ve taklit ürünlerinden hoşlanma. İnsanların hepsinde taklit etme yönünde içgüdüsel bir eğilim vardır. Doğayı, başkalarını vs. taklit ederler ve taklit yeteneği ile birbirlerinden ayrılırlar. Bunun yanında taklit ürünlerinin hepsi insanların hoşlanma duygusunu harekete geçirir. Gerçek yaşamda görmeye dayanamadığımız, tiksinti duyduğumuz şeylerin resmine bakmaktan hoşlanabiliriz. Taklit ürünlerinden hoşlanma onların tanıdığımız bir şey olmalarından kaynaklanır. Tanımadığımız şeyleri de teknik yetkinliği, renk vs. gibi araçları iyi kullanmış almasından dolayı beğenebiliriz.
Tragedya
Hem Tragedya hem de Komedya uzun uzun üzerinde düşünmeden yapılan şiir denemelerinden ortaya çıkmıştır. Koro ve şarkılardan geliştirilmiştir.
Tragedya bu şiir denemelerinden sonra varılan her bir gelişme basamağının yetkinleştirilmesiyle yavaş yavaş şekil kazanarak özüne en uygun biçimi almıştır.
Tragedya başlangıçta bir oyuncu ve koro ile beraber sahneye konulurken daha sonra iki oyuncu yer almaya başlamış ve koronun rolü azaltılarak diyalog öne çıkarılmıştır.
Daha sonra Sophokles oyuncu sayısını üçe yükseltmiş ve sahne dekorasyonunu da Tragedyaya sokmuştur.
Zamanla dar hikayelerden daha uygun genişlikteki hikayelere geçilmiş ve episodların sayısı artırılmıştır.
Komedya
Soylu olmayan ve ortalamanın altındaki kişileri anlatan Komedya'da genellikle kötü karakterlerin taklidi yapıldığı halde bu bir zorunluluk değildir. Gülünç olma yeterli kriterdir. Çünkü gülünç olmak soylu olmamak anlamına gelir.
Komedyanın evrimi biraz da böyle, ortalamanın altındaki kişilikleri anlatan bir tür olmasına bağlı olarak karanlıkta kalmıştır. Çünkü Komedya, üzerinde çalışmaya ve incelemeye değer bulunmamıştır. Maskeleri ya da Önsöz'ü komedyaya kimin soktuğu, oyuncuların sayısını kimin artırdığı ve diğer yenilikleri kimin ve ne zaman yaptığı bilinmemektedir.
Komedya ile ilgili bilinen bir şey başlangıçta yaygın biçimde kullanılan jambik (karşılıklı alay etmeye dayalı gündelik konuşma) biçiminden zamanla uzaklaşılarak genel konuların dramlaştırılmasına geçilmiş olmasıdır.
Epos
Epos (epik şiir) ölçülü sözler kullanarak, ciddi konuları taklit etmesi bakımından tragedyaya benzer. Ancak farklı bir ölçü (vezin) ve öykü biçimi kullanmasıyla da tragedyadan ayrılır.
Epos'un bir de zaman'la ilgili bir farklılığı vardır. Tragedya güneşin doğuşundan batışına kadar geçen zaman süresi içinde tamamlanır. Epos'ta böyle bir zaman sınırlılığı yoktur.
Tragedya aslında bir anlamda epik şiiri de içerir. Tragedyayı iyi bilen biri, epik şiiri de bilir ancak epik şiiri iyi bilen birinin tragedyayı da iyi bilmesi beklenemez.
Tragedyanın Ögeleri
Tragedya ahlaksal bakımdan ciddi, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir hareketin taklididir. Sanatça güzelleştirilmiş bir dili vardır. İçine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır. Hareket eden kişilerce (oyuncular) temsil edilir. Salt bir öykü (mythos) değildir.
"Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis)".
Buna göre tragedyanın altı ögesi vardır. Bu ögeler bir şiir türü olarak tragedyanın farkını da belirginleştiren ögelerdir.
1. Öykü
2. Karakterler
3. Dil
4. Düşünceler
5. Dekorasyon
6. Müzik
Bunlardan dil ve müzik taklit araçlarıdır. Dekorasyon taklit tarzıdır. Öykü, karakter ve düşünceler taklit nesneleridir. Bunları yalnız bazı tragedya ozanları değil bütün tragedya ozanları kullanırlar. Burada en önemli olan şey olayların birbirleriyle bağlanmasıdır. Çünkü tragedya kişilerin değil, tersine onların hareketlerinin, mutluluk ve felaket içinde geçen bir hayatın taklididir.
Hareket olduğundan dekorasyon önemlidir. Daha sonra müzik ve dil gelir. Burada dil, sözcüklerin ölçüye sokulmuş bir düzenini ifade eder.
Tragedya bir hareketin taklidi ise karakter ve düşünce çok önemlidir. Bunlar trajik hareketin iki temel motifidir. Bu iki motif sonucu kişiler ereklerine (mutluluğa) ulaşırlar ya da ulaşamazlar.
Tragedya ozanları hareket eden kişileri ortaya koyarken karakterleri taklit amacını gütmezler. Tersine onlar hareketlerden ötürü karakterleri de birlikte ortaya koyarlar.
Hareket (aksiyon ) ve öykü tragedyanın son ereğidir. Karaktere dayanmayan tragedya olabildiği halde, bir öyküsü olmayan (harekete dayanmayan) tragedya olmaz.
Bir ozan karakterleri belirten tiradları, onlara uygun bir dil anlatımı ve düşünceler içinde sıralamakla tragedyanın ödevini yerine getirmiş olmaz. Bütün bu ögeler yönünden zayıf olan fakat bir öyküsü (mythos) bulunan ve olayların (uygun ve doğal) bağlılığına dayanan bir tragedya, öbüründen çok daha üstün olan bir tragedyadır.
Özetlersek, bir hareketin taklidi öyküdür (mythos). Öykü deyince olayların örgüsü; karakter deyince hareket eden (eylemde bulunan) kişilere yorduğumuz özellikleri, düşünce deyince de kendisiyle konuşanların bir şey kanıtladığı ya da genel bir gerçeğe anlatım verdikleri şeyi anlıyoruz. Başka bir deyişle düşünce, koşulların emrettiği ve ona uygun şeyleri söyleme ve tartışma yetisidir.
Tragedyanın temeli ve aynı zamanda ruhu öyküdür. Daha sonra karakterler gelir Üçüncü olarak düşünceler gelir. Daha sonra sözcükler aracılığıyla birşeyler anlatma anlamındaki "dil" gelir. Sonra müzik vardır. Dekorasyon kuramsal araştırmaya en az elverişli ögedir. Şiir sanatı ile bir iç bağlılığı yoktur. Eserin sahneye konması şiir sanatından çok rejisörlük sanatını ilgilendirir.
Tragedya en büyük etkisini aşağıdaki iki aracı kullanarak gerçekleştirir:
1) Baht dönüşü (peripetié)
2) Tanınma (anagnorisis)
Tragedyada Olaylar Nasıl Örülmelidir?
Tragedya tamamlanmış bütünlüğü olan bir hareketin taklididir; bu hareketin belli bir büyüklüğü (uzunluğu) vardır. Tragedya başı, ortası ve sonu olan bir bütündür. İyi kurulmuş öykülerin ne gelişigüzel başı olabilir, ne de gelişigüzel sonu, tersine baş ve son, bu yaptığımız belirlemelere uygun olmalıdır.
Bir şeyin güzel olabilmesi için gelişigüzel olmayan bir büyüklüğünün de olması gerekir. Aynı biçimde, iyi bir öykünün de anımsama gücünün kolayca saklayabileceği belli bir uzunluğu olmalıdır. Uzunluğun özünden doğan sınırlama şudur: Kavranabilir bir uzunlukta olan bir öykü her zaman diğerlerinden daha üstündür. Kural olarak bunu şöyle anlatabiliriz. En uygun uzunluk, bir hareketin olasılık (ihtimaliyet) ya da zorunluluk yasalarına göre nasıl geliştiğini, felaketten mutluluğa ya da mutluluktan felakete geçişin nasıl oluştuğunu içine aldığı olaylar çerçevesi içinde gösterebilen uzunluktur.
Öykü birlikli ve tamamlanmış bir hareketin taklidi olmalıdır. Olayların parçaları da, onlardan birinin yerinin değiştirilmesi ya da çıkarılması halinde bütünün ortadan kalkacağı, parçalanacağı şekilde bir bağlılık içine konmalıdır. Çünkü varlığı ya da yokluğu fark edilmeyen şey bir bütünün (temel) parçası olamaz.
Bütün bunlardan çıkan şey, ozanın görevinin gerçekten olan şeyi değil, tersine, olabilir olan şeyi, yani olasılık yahut da zorunluluk yasalarına göre mümkün olan şeyi anlatmak olduğudur. Bununla birlikte konuları korku ve acıma duyguları yaratan bir biçimde ele almak gerektiği için, olayların beklenmedik bir biçimde birbirlerini kovalamasından ortaya çıkan etkiden de yararlanılmalıdır. Yani olağanüstü gelişmelerden de uygun biçimde yararlanmak tragedyanın en etkili ögesidir.
Bütün bu yukarıda sayılanlar tragedyanın nitel ögeleridir.
Tragedya ödevini nasıl gerçekleştirir?
Trajik öykünün düzenlenmesi nasıl olmalıdır? Yani tragedya amacına uygun bir biçimde nasıl düzenlenmeli ve nelerden kaçınmalıdır?
-Tragedyanın korku ve acıma duygularını harekete geçirebilmesi için kuruluşu yalın değil karmaşık olmalıdır. Buna göre de tragedya ozanı ne erdemli kişileri mutluluktan felakete düşmüş olarak göstermeli (çünkü bu korku ve acıma duygularını uyandıramaz, ancak öfke duyulmasına yol açar) ne de kötü kişileri felaketten mutluluğa ermiş olarak göstermelidir. Çünkü böyle bir şey asla trajik olmaz. Tragedyanın hiçbir isteğini yerine getirmez. Bunun yanında tragedya kötü kişileri mutluluktan felakete düşmüş olarak da göstermemelidir. Çünkü bu her ne kadar adalet duygusunu tatmin etse de korku ve acıma duygusunu uyandıramaz. Çünkü acıma ancak, hak etmediği halde ıstırap çeken kişiye karşı hissedilir. Korku da ancak ıstırap çekenle kendi aramızda bir benzerlik hissettiğimiz de ortaya çıkan bir şeydir.
Bu durumda geriye yalnızca bir kişi kalıyor. Tragedyanın anlatacağı kişi bu yukarıda anlatılan iki tipin ortasında bulunur. Ne ahlaksal yeti, ne adalet bakımından, ne kötülük ve ahlak düşüklüğü yönünden olağanüstüdür. Tersine o, onurlu ve mutlu bir yaşamı olan ancak olağanüstülükten uzak bir kahraman olmalıdır.
-İyi örülmüş bir öykünün çift yanlı bir sonuçtan çok, tek yanlı bir sonucu olmalıdır, baht dönüşü de felaketten mutluluğa değil, tersine mutluluktan felakete olmalıdır. Bu da ahlaksal bir kötülükten değil de daha çok, iyi olan bir kişinin işlediği ağır bir suçtan dolayı ortaya çıkmalıdır. Bu trafik bakımdan etkisi en fazla olan biçimdir.
-Çift yanlı öyküler iyiler için başka, kötüler için başka biçimlerde son bulan öykülerdir. Kimi ozanlar bu biçime çok önem verir. Ancak bu, tiyatro seyircisinin zayıf olduğu yerlerde üstün tutulan bir biçimdir. Bu biçimi kullanan ozanların asıl amacı halkın hoşuna gitmektir. Bu tür bir zevk, tragedyanın vermesi gereken bir zevk değildir. O, daha çok komedyaya özgü bir zevktir. Sözgelimi komedya da öykünün akışı içinde tamamıyla birbirlerine düşman olan kişiler, sonunda dost olabilirler ve hiçbiri ötekinin eliyle ölmez. Tragedyada böyle bir dostluk etkili olmaz.
Karakterler
Tragedya ozanının karakterlerle ilgili dikkat etmesi gereken dört konu vardır.
-En önemli özellik karakterlerin ahlak bakımından iyi olması gerektiğidir. İnsanın konuşması ve davranışları nasıl olursa olsun belli bir istek yönünü gösteriyorsa o insanın bir karakteri vardır. Bu istek yönü ahlak bakımından iyi ise, o insanın karakteri de ahlak bakımından iyidir.
-İkinci özellik uygunluk'tur. Örneğin cesaret gibi erkeğe özgü bir karakter, kadın için hiç de uygun değildir. Çünkü böyle bir karaktere kadında alışılmamıştır.
-Üçüncü özellik benzeyiş'tir. Bu ahlaki iyilik, ya da uygunluk kriterinden farklıdır (Burada metnin devamı eksik fakat sanırım Aristoteles, karakterin olasılık yasalarına uygun ve tanıdığımız, kendimizle onun arasında benzerlikler bulduğumuz karakterler olması gerekliliğini anlatıyor- S.Ç).
-Dördüncü özellik ise tutarlılık'tır. Betimlenecek karakterin özelliklerinde bir tutarlılık olmalıdır. Hatta bu karakter tutarsız bir karakter bile olsa onun tutarsızlığı tutarlı bir biçimde ortaya konmalıdır.
Bütün bunların sonucunda öykünün çözümü de karakterden kendiliğinden doğmalıdır. Zorunluluk ya da olasılık yasalarına uymayan otomatik çözümlerden kaçınılmalıdır.
Tanınma (Anagnorisis) Nedir?
Tanınma bilgisizlikten bilgiye geçiştir (tragedya karakterlerinin, öykünün bir yerinde aralarındaki akrabalık ilişkisini keşfetmeleri gibi).
Tanınma etkili ve sanatsal bir biçimde kullanılmalıdır. Tragedya ozanları bunu çeşitli yollarla yaparlar. Örneğin, doğuştan gelen yara izleri ya da madalyon vs. gibi çeşitli nişanlar yoluyla. tanınma sağlayabilirler. Tanınma yalnızca bu nişanların görülmesi ile sağlanıyorsa bu pek sanatsal değildir Bununla birlikte bu tarz nişanların ustalıkla kullanıldığı tragedyalar da vardır. Bu tarz tanınmalar içinde baht dönüşü ile birlikte gerçekleşen ve ondan doğan tanınmalar daha iyidirler. Bunun yanında anımsama ile gelen tanınma ya da akıl yürütme ile gelen tanınmalar vardır.
Tanınmanın en iyisi, olayların kendiliğinden ortaya koyduğu tanınmalardır. Bunlar, tamamıyla olası olayların sonunda umulmayan bir şeyin belirmesiyle ortaya çıkan tanınmalardır
Düğüm ve Çözüm
Her tragedya bir düğüm, bir de çözümden oluşur. Çoğu eserin dışında, bazen de eserin içinde bulunan olaylar, düğümü oluştururlar. Bütün geri kalan olaylar ise, çözümü. Düğüm deyince, eserin başından mutluluk ya da felakete doğru baht dönüşü için sınır oluşturan bölüme dek uzanan olaylar örgüsünü anlıyorum. Çözüm deyince de, bu baht dönüşünden eserin sonuna dek olan bölümü anlıyorum.
HIKAYE ANLATICISI
Yeni iletisim teknolojilerinin ve kitle iletisim araçlarinin yayginlasmasinin yasamimizi inanilmaz bir hizla degistiren ve erisim alanlarimizi önemli ölçüde genisleten etkilerini tümümüz her an deneyimliyoruz. Eger bilgisayarimiz, internet baglantimiz ve iyi kötü bir ingilizcemiz varsa, can sikintimizi gidermek için dilersek Kanadali dilersek Avusturalyali yasi yasimiza ve begenileri begenilerimize uyan bir arkadas edinmemizin önünde (kabarik telefon faturalari hariç) pek bir engel yok. Ancak birileri de çikip diyebilir ki, soguk yüzlü bir bilgisayar ekraninin basinda can sikintisina çare aramak için debelenmeye ne gerek var? Neden kimse bitisik komsusunun kapisini çalmiyor artik? Bugünlerde bu ikincisini yapma istegine, "nostalji" deyip geçmeyi tercih ediyoruz. Bu nostaljik duygulanimi paylasabilir ya da reddedebiliriz. Bütün yenilikler dirençle karsilasmamis midir yeryüzünde? Bunun böyle oldugunu biliyoruz. Ong’un aktardigina göre, yaziya gösterilen direnç günümüzde önce hesap makinalarina sonra bilgisayarlara gösterilen dirençten hiç de farkli olmamisti. Bellegi yavaslatacagi, zihni durgunlastiracagi ve sözlü iletisimdeki etkilesimi ya da tartisma olanagini yokedecegi gibi gerekçelerle yaziyi elestirenler arasinda, Platon bile vardi.
Görülüyor ki, insanoglunun en büyük paradokslarindan biri de yenilik ve kesfe duyulan arzu ile bu kesiflerin ürünlerine karsi gösterilen direnç boyutunda ortaya çikiyor. Çünkü her yeni kesfin, hayatimizda yer etmis ve çogu kez bize daha yakin olan bir seyleri alip götürecegini de artik çok iyi biliyoruz. Yenilikler ve kesiflerle birlikte hayatimiza girenler ise çogu kez daha uzak ve daha kisa ömürlü oluyorlar.
Bugün henüz otuzlu yaslarini sürdürenler bile nostaljik bir hüzne kapilarak geçmisin puslarla kapli resimlerini aralamaya kalktiklarinda sasirtici bir degisimle karsilasabiliyorlar. Örnegin, disarida yagan kari camlara degdigi an eriten, harli bir odun sobasinin etrafa saçtigi külleri bir tavsan ayagiyla temizlemeyi sürdürerek, oda dolusu konuga kitlik günleri, seferberlik ya da av öykülerini anlatan bir büyükbaba portresi bugün kaçiniza tanidik gelebilir ki? En azindan "tavsan ayagiyla kül temizlemek mi?" diye sordugunuzu duyar gibi oluyorum. Bununla birlikte konumuz odun sobalari ile birlikte yok olup giden tavsan ayaklari degil elbette. Daha çok, "hikaye anlaticisinin dilini yitirisi"ne getirmek istiyorum konuyu (bu arada yakin tarihimizin puslu resimlerinden gündelik yasamin dönüsümünü irdelemek isteyenlere Ayfer Tunç'un "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" adli kitabini siddetle öneririm).
Benjamin hikaye anlaticisinin gözden yitisini söyle dile getiriyor:
"Adi size ne kadar tanidik gelirse gelsin, hikaye anlaticisinin hayatimizda hiçbir hükmü yok. Çoktan uzaklasti bizden, gittikçe de uzaklasiyor… Bir seyi layikiyla hikaye edebilen insanlara gittikçe daha az rastliyoruz artik. Birisi hikaye dinlemek istedigini söylediginde utanip sikilanlara ise gittikçe daha çok".
…Bunun nedenlerinden biri apaçik ortada: Deneyim deger kaybetti. Üstelik , daha da kaybedecege, dipsiz bir uçuruma düsecege benziyor. Gazetelere her göz atisimizda, deneyimin daha da gözden düstügünü, yalnizca dis dünyayi degil, ahlaki dünyayi algilayis biçimimizin de bir gecede, tahayyül edemeyecegimiz kadar degismis oldugunu fark ediyoruz."
Bu pasajda üzerinde düsünmemiz gereken iki önemli nokta var. Birincisi, yasadigimiz bir durumu, bir 'an'i ya da taniklik ettigimiz bir olayi hikaye etmemiz istendiginde neden giderek daha çok çekingenlesmeye basladigimizla ilgili. Bu durum belki dört bir yanimizi kusatan haber ya da hikaye bombardimani arasinda kendi deneyimimizin degerine iliskin gittikçe derinlesen bir güvensizlikten kaynaklaniyor. Ya da deneyimimizi dile getirme yetenegimizin yine ayni bombardiman nedeniyle zayif düsmüs olmasindan.
1. ANLATININ DİLİ
Tümce: Dilbilimin ilgilendiği sonuncu birim tümcedir. Yani dilbilim açısından söylemin tümcede bulunmayacak hiçbir şeyi yoktur. Dilbilim kendine tümceden daha büyük bir inceleme konusu edinemez: Çiçeği betimlemiş olan bitkibilimci çiçek demetini betimlemekle uğraşamaz.
Söylem: Tümceler bütünü olarak söylemin kendisinin de belli bir düzeni vardır., kendine özgü birimleri, kuralları, dilbilgisi vardır. Özerk bir inceleme konusu oluşturmasına karşın söylem, dilbilimden kalkılarak incelenmelidir. En akıllıca iş, tümceyle söylem arasında bir eşişlevlilik bağıntısının bulunduğunu bir öngerçek olarak ortaya atmaktır.
Yapı açısından anlatı tümceye benzer ama bir tümceler toplamına indirgenemez, hiçbir zaman: Anlatı büyük bir tümcedir, her saptayıcı tümcenin, bir bakıma küçük bir anlatı taslağı olması gibi.
2. Anlam Düzeyleri/Betimleme Düzeyleri
Her düzeyin anlatı içinde bağıntısal bir anlamı vardır. Her birim ancak bir üst-düzeye katılarak anlam kazanabilir. Bir ses bir sözcüğe, bir sözcük bir tümceye vs. Bu anlamda Benveniste'nin tanımına göre iki tür bağıntısal ilişki vardır.
-Dağılımsal İlişkiler (aynı düzeydeki, eşsüremli ilişkilerdir)
-Bütünleşme İlişkileri (Bir düzeyden ötekine geçildiğinde kavranabilen ilişkiler)
Bir anlatıyı anlamak, yalnızca bir öykünün çözülüşünü izlemek değil, aynı zamanda bu anlatıda katların bulunduğunu görmek, anlatı çizgisindeki "yatay" eklemlenişleri, örtük bir biçimde dikey bir eksene yansıtmaktır. Bir anlatıyı okumak (dinlemek) bir sözcükten öbürüne geçmek değil, bir düzeyden öbürüne geçmektir.
... Çalınmış Mektup örneğinde olduğu gibi, kuşkulanılamayacak derecede ortada olması nedeniyle saklılığını koruyan mektubu bulmak için bir başka düzeye geçmek, polisin ayırıcı özelliği yerine mektubu saklayanın ayırıcı özelliğini koymak gerekirdi. Aynı biçimde, yatay bir anlatısal ilişkiler bütününe uygulanan "arama tarama"nın tamamlanması boşunadır, etkili olabilmesi için "dikey" olarak da ilerlemesi gerekir. Anlam anlatının ucunda değildir, onu baştan başa aşar; Çalınmış Mektup gibi apaçık ortada olan anlam, tıpkı onun gibi her türlü tek yanlı araştırmanın gözünden kaçar.
Anlatısal yapıtta bu bağlamda üç betimleme düzeyi vardır:
-İşlevler
-Eylemler
-Anlatma
Bu üç düzey kendi aralarında giderek artan bir bütünleşme biçimine göre bağıntı kurarlar. Bir işlev bir eyleyenin genel eylemi içinde yer aldığı ölçüde anlam kazanır; bu eylemde son anlamını anlatılmış olması, kendine özgü kurallar taşıyan bir söyleme bırakılmış olması nedeniyle kazanır.
II. İŞLEVLER
Her işlev ileride aynı düzeyde ya da başka bir yerde, bir başka düzeyde olgunlaşacak bir ögenin anlatısının tohumunu atmayı sağlar. Ayrıntının söylenmesi bu yüzden bir işlev ya da bir anlatı birimi oluşturur. İşlev yararı yayılmış ve geciktirilmiş olan şeydir.
Bir anlatı her zaman için yalnızca işlevlerden oluşmuştur. Onda her şey, değişik derecelerde anlam taşır. Bu anlatıcı açısından bir sanat sorunu değil, bir yapı sorunudur.
Sanat katışıksız bir dizgedir; onda hiçbir zaman yitirilmiş birim yoktur; kendisini öykünün düzeylerinden biriyle birleştiren bağ ne kadar uzun, ne kadar gevşek, ne kadar ince olursa olsun durum değişmez.
Belirti: İşlevler düzeyindeki ikinci büyük birimler sınıfıdır. Tüm belirtileri içerir. İşlevlerden farklı olarak tümleyici bir eyleme değil, öykünün anlamı için gerekli olan bir kavrama işaret eder. Karakter belirtileri, kimlik bilgileri vs. Belirti ancak bir üst düzeyde anlam kazanır. Dağılımsal bir ilişki değil, bütünleşme ilişkisidir.
Her iki birim sınıfında da iki alt sınıf belirlenebilir. Bütün birimler aynı önem derecesinde değildir. Kimileri gerçek bağlantı noktalarını oluşturan çekirdekler/asal işlevler, kimileri ise gerçek anlatı uzamını dolduran bütünleyimler'dir.
Asal işlevin dayandığı eylemin, öykünün devamı açısından hayati, vargısal bir seçeneği başlatması (ya da sürdürmesi ya da kaldırması, bir kararsızlığı başlatması ya da sonuçlandırması yeterlidir.
Bütünleyimin zayıf da olsa bir işlevselliği vardır. Belirtilen şey, her zaman belirtilmeye değer bir şey biçiminde göründüğünden, bütünleyim sürekli olarak söylemin anlamsal gerilimini canlı tutar ve şöyle der "Anlam vardı, anlam olacak".
Belirtiler bir anlatı kişisinin bıraktığı izlenime işaret edebileceği gibi (örn: güvensizlik), belirlemeye zamanda ve uzamda konumlamaya da yarayabilir. Bu tür belirtilere bilgilendirenler (ya da bilgiler) denir. Belirtiler örtük gönderenlere sahiptir. Bilgilendirenlerin öykü düzeyinde böyle bir işlevi yoktur. Belirtiler ve bilgilendirenler bir çekirdek etrafında örüntülenirler. Mantıksal bir düzene sahiptirler. Temel çatı bilinirse, öbür birimler sonsuz bir çoğalma yöntemine göre bunu doldururlar.
İşlevsel anlatılara halk masalları ve belirtisel anlatılara psikolojik romanlar örnek verilebilir.
III. EYLEMLER ( Anlatı kişileri düzeyi)
Anlatı Kişisi: Aristoteles'ci anlamda anlatı kişisi tümüyle eylem kuramına bağlıdır. Aristoteles'e göre karakter olmadan anlatı olabilir ama anlatı olmadan karakterler var olamaz. Daha sonraları anlatı kişisi ruhsal bir kararlılık kazanarak eyleme bağımlı olmaktan kurtuldu. Yapısal çözümleme buna karşı çıktı. Propp'la birlikte anlatı kişisi ruhsal yapıya dayanan değil de, anlatının kendilerine tanıdığı eylem birliğine dayanan yalın bir tipolojiye indirgendi.
Her anlatı kişisi, ikincil bile olsa kendi kesitinin kahramanıdır.
Özne Sorunu: Anlatı kişileri sınıflandırmasının doğurduğu asıl güçlük, çözüm yolu ne olursa olsun, her çeşit eyleyen ana kalıbı içinde özne'nin yeri ve dolayısıyla varlığı sorunudur. Bir anlatının öznesi (kahramanı) kimdir? Ayrıcalıklı bir oyuncular sınıfı var mıdır?... ayrıcalıklı bir oyuncular sınıfının (arayışın, isteğin, eylemin öznesi) varlığını kabul edecek olursak, bu sınıfı, söz konusu eyleyeni ruhsal değil de dilbilgisel kişi ulamlarına bağımlı kılarak, en azından yumuşatmak gerekir. Eylemin tekil, ikil, çoğul olabilen kişili (ben/sen) ya da kişisiz (o) yapısını betimlemek ve sınıflandırmak için dilbilime yaklaşmak gerektiği bir kez daha ortaya çıkar.
Anlatı kişileri, eylem düzeyinin birimleri olarak anlamlarını (anlaşılabilirliklerini), ancak bizim bunları betimlemenin üçüncü düzeyine kattığımızda kazanırlar.
IV. ANLATMA
1. Anlatısal Bildirişim
Anlatının bir göndereni, bir de gönderileni vardır (bildirişim). Ben ve sen dilsel bildirişimde kesinlikle birbirini varsayar, anlatıcısız ve dinleyicisiz anlatı olmaz.
Anlatma göstergeleri
-Anlatının göndereni kimdir?
• Birinci görüş, anlatının bir kişi tarafından verildiğini kabul eder: Yazar.
• İkinci bir görüş, anlatıyı bir kişi açısından değil de, görünüşte kişi özelliği taşımayan, öyküyü tepeden bir bakış açısına göre, sanki Tanrı açısına göre veren bir çeşit bütünsel bilinç olduğunu varsayar.
• Daha yeni olan üçüncü görüş, anlatıcının anlatısını kişilerinin gözlemleyebildikleri ya da bilebildikleriyle sınırlandırmak zorunda olduğunu söyler. Herşey sanki, her anlatı kişisi, sırayla, anlatının vericisi oluyormuş gibi gerçekleşir (anlatı kişilerinin bakış açısı).
Bu üç görüş de , anlatıcıyı ve kişileri gerçek, "yaşayan kişiler" olarak ele aldıkları sürece rahatsız edicidir. Bize göre, anlatıcı ve anlatı kişileri temelde "kağıt üstünde var olan varlıklardır". Bir anlatının somut olarak var olan yazarı, bu anlatının anlatıcısıyla hiçbir bakımdan karşılaştırılamaz.
2. Anlatı Durumu
Anlatının anlatı olarak ulaştığı en son biçim, tam anlamıyla anlatısal içeriklerini ve biçimlerini (işlevler ve eylemler) aşar. Bu da anlatı düzgüsünün, çözümlememizin ulaşabileceği en son düzey olduğunu gösterir. Anlatma, gerçekten de anlamını ancak kendisini kullanan dünyadan alır. Dilbilim nasıl tümce düzeyini aşamıyorsa, anlatı çözümlemesi de söylem düzeyini aşamaz. Bu da anlatı düzgüsünün, çözümlememizin ulaşabileceği en son düzey olduğunu gösterir. Anlatma, gerçekten de anlamını ancak kendisini kullanan dünyadan alır. Dilbilim nasıl tümce düzeyini aşamıyorsa, anlatı çözümlemesi de söylem düzeyini aşamaz.
V. ANLATININ DİZGESİ
Dil iki temel sürecin yardımıyla tanımlanabilir. Birimler (biçim) üreten eklemleme ya da bölümleme; bu birimleri bir üst düzeyin biçimleri ile biraraya getiren bütünleştirme.
Bu ikili süreç, anlatının dilinde de böyledir; onda da bir eklemleme ve bütünleştirme, bir biçim ve anlam vardır.
1. Gerilme ve Yayılma
Anlatının biçiminde özellikle iki güç dikkati çeker. Göstergelerini öykü boyunca germe gücü ile bu gerilmeler arasına beklenmedik yayılmalar katma gücü.
Birim bütün anlatı tarafından "yakalanır" ama anlatı da ancak birimlerinin gerilmesi ve yayılmasıyla "ayakta" durur.
"Geciktirim" gerilmenin kuşkusuz ayrıcalıklı ya da terim yerindeyse yoğunlaşmış biçimidir. Bir yandan, bir kesiti, geciktirme ve yeniden başlatma gibi abartmalı yöntemlerle açık tutarak, okurla 'dinleyiciyle) bağlantıyı güçlendirir, açıkça bir ilişki işlevini üstlenir.; öte yandan da, onu bitmemiş bir kesitle, açık bir dizi tehlikesiyle (her kesitin iki kutbu olduğuna inanıyorsak) yani mantıksal bir bulanıklılıkla karşı karşıya getirir.
3. Mimesis ve Anlam
Anlatı dilinde, ikinci önemli süreç bütünleşmedir. Belli bir düzeyde (sözgelimi bir kesit) ayrılmış olan şey, çoğunlukla bir üst düzeyde birleşmiş olur.
Bir anlatının karmaşıklığı, geriye dönüşler ile ileriye sıçrayışları bünyesine katabilen bir işleyiş çizelgesinin karmaşıklığıyla karşılaştırılabilir ya da daha doğrusu, bir düzeydeki birimlerin denetlenemeyecek gibi görünen karmaşıklığının giderilmesini sağlayan şey, değişik biçimlerdeki bütünleşmedir.
Anlatı böylece, iyice iç içe geçmiş bir dolaylı ve dolaysız ögeler dizisi biçiminde ortaya çıkar. Sıralanma bozukluğu "yatay" bir okumayı yönlendirir, ama bütünleşme onun üzerine "dikey" bir okuma oturtur.
Anlatı göstermez, öykünmez; bizi bir romanı okumaya coşkuyla itebilen tutku, bir "görme"nin tutkusu (gerçekte hiçbir şeyi "görmeyiz") değil, anlamın tutkusudur, yani kendine özgü coşkuları, umutları, tehlikeleri, başarıları olan ve üst düzeyde yer alan anlatmanın tutkusudur.
Anlatıda "olup biten" göndergesel (gerçek) bakış açısına göre, sözcüğün tam anlamıyla hiçtir; "olagelen" yalnızca dildir, gelişmesi her zaman sevinçle karşılanan dilin serüvenidir.
__________________
Senaryo Nedir?
I. Herkes Senarist Olabilir mi?
Yazar olmak için doğuştan yetenekli olunması gerektiği yönünde bir önyargı vardır. Gerçekten de, bazıları bu işi bizden daha iyi kıvırıyormuş ya da biz çok yeteneksizmişiz duygusuna kapılırız sıkça. Fakat bunu en iyi haliyle bir tür alçakgönüllülük, en kötü haliyle de bir bahane olarak görmek gerekir. Gerçek hayatta sıkça 'yazarız' -örneğin yalanlar uydururken ya da başkaları için çaktırmadan çöpçatanlık yaparken- ve bu 'yazdıklarımız' başkalarınca çok kereler 'yutulduğuna' göre, başlangıç için hiç de fena olmayan bir donanıma sahibizdir. Kısacası: Senaryo yazımı öğrenilebilir ve zamanla uzmanlaşılabilir bir şeydir. Önemli olan, bunun için gereken zaman ve çabayı göze alıp almadığınızdır.
II. Senaryo Yazımını Diğer Sanat Yazarlıklarından Ayıran Nedir?
Yine de senaryo yazımını, gündelik hayatta 'yazdıklarımızdan' belli yönleriyle ayırt etmek gerekir. Senaryolar da hikaye anlatırlar, ama bu hikayeler belli bir anlatım aracına uygun olacak şekilde yazılmak zorundadır. Bu araç da -sakın bilmiyorum demeyin!- sinema ya da diğer bir deyişle filmdir. Bu ise yazma edimini hem biçimsel hem de özsel anlamda kimi değişikliklere uğratır.
Cyrano de Bergerac'ın umutsuz ama bir o kadar da soylu aşkını konu alan bir roman, bir film, bir radyo oyunu, bir piyes ya da çizgi roman karşılaştırıldığında, farklı bir anlatım aracının, yazma biçimini nasıl etkilediği kolayca anlaşılır. Örneğin piyes yazarı, mekan seçimi konusunda, roman yazarı, çizgi roman yazarı ya da senarist kadar özgür olmayacaktır. Bunun başlıca nedeni, oyunun sahnelenme/sunuluş biçimidir. Piyeste bir mekandan diğerine geçiş, sahne dekorunun değiştirilmesi anlamına gelir öncelikle. Fakat dekoru oyun süresince değiştirmek zor ve sıkça yapılamayacak bir şeydir. Öyleyse piyes yazarı, konuyu az sayıda mekanda anlatılacak biçimde yoğunlaştıracak ve işlevleri, gösterilemeyen kimi sahne ve mekanlara ilişkin 'haberler' getirmek olan yardımcı karakterler kullanacaktır sözgelimi. Diğer bir deyişle, anlatım aracının fiziksel doğası, anlatım araç ve tekniklerini de etkilemektedir. Aynı hikayeyi radyo oyunu biçiminde yazan birisi ise başka türlü güçlüklerle karşılaşacaktır. Tiyatrocunun mimik ve jestlerle anlatabileceği şeyleri o, ses ve sözle anlatmak zorunda kalacaktır. Bu ise, kendine has başka anlatım araç ve tekniklerine başvurmayı gerektirecektir. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, senaryo yazarı da kendi anlatım aracı olan film ve sinemanın kimi sınırlamaları çerçevesinden düşünmek ve kurmak zorundadır öyküsünü. Eklemekte yarar var: kimi düşünürlere göre, yaratıcılık tam da bu sınırlama ile mümkün olur.
III. Senaryo Yazarlığının/ Sinema Dramaturjisinin İki Boyutu: Anlatı ve Sinematografi
Bu bağlamda, film için öykü yazmanın, diğer bir deyişle sinema dramaturjisinin iki boyutundan söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki anlatı boyutu, diğeri ise sinematografi boyutudur. Senarist hem anlatı bilgisine, hem de sinematografi bilgisine sahip olmak zorundadır.
Sinema Dramaturjisi, Anlatı, Sinematografi
Senaristin öncelikle bilmesi gerektiği ve zamanla kendisinin de keşfedeceği şey, bunların birbirinden ayrılamayacak denli iç içe olduğudur. Durum böyle olunca, senaristi çifte bir görev beklemektedir. Bir yandan 100 yılı aşkın bir sinematografik birikimin görsel hazinesini keşfetmek ve tanımak zorundadır, öte yandan ise kökleri belki de mağara insanına dek uzanan bir anlatı geleneğinin kazanımlarını göz önünde tutmak zorundadır.
Senaryo yazımını öğrenmek için bir yerlerden başlanacaksa, belki de en iyisi yine de anlatı'dan başlamaktır. Senarist görüntülerle anlatır, bu doğru; ama bunun için önce anlatmayı bilmek zorundadır. Chion, "Film senaryosu, anlatı sanatının sinemaya özgü bir uygulamasıdır" derken, 'sinemaya özgü' biçimindeki vurgusu, 'anlatı sanatı' sözcüğünün önemini kolayca unutturabilir. Anlatı sanatının temel kurallarını iyi bilmeyenler, onu sinemaya özgü biçimde kullanmakta zorlanacaklardır kuşkusuz.
IV. Bir Senaryoda Bulunması Gereken Temel Unsurlar
Senaryo yazımında göz önünde tutulması gereken bir kaç temel unsurdan söz edilebilir
Kitlesellik: Çok kişi tarafından anlaşılma ve beğenilme.
Popülerlik: Güncel sorunları hissettirme, duygusal yönden cezbetme ve asgari müştereklerde buluşma.
Özlülük: Özlü ve somut bir yazım biçimi benimseme, sadece görülen ve işitilenler yer verme, ekranda aktarılamayan şeylerden kaçınma ve dramatik işlevi olmayan sahneleri çıkarma.
Mantıklılık: Olaylar ve olayların sıralanışında mantıklı ve tutarlı olma, dramatik yönden kanıtlanamayan rastlantı ve olaylara yer vermeme.
Görsellik: Görsel yönün detaylı ve somut biçimde yazılması ("Bir kez görmek, bin kez işitmekten iyidir")
İşitsellik: Diyalog dışında, ses, müzik ve efektin olanaklarını kullanma.
İlginçlik: Konunun ilginç olması.
Seyirciyi göz önünde bulundurma: Önemli olan seyircinin hissettikleridir. Seyircinin olaya katılımı sağlanmalı. Ancak seyircinin olayları istediğimiz gibi algılayacağı ya da yorumlayacağı konusunda garanti yoktur.
Gerçekçilik: Olayların gerçek haliyle yansıtılmasını ya da gerçek olaylardan yola çıkılmasını değil, filmdeki olayların izleyiciye gerçekçi gelmesi anlamında gerçekçilik.
İnanılırlık: Somut olayların inanılır biçimde sunulması ve karakterlerin kişiliklerine uygun biçimde davranmaları.
Didaktiklikten kaçınma: Film ders vermeye başladığında itici olur. Yargınızı doğrudan izleyiciye bildirmektense, izleyicinin bu yargıya ulaşacağı bir öykü yapısı kurun. Öğretmen parmağını sallamaktan kaçının, "Kör, gözüm parmağına" olmasın.
__________________
Yapi ve Yapinin Ögeleri
I. Yapi ve Ögeleri
Senaryoya bir yapi/yapilanma olarak bakilabilir. Bu yapinin bir basi, ortasi ve sonu vardir.
Bastan sona dogru gelismeyi saglayan bir dinamizm gerekmektedir. Yani yapi kurulurken, sürekli ilerleme yasasi gözönünde tutulmalidir. Sürekli ilerleme yasasi, öykünün bir amaci, hedefi olmasi gerektigi ilkesini dile getirir. Hedef/amaç sürekli ilerlemeyi saglar. Buna filmin dramatik amaci da denir. Bu, filmi ilerleten ya da öyküyü devindiren nedenlere bagli olarak gelismeleri yönlendiren bir hedeftir. Amaç önünde engel varsa, bu dramatik hedeftir.
Öte yandan bu yapi bir birlik ve bütünlük arz etmelidir. Zamanda, mekanda, konuda ve üslupta birlik çok önemlidir. Bu birligin varolup olmadiginin sinanmasi için, kullanilan ögeler islevleri açisindan sürekli denetlenmelidir. Temel olan nedir? sorusu, bu konuda bir çikis noktasi saglar.
En geçerli yapi türü, üç perdeli yapi ya da geleneksel anlati yapisidir. Giris, Gelisme ve Sonuç'tan meydana gelir. Bu yapida en az iki temel dönüm noktasina ihtiyaç vardir. Ilk temel dönüm noktasi, baslangiç bölümünde yer alir ve çatismanin kilitlenmesidir. Ikinci temel dönüm noktasi ise orta bölümün sonunda ya da sonuç bölümünün basinda yer alir ve çatismanin çözülmesidir. Kisacasi, giris bölümünde sorun ortaya konulur, gelisme bölümünde çesitli boyutlariyla sergilenir ve sonuç bölümünde çözülür.
Ilerleme kavrami düz bir çizginin bir yöne dogru uzamasindan çok, yükselen bir egriyi akla getirmelidir. Yükselen egri, dramatik yükselmeyi karsilamak açisindan daha uygun bir sema sunar.
Yapiyla ilgili unutulmamasi gereken bir nokta da su: Öykü, kronolojik bir görünüm arz etse de, olay örgüsü öncelikle bir nedensellikler agidir. Plotlarda (olaylarda), nedensellik kronolojiyi geride birakir.
II. Giris Bölümü
Giris bölümünün tasarlanmasi senaristin önemli görevlerinden bir tanesidir.
Giris bölümünün bir takim temel amaçlari vardir. Izleyicinin dikkatini yakalayip, ilerleyen öyküye katilimini saglar. Öykünün gelisimi ile ilgili heyecan ve meraklar olusturur.
Giris bölümünde ana karakterlerle tanisip, onlarla ilgilenmeye baslariz.
Bu bölümde yapilan açiklamalarla, öyküyü anlamaya yardimci olan genel bilgileri elde ederiz.
Ayrica filmin dünyasi, üslubu, niteligi ve atmosferi ile tanisiriz.
Öyküyü baslatan sorun, yani çatisma ile bu bölümde tanisiriz. Ki bu, film boyunca ilginin ayakta kalmasi açisindan önemlidir.
Giris bölümünün diger bir özelligi, burada alt/yan olay çizgilerinin tohumlarinin atilmasidir.
Giris bölümünün süresi sinirlidir. Fazla uzatilmamalidir. Dramatik olmasina özen gösterilmelidir.
Giris, hiçbir zaman "Ben Giris'im" dememeli. Bunu en azindan alçak sesle söylemeli.
III. Gelisme Bölümü
Gelisme bölümünün görevi çifttir. Bir yandan girisin basarili biçimde devamini getirmeli, öte yandan da sonuca/doruk noktaya dogru uzanan bir koprü olusturmalidir.
Gelisme bölümü, bir dizi karmasik iliski, kriz, çatisma, yan olay ve benzeri güçlükler araciligiyla, beklentilerimizi yogunlastirarak ilgimizi daha derinden ele geçirir ve sürdürür.
Tüm bunlar, çatismanin çözümünün kolay olmayacagi konusunda bizi ikna etmelidir.
Bu bölümde degisik kriz/bunalimlara yer verilir. Kahramanin çatismayi çözmeye yönelik her hamlesi kriz/bunalim'dir. Bunlar, çatismayi daha da gerginlestirir; neden-sonuç iliskileriyle ilerlemelidirler.
Yazim asamasinda önce olay örgüsünü yani nedensellik zincirini belirlemek, ardindan da bunalim ve krizleri saptamak, kolaylik saglayan bir yöntemdir. Yani önce olaylar arasindaki nedensellik zincirini kafanizda kurun, sonra da hangi olayin nerede yer alacagini kararlastirin.
IV. Sonuç Bölümü
Sonuç, belki de giriste bize vaadedilenlerin yerine getirildigi bölümdür.
Bu bölümde, sorun ve çatismalarin çözülmesiyle birlikte öykü de sona erer.
Sonuç bölümünde doruk nokta yer almaktadir. Ayrica yarim kalan konularin da bir yere baglandigi ve yogun ilginin düstügü bir son yer alir bazi senaryolarda. "Karate Kid, kötü oglani yendi; pekiyi, o kiz ne oldu, onunla iliskileri devam etti mi acaba?" türünden sorularin yanitlari, bu toparlayici sonda yer alir.
Doruk nokta, çogu kez zorunlu sahne(obligatory scene) ile ayni seydir. Zorunlu sahne, kahramanla rakibin karsi karsiya geldigi sahnedir. Bu sahne, adi üstünde zorunludur. Sonuç bölümünde yer almasi gerekir. Bu genellikle rakipler arasindaki en son ve en görkemli karsi karsiya gelistir.
Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da sudur: Sonuç, her zaman öykünün kendisinden kaynaklanmalidir. Örnegin yapilacak en kötü sey, kizilderililer tarafindan sikistirilan bir grup kovboyu, son anda yetisen süvariler araciligiyla kurtarmaktir. Dissal nedenlere dayanan bu türden çözümler, "makinadan tanri /deux et machine" olarak da adlandirilir. Her zaman için dalga geçme konusu olurlar. Leman dergisinde yayinlanan bir karikatür bu tür çözümlerin kötülügünü çok iyi sergilemistir. Karikatür söyledir: Bir sapik savunmasiz bir kadina tecavüz etmek üzeredir. Ancak geri planda silahli bir atli birliginin dört nala olay mahalline dogru yaklastigi görülür. Kadin iki kolunu hava kaldirarak sevinç çigliklari atar: "Yasasin, süvariler..."
Çevrimsel sonlar özellikle etkileyicidir. Bundan kastedilen, baslangiçta gösterilen bir mekana, zaman noktasina ya da görüntüye dönüstür. Örnegin Pulp Fiction ve Yagmurdan Önce filmleri bu tür çevrimsel sonlara sahiptirler. Üç Renk Kirmizi filminin sonunda da bunlara benzer etkileyici bir dönüs vardir: Batan bir feribottan kuratrilan genç kadin bir ambulansin yaninda durmaktadir. Fonda ambulans üzerindeki kizilhaç görülür. Sonra kamera yavasça kadina dogru yaklasir. Omuz plana gelindiginde, arkadaki kizilhaç, kirmizi bir fona dönüsecek kadar yaklasmistir. Kizin islak saçlariyla kirmizi fon önündeki bu görüntüsü ise, daha önce yer aldigi bir reklam fotografinin aynisidir. Yine Barton Fink, otel odasindaki posterin gerçek hayattaki benzer bir görüntüsüyle sona erer.
__________________
Dramatik Hareketin Unsurlari
I. Çatisma
Çatisma, filmin itici gücüdür. Senaryoya baslarken önce çatismayi saptamakta yarar var.
Çatisma, öncelikle bir problem demektir. Metne bir problem saptanir. Senaryo metni, zaman zaman daralan, zaman zaman da genisleyen bir problem olarak görülebilir.
Çatisma mutlaka çözülmelidir.
Çatisma, temelde iki ya da daha fazla gücün karsilasmasidir.
Degisik türlerinden söz edilebilir:
-Insanin insanla çatismasi
-insanin dogayla çatismasi
-insanin kendisiyle çatismasi
-insanin toplumsal çevre ile çatismasi
Problemi bu degisik türler araciligiyla düsünmeliyiz. Hatta ana çatismayi mümkün oldugu kadar çok degisik görüs açisiyla sergilemek gerekir.
Çatismanin hemen giris bölümünde kilitlenmesi ve bir an önce izleyiciye gösterilmesi gerekir.
En etkili çatismalar, genellikle zamana kilitlenen çatismalardir: Saatli bomba örneginde oldugu gibi.
Çatisma, mutlaka siddete ya da sert aksiyona dayanmak zorunda degildir.
Somut olarak görülmedigi anlarda bile, çatisma kenini hissettirmelidir. Bir tehdit olarak varligi her yerde duyumsanmali ve asla tam olarak unutulmamalidir.
Çatisma, kahramani sonunda mutlaka degistirmelidir. Sözgelimi çatisma konusu bir korkuysa, korku sonunda yenilmelidir. Örnegin Arachnophobia'da örümceklerden ölesiye korkan ve bir örümcegi on metre uzaktayken gördügünde bile yerinden firlayan bir adam, sonunda bir metre çapinda bir örümcegin üzerine tirmanmasi sirasinda hiç kipirdamadan onu izler. Örümcege, ama herseyden önce de kendisine meydan okur.
Çatisma ilk basta kahramana dissal bile olsa, kahraman ona bir biçimde dahil edilmelidir. Örnegin bir depremden dogrudan etkilenmese de, kurtarma ekibinde yer alarak olayla bir biçimde iliskilendirilmelidir..
Çatisma, iki güç arasinda zitligi ve çözümün kuskulu oldugunu betimler. Ilgiyi saglayan da bu kuskudur.
Çatisma filmde iki anlamda bulunur:
-En genel anlamiyla bir zitliklar agi olarak: iyi-kötü, doga-kültür gibi.
-Ikinci anlamiyla ise çatisma, bir öykü çizgisi baslatandir. Çözüm bekleyen bir durumdur.
-Asilmasi gereken bir engel
-Yanit verilmesi gereken bir meydan okuma
-Giderilmesi gereken bir sorun
-Ortadan kaldirilmasi gereken bir tehdit
-Verilmesi gereken bir karar
-Kurtulunmasi gereken bir baski
-Yeniden kurulmasi gereken bir denge
vs...
Çatismanin dogurdugu bu amaç, çogu kez hem karakterin, hem de öykünün amaci olarak gözükür. Ama kahramanin amaciyla, öykünün amaci arasinda bir ayrim yapmak gerekir. Süper amaç (öykünün amaci) karakterin amacindan farkli olabilir. Örnegin kahramanin amaci sampiyon olmaktir., oysa öykünün amaci, kahramana hirsin ona verdigi zaraii kavramasini saglatmaktir.
II. Doruk Nokta
Doruk Nokta, genellikle filmin sonunda yer alir.
Bu önceden beklenen bir an da olabilir. Örnegin bir düello ya da Karate Kid'de oldugu gibi bir final müsabakasi.
Senaryo dendiginde akla gelmesi gereken ilk iki seyden birisi çatismaysa, digeri de doruk nokta olmalidir.
Olay örgüsünü olustururken doruk nokta daima göz önünde tutulmalidir.
Doruk nokta, mutlaka birilerinin ölmesini gerektirmez.
Çogunlukla zorunlu sahne'den meydana gelir. Mutlaka fiili bir durum olmalidir. Sözle ya da diyalogla geçistirilmemelidir. Çözüm izleyicinin zihninde tamamlanmaya birakilmamalidir, mutlaka gösterilmelidir.
III. Zorunlu Sahne
Zorunlu sahne ya da doruk noktadan sonra çözüm gerçeklesmis demektir. Bu noktadan sonra, açik kalan bazi olaylarin tamamlandigi kisa bir sonuç bölümü yer alabilir.
__________________
Sahne ve Sekanslarin Temel Özellikleri
I. Sahne ve Sekans: Tanimlar
Filmler, sahne ve sekanslardan olusurlar.
Temel öyküden yola çikarak öyküyü gelistirdikten sonra, onu sahne ve sekanslar halinde islemeye haziriz demektir.
Sahne; zaman, mekan, olay, tema/motif, içerik, kavram ya da karakter gibi araçlarla birlestirilmis, tek ve kesintisiz bir dramatik eylem içeren bir birimdir. Genellikle birbirleriyle ilgili bir çekimler dizisinden olusur. Ancak tek bir çekimden de olusabilir. Örnegin Senlik Atesi filminin giris sahnesi, Pulitzer ödülünü kazanan bir gazetecinin ödül töreninin yapildigi binaya girisinden kürsüye kadar gelip ödülü kazanmasini saglayan haberi anlatisina dek uzanan süreyi kapsayan tek bir çekimden olusur.
Sahneler, olay akisini çok sayida çekime bölseler bile, genellikle tek bir zaman dilimini ya da tek olaylik bir süreci kapsarlar. Örnegin Thelma ve Louise'de, iki kadin kahramanin bara gelisleri ile baslayan ve oradan ayrilmalariyla noktalanan sahne, çok sayida çekimden olusur ve sahnenin temelini olusturan olay çizgisi, arkadaslik teklifinden tecavüz girisimine ve oradan da cinayete uzanan süreci kapsar.
Sekans ise, birbiriyle iliskili olan sahnelerin bir araya gelmesiyle olusur. Sekansi olusturan sahneler, farkli olaylari ele almakla birlikte, sekans kendi içinde yine de bir bütünlüge sahiptir. Sekans genellikle bir süreklilik içermez. Olaylar farkli zaman ve mekanlarda geçer. Ama son kertede ayri ayri olay çizgileri arasinda bir bütünlük söz konusudur. Burada, Dressed to Kill'in giris sekansi örnek verilebilir. Sekans çok sayida sahneden olusur. Bununla birlikte sekansin üç temel asamayi isleyen sahnelerden meydana geldigi söylenebilir: Kadinin cinsel sorunlari ve bunlarin çözümü konusunda düsünme asamasi; sorunlarin asilmasi yolunda bir hamlenin yapilmasi asamasi; cinayetle sonlanan hamle sonrasi asamasi. Bu sekans boyunca çok sayida ayri olay (banyodaki mastürbasyon ve sevisme; ogulla yapilan diyaolog; psikologla yapilan konusma; müzede yasananlar; yabanci adamin evinde yasananlar ve nihayet cinayet), ayri mekan (banyo, müze, psikologun bürosu, yabanci adamin evi, asansör) ve ayri iliski (kocayla, ogulla, psikologla, yabanci adamla, katille, fahise kizla girilen iliskiler) karsimiza çikar.
Yazar, bir sahneyi planlarken, bu sahnenin filmin bütünü içindeki islevini, diger sahnelerle iliskilerini ve içerdigi aksiyonun iç yapisini belirlemeli; sahnenin atmosferine, ortamina ve hangi bakis açisindan sunulacagina karar vermeli.
II. Sahnenin Islevi
Sahnenin islevi, senaryonun bütünü içerisinde ondan yerine getirmesini umdugumuz görevdir.
Öncelikle sahnenin amaci/görevi belirlenmelidir. Sahneyle ne yapilmak isteniyor? Sahne hangi görevi yerine getirecek? Seyirci bu sahneden neyi algilamali, ne tür anlamlar çikarmali? Kisacasi, "Bu sahne neden var?" sorusunun belirgin ve açik bir yaniti olmalidir. Islevi yoksa ya da baska bir sahnenin islevini tekrarliyorsa, çikarilmasinda fayda vardir.
Sahneler, genellikle öyküyü gelistirmek, ilerletmek zorundadirlar. Bunu örnegin bir problem sunarak veya çözerek ya da bazi olaylara yer vererek yaparlar. Bazi sahneler ise sadece yan olaylari/alt öyküleri açiklarlar.
Sahnelerin temel islevleri arasinda sunlari sayabiliriz: Mekan olusturmak, atmosfer yaratmak, tema ya da tez sunmak, karakter ya da iliskiler hakkinda açiklama yapmak, bir olay çizgisini baslatmak, ilerletmek ya da sonlandirmak...
Zaman ve mekan geçisleri için ise genellikle kisa ara sahneler kullanilir.
Bazen de gerilimi düsürmek ve izleyiciyi rahatlatmak için dinlenme sahneleri konulur.
Bazi sahnelerin islevi, hizli bir kurguya yaslanarak, gerçekte çok uzun süreleri kapsayan olaylari kisa görüntülerle özetlemektir. Örnegin Rocky'nin büyük boks maçina hazirliklarinin müzik esiliginde özetlendigi sahneler.
Bazi sahneler ise sadece ilginç bir aksiyon içerirler, ama öykünün ilerlemesine bir katkilari yoktur. Bunlari da dinlenme sahneleri olarak görmek mümkündür. Genellikle komikliklerin sergilendigi bu sahnelerin bir islevi de, izleyicideki özdeslesme duygusunu arttirmaktir. Örnegin Hababam Sinifi filmlerinin kimi sahnelerinde, siniftaki ögrenciler "Inek Saban"a (Kemal Sunal) oyunlar oynarlar. Halit Akçatepe onun yanina gelir ve "Suradaki kizi gördün mü? Sana acayip bakiyor" der. Inek Saban inanmamis gibi yapip gülümser: "Bana mi? Hadi canim sen de, gihi ihi hihihi.." Fakat Akçatepe israr eder: "Neden be? Accayip yakisikli adamsin... bak bak bak sana nasil bakiyor. Bu kiz hasta sana, has-ta!" Sonra da onu kiskirtir: "Hadi ne duruyorsun, gidip tanissana." Inek Saban, kendini biraz gaza getirdikten sonra ("Yakisikli adamim di mi? Tabi canim, öyleyim. Ay vallahi de bana bakiyor. Bakma giz, namussuz, gihi ihi ihihihi..." vs.) kizin yanina gider, ama tanisma isini yüzüne gözüne bulastirir. Sonunda kiz ona bir tokat atip, " Aaaa, manyak mi ne?" deyip uzaklasir. Olayi izlemek üzere pusuya yatmis olan sinif arkadaslari saklandiklari yerden çikip gülmeye baslarlar: "Ulan Saban, ne adamsin be! Ho ho hi ha ha." Kandirildigini anlayan Inek Saban "Gülmeyin lan, essogulesekler!" dedikten sonra Halit Akçatepe'yi dönerek "Alçak!" deyip onu kovalamaya baslar. Sahne bu görüntüyle sona erer. Sahne, tümüyle oynanan oyuna ve Saban'in bunu anladiginda verdigi tepki üstüne kuruludur. Bu gibi sahneler herhangi bir olay çizgisini sürdürmedikleri gibi, bir yenisini de baslatmazlar. Bu anlamda kapalidirlar. Onun ötesinde sadece komiktirler, bu nedenle rahatlatir ve dinlendirirler. Öte yandan bu neseli ve sakaci sinifi biraz daha sevmisizdir, yani sahne özdeslesmemizi de arttirmistir. Bu sahneden sonra ise, Mahmut Hoca'yla ilgili bir kriz/bunalimin yasandigi ya da süren bir problemin gelistirildigi bir sahneye geçilir. Sonra yine Inek Saban'a oyun oynandigi bir sahneye vs.
Sahnelerin ana islevi -"Bu sahne neden var?" sorusunun yaniti- belirlenirken, sahnelerin birden çok isleve sahip olabilecegi de unutulmamalidir. Örnegin bir yandan öykünün gelisimine katkida bulunan bir sahne, diger yandan yeni bir karakteri tanitabilir, atmosfer yaratabilir ya da olay örgüsünde degisiklik yaratacak olan bir sürprize yol açabilir. Dressed to Kill'deki asansör cinayeti sahnesi yukarida sayilan tüm bu islevleri yerine getirir sözgelimi. Filmin baskisisi olarak kabul ettigimiz kadinin birden öldürülmesi, olay örgüsünde temelli bir degisiklik yaratan gerçek bir sürprizdir. Öte yandan bu cinayetle, öykü yepyeni bir düzeye yükselmis, bir ilerleme meydana gelmistir. Bütün bunlar olurken yeni karakterle de tanisiriz: Bir katil ve bir fahise kiz. Tüm bunlarin filmin atmosferini degistirdigini söylemeye bilmem gerek var mi?
Sahneyi olustururken sunu unutmamali: Karakterler görüntüdeyken kendilerini tanimlarlar ve özelliklerini açiklarlar her zaman için. Bir sahnede ana karakterler bulunuyorsa, yazar onlarin kendi amaçlarini ifade etmelerine olanak tanimali ve her sahnede karakterlerin tutarli ve güvenilir olmalarini saglamalidir. Sahnenin amaciyla karakterlerin amaçlari dengeli ve uyumlu biçimde örtüstürülmelidir.
Son olarak: tasarlanan bir sahnenin anlatabilecegi her sey göz önünde tutulmalidir. Çünkü sahneler, amaçladiklarimizin yaninda, amaçlamadigimiz pek çok seyi de anlatmis olabilirler. Bunlari ayiklayip gidermezsek, öyküde bulanikliga sebep verme tehlikesiyle karsi karsiya kaliriz sözgelimi.
III. Sahne(n/ler)in Sürekliligi
Sahnelerin sürekliligi, filmin akisi ve ritmi açisindan son derece önemlidir.
Iyi filmlerdeki sahnelerin gelisim çizgisi içinde, filmin genel etkisine katkida bulunacak bir akis ve ritm vardir. Örnegin Terminatör'deki aksiyon sahneleri, filmin genel etkisine katkida bulunan bir akis ve ritme sahiptirler.
Sahne sürekliligini, akis ve ritm yaratacak biçimde düzenlemenin bir yolu, film doruk noktaya yaklastikça sahne yogunlugunu arttirmaktir. Örnegin filmin ilk bölümleri agir tempolu sahneler içerir. Sonlarina dogru ise daha hareketli ve heyecanli sahneler çogunluktadir.
Bazi filmlerse, izlemis olduklarimizi ya da bize anlatilmak isteneni içeren anlamli ve yumusak sonlarla biterler.
Film, yapisal bütünlügü zedelenmemek kosuluyla, bazi çesitlemelere gereksinim duyar. Örnegin hep ayni yogunlukta olan sahnelerin art arda gelisi zamanla ilginin düsmesine neden olur. Tekdüzelik sikiciliga neden olur. Bu nedenle gerilimli sahnelerle rahat sahnelerin iyi bir dengesini kurmak gerekir. Kriz/bunalim anlariyla çatisma ve doruk nokta gibi önemli ve gerilimli anlar arasina daha sakin ve rahatlatici sahneler yerlestirilmelidir. Örnegin olaylarin basdöndürücü bir yükseklige ulasacagi sahnelerden önce, karakterlerin kendilerini tanittiklari ya da bir atmosferin olusturulmaya çalisildigi, izleyiciye nefes aldiran sahneler konulabilir. Terminatör filmi, koca bir aksiyon paketi sunmasina karsin, filmin ortalarda yer alan uzun bir dinlenme sahnesi içerir. Oldukça gerilimli giris sekansindan sonra, kahramanlarimiz çölün ortasinda arabalarini tamir edip, silah ve cephanelerini yenilerler. Tüm bunlar olurken Terminatörle çocuk arasindaki dostluk iliskisi gelistirilir ve ayni zamanda anlatici rölünde olan bas kadin karakter, filmin tezlerini ortaya atar. Siddetsiz, sakin ve dingin bir sahnedir. Sonra hizli ve siddetli yeni bir sekansa geçilir.
Gerilim ve rahatlik arasindaki gelgitler, sürekli yükselen egriyi aksatmaz, ama onu testere disli bir görünüme büründürür.
Gerilimi ve aksiyonu düsürmenin bir yolu da diyalog sahneleri kullanmaktir.
Film ritminin yaratilmasinda kullanilabilecek zit ögeler arasinda sunlar gösterilebilir:
Diyalogsuz sahne-Diyaloglu sahne
Hizli tempo-Agir tempo
Neseli/komik-Ciddi/agirbasli
Gece-Gündüz
Iç-Dis
Duragan-Hareketli
Samimi/gösterissiz-Görkemli/abartili
Öznel bakis açisi-Nesnel bakis açisi
Gürültü-Sessizlik
Zamanin sikistirlimasi-Birebir(gerçek) zaman
Bilgilendirici olma-Duygulandirici olma
Tema/karakter/atmosfer sahnesi-Olay örgüsünü ilerleten sahne
Tüm bunlarin örülme biçimi, sahnenin ve filmin ritmini etkiler.
Sahneler, islevsel olmakla birlikte, her zaman için öyküsel islevlerinden daha fazlasini yaparlar. Onlar, filmin biçimsel yapisina katkida bulunurlar ve birbirleriyle etkilesim içerisindedirler.
IV. Sahnelerin Iç Yapisi
Tipki filmin bütünü için söz konusu oldugu gibi, sahnelerin de kendi iç yapilari vardir. Bu nedenle yazar sahnenin islevini belirlerken, sahneyi nasil yapilandiracagina da karar vermelidir.
Her sahnenin kendine ait bir baslangici, gelisimi ve sonu vardir.
Sahnenin iç yapisina iliskin temel bir yaklasim, sahnenin amacini belirlemektir. Bir sahnenin amacina iliskin en etkin yaklasim yöntemi ise, ana karakterlerin amaçlarini belirlemektir. Çünkü kahraman genellikle sahnenin aksiyonunun failidir.
Karakterin amaci aktif fiil formuyla belirlenir: "...-mak/-mek" gibi.
Sahnedeki her karakter kendi amacina göre hareket eder.
Sahnelerin çogunlugunda en azindan bir karakterin bir amaci vardir: Önceki sahnelerde baslatmis oldugu herhangi bir aksiyonu gelistirmek.
Karakterlerin amaçlarini belirlemek sahnenin yapilandirilmasinda yazara yardimci olacaktir.
Sahnelerin çogunlugu, problem-gelisim-doruk sürecini izleyen bir dramatik yapi içerir. Çogu kez sahneler kendi doruk noktalarindan sonra tamamlanirlar. Bazen de ya yeni bir sorun yaratarak biter ya da bizi yeni bir gelisimin içine iterler.
Sahneler degisik sablonlara göre gelistirilebilir. Bazi sahneler dorukla sonuçlanabilir. Bu doruk noktanin kimi filmlerde dolayli bir yolla azaltildigi da olur.
Örnek: Adam kadini banyoda kistirmis ve öldürmek üzeredir. Adam cinayeti islemeden önce banyo kapisini kameranin üstüne (yüzümüze) kapatir. Bazi sahneler ise, sahnenin genel atmosferini veren bir çekimle baslar. Kimi durumlarda sahneyi ilgi odaginin disinda bir öge ile baslatmak ya da bitirmek filmin ilerleyen bölümleri üzerinde hizlandirici bir etki yapar. Özellikle komedilerde bazen sahnelerin sonunda yeni bir 'komik durum' yer alir. Yani sahnenin doruk noktasini yeni bir doruk nokta izler. Bu dramatik materyallerde de sözkonusudur. Sahnenin doruk noktasindan hemen sonra gelisen kriz, çözüm bekleyen yeni bir sorunu gündeme getirir. Çok iyi bir örnek oldugunu iddia edemem, ama bazi korku filmlerinde, ölü zannedilen sapik katilin bir daha canlanmasi ve 'bir daha', ama bu kez gerçekten öldürülmesi örnek verilebilir. Baska bir örnek: Terminatör 2'nin sonlarina dogru, uzun bir kovalama sahnesinden sonra Likid Adam'in kullandigi helikopter, Terminatör tarafindan patlatilir. Bu, kovalama sahnesinin doruk noktasidir. Ne var ki, kurtuldugumuzu zannederken kahramanlarin arabalarinin tekeri patlar. Kendilerine daha zayif bir kamyonet bulurlar. Likid Adam'sa Truck diye tabir edilen (Trak diye okunur) dev bir kamyon ele geçirmis ve yeniden kahramanlarimizin pesine düsmüstür. Doruk nokta, rahatlama saglamaktan öte, yeni ve daha büyük bir krize dönüsmüstür; çünkü kahramanlar bulduklari yeni arabayla Likid Adam karsisinda daha da zayif duruma düsmüslerdir. Kovalamacanin sürmesiyle baslayan yeni kriz, Arnold'un kamyonu devirmesiyle ve Likid Adamin kamyondan yayilan sivi gazla donmasiyla bu kez bir demirdöküm fabrikasinda sonuçlanir. Görkemli bir sonla Arnold Schwarzenegger donmus olan Likid Adami tuzla buz eder (Arnold: "Astalavista, baby!" (ates eder, Likid adam kirilan bir vazo gibi dagilir)). Fakat o da ne? Daha rahatlamaya firsat bulmadan, Likid Adam'in donmus parçalari döküm kazanlarinin isisi nedeniyle çözülüp yeniden birlesmeye baslar. Hiç bir sey bitmemistir. Tersine, sov daha yeni baslamaktadir. Terminatör 2'nin sürekli ilerleme açisindan sagladigi basari, büyük ölçüde doruk noktayi izleyen krizlerin iyi kullanilmasindan kaynaklanir. Sahneler bir türlü tamamlanmaz. Her son bir baslangiç olur. Her doruk noktasi sonrasinda çözümle degil, yeni bir krizle karsilasiriz. Ne zaman Likid Arkadas kazana düsürülür de eritilir, o zaman rahata ereriz. Fakat bu kez de duygusal bir kriz yasanir: Terminatör kendini de yok etmek zorundadir. Halbuki onu sevmis, bizden biri olarak kabul etmistik. "Gitmeyin, Terminatör Amca; size Baba diyebilmek istiyorum" desek de, çaresi yoktur. Yolcu yolunda gerek. Film gerçekten biter. Bize de söyle demek düser: "Aziz hatirani unutmayacagiz, Terminatör Abü!"
V. Sahnelerde Merak Unsurunun Kullanimi
Sahne ve sekans yapisini olusturmanin tekniklerinden bir tanesi merak ögesine basvurmadir. Bu arada merak ögesinin anlatinin temel ilkelerinden biri oldugu da hatirlanmalidir.
Seyirci, heyecanli bir gelisme ya da örnegin öç alma duygusunun içine sürüklendiginde merak ögesi de islemeye baslar. Seyircinin umutla beklemesi de önemlidir. Öte yandan bir olayin yarattigi korku, olayin kendisinden daha önemlidir.
Merak, genellikle ipucu-gecikme-gerçeklesme sürecini izler. Seyirciye önce bir seyle ilgili bir ipucu verilir. Sonra olay geciktirilir. Olay öylece havada asili kalir ve heyecan artar. Daha sonra olayin gerçeklesme evresine geçilir. Fakat olayin gerçeklesme biçimi de beklenenden farkli ve sasirtici olur genellikle.
Hitchcock ise söyle der: Odadaki bombadan bizim haberimiz var, ama karakterin yoktur. Iste merak duygusu budur.
Merak yaratmanin bir yolu, seyircinin bildigi, karakterin bilmedigi bir seye sahip olmaktir. Sonra karakterin ya bunu ortaya çikarmasini ya da bilgisizliginin sonuçlarina katlanmasini bekleriz. Bu durum iki kati bir güç içerir: 1. Bize verilen bilgiye dayali merak duygusu; 2. Olay gerçeklestiginde, kahramanin yasadigi saskinlik. Duydugumuz heyecanin bir bölümü, karakterin gösterecegi tepkiyi beklemekten kaynaklanir.
Kimi cinayet sahnelerinde, cinayeti görmemize, suçlunun kimligini ögrenmemize izin verilir. Bizim bildigimiz bu gerçegi, dedektif ögrenmeye çalisir.
Bazen bazi karakterlerin bildigi, digerlerinin ise bilmedigi bir seyi de bilebiliriz.
Bir olayin, ne zaman, nerede, nasil ya da kim taraindan gerçeklestirilecegine iliskin küçük bir ayrintinin gizlenmesiyle merak duygusu yaratilabilir.
Varilan sonuç, meraki kuran yapi ile uygun olmalidir. Yani merak edilen seye getirilen yanit, beklenenden farkli olabilmekle birlikte, çok alakasiz olmamali.
Merak ögesinin yapilandirdigi bir sahnenin sonu bir sürpriz içerdiginde daha güçlü olur.
VI. Sahnenin Atmosferi
Her sahne kendine özgü bir atmosfere sahiptir. Bu, filmin genel atmosferine katkida bulunur.
Ciddi filmler, gerilimli atmosferi kurabilmek için arada rahatlatici komik sahnelere de yer verirler.
Samimi bir havada yapilan diyaloglu sahneler, gerilim dolu anlatimin akisinda bir degisiklige neden olur.
Rahat ve gerilim dolu anlarin sirayla verilmesi, filmin akisinin gelistirilmesine katkida bulunur.
VII. Sahnenin Bakisaçisi
Sahnelerin bakis açilari vardir.
Yazar burada hangi karakterin ne ölçüde sahnede etkin olacagina karar vermek durumundadir: Sahnede hangi karakterin varligi ve bakis açisi belirleyici olmalidir? Karakter, sahnedeki pek çok kisi gibi nesnel olarak mi islenmelidir? Kamera öznel mi, yari-öznel mi, nesnel mi olmalidir?
Yazar, seyircinin sahneye ne kadar yakin ya da uzak olacagina da karar vermelidir: Kamera, seyirciye kendisini aksiyonun içinde oldugunu hissettirecek sekilde sahnenin tam ortasinda mi olmalidir ? Yoksa farkli bir bakis açisi elde etmek için sahneden uzak bir yere mi yerlesmelidir?
Öznel çekimler özellikle çarpici olabilir. Bir olay, gözlemci konumundaki bir kisinin gözünden izlendiginde, ilginç etkiler elde edilir. Olayi gözlemcinin gördügü biçimde yorumlamaya çalisiriz. 2001 Uzay Macerasi'nda astronotlar bilgisayar HAL'i nasil devredisi birakabileceklerini tartisirlar. HAL ise onlarin dudaklarini okuyarak plani ögrenir. Bu sahnede astronotlari HAL'in bakis açisiyla görürüz. Konusan astronotlarin dudaklarina yapilan zoomla, HAL'in öncelikli ilgisine de yogun biçimde katilmis oluruz. Onun bakis açisindan gördügümüz dudaklar bizi hayli ürkütür. Astronotlarla özdeslestigimizden, HAL sadece astronotlari degil, bizi, yani izleyiciyi de fena halde suçüstü yakalamistir.
Bakis açisi, bir sahnenin planlanmasinda gözönünde tutulmasi gereken önemli bir ögedir.
Bir sahne çogunlukla degisik bakis açilarinin karisimindan meydana gelir ve bakis açilari yazarin tasarimina göre degisiklikler gösterir.
Bakis açisindaki degisimler sürpriz ve merak duygusu yaratabilir.
Örnek:
Çekim 1 (Bel plan, önden) Çekmece kurcalayan bir adam.
Çekim 2 (Boy plan, arkadan, hizli kaydirma ile yaklasilir) Çekmeceyi kurcalayan adam
VIII. Sahne Geçisleri
Sahne geçislerinin önemle üstünde durulmasi gerekir.
Sahneleri birlestiren birer köprü olarak da düsünebilecegimiz geçisler, sahnenin akiciligina ve etkisine katkida bulunarak filmin üslup kazanmasina yardim eder. Bu köprüler genellikle zaman ve mekanda yapilan geçislerle ilg
Aristoteles'in (M.Ö. 382-321) "Poetika"sı düşünce tarihinde sanat olayını inceleyen ilk eser sayılabilir. Aristo'dan önce hocası Platon'un da eserlerinde sanat ve güzellik konusunda önemli düşünceler geliştirdiği bilinmektedir. Ancak bu düşünceler metafizik bir karakter taşırlar. Platon'un idealist felsefesinin etkisi altındaki bu düşüncelere göre, "güzel-idea'sı var olduğu içindir ki, bu idea'dan pay alan nesneleriyle sanat eserlerinin güzelliğinden söz açılabilir". Aristoteles ise böyle aşkın bir güzellik idea'sını kabul etmez. Ona göre "güzellik idea'sı var olduğu için güzel bulduğumuz nesnelerle sanat eserleri bir varlık kazanmıyorlar, tersine sanat eserleri var oldukları içindir ki, güzellik kavramından söz açabiliyoruz, Aristoteles'in çıkış noktası, metafizik, aşkın bir güzellik idea'sı değil...".
Aristoteles'in Poetika'sının, modern deyimiyle estetik'inin temel karakteri, onun bir sanat varlıkbilimi / ontolojisi olmasıdır. Bununla birlikte Aristoteles bu sanat varlıkbilimini sonuna kadar götürmemiş ve estetiğin bağımsız bir felsefe disiplini olarak kuruluşu ancak on sekizinci yüzyılın ortalarında gerçekleşmiştir.
Aristoteles Potika'da genel bir Poetika (estetik) ile değil de, daha çok edebiyat sanatı ve dil sorunlarıyla uğraşmıştır. Bunlar da bize eksik olarak kalmış bulunuyorlar. Bununla birlikte Aristoteles'in sanat eserinin varlığını açıklarken öne sürdüğü kategoriler, bugün bile sanat eserlerine uygulanabilir. Poetika yüzyılların sanat görüşlerini belirlemiş, estetik tarihi yönünden çok önemli olan bir eserdir. Aristoteles'in Poetika'da Tragedya ve genel olarak dram üzerine söyledikleri oldukça ilgi çekici ve önemlidir.
POETİKA'dan özetler
Epos (epik şiir), tragedya, komedya gibi sanatların büyük kısmı taklide (mimesis) dayalı sanatlardır. Yani mimetik sanatlar. Ancak bu sanatlar pek çok ortak özelliklerine rağmen, bazı bakımlardan birbirlerinden ayrılırlar.
1. Taklit etmede kullanılan araç
2. Taklit edilen nesne
3. Taklit tarzı
Taklit etmede kullanılan araçlar; renkler, figürler, sesler, mısra ölçüsü, ritim, melodi ve harmonidir. Bir sanat dalı bunlardan birini ya da birden fazlasını taklit aracı olarak kullanabilir. Tragedya ve Komedya ritim, melodi ve mısra ölçüsünü belli bölümlerinde kullanır.
Taklit edilen nesneler öykü, düşünce ve karakter olarak temsil edilen her şeydir. Taklit edenler hayatın içinde iyi'yi ya da kötü'yü taklit ederler. Tragedya ve Komedya arasındaki ayrılık bu noktada ortaya çıkar. Tragedya ortalamadan daha iyi karakterleri (soylular), komedya ise ortalamadan daha kötü karakterleri taklit etmek ister.
Tek tek nesnelerin taklit edildiği tarz da mimetik sanatları birbirinden ayıran bir başka boyuttur. Aynı taklit araçlarıyla aynı nesneler farklı olarak taklit edilebilirler. Taklit tarzı, hikaye etme ya da eylem içinde temsil etme gibi tarzlardır. Hikaye eden kendi adına hikaye edebileceği gibi, başkası adına da hikaye edebilir. Hareket halinde ve eylem içinde (drontas) bulunan kişileri taklit etme de bir tarzdır ve drama olarak adlandırılabilir.
Şiir sanatı (Aristoteles'in burada Tragedya ve Komedya'yı da genel olarak şiir sanatı altında sınıflandırdığını hatırlatmak gerekir) varlığını insan doğasında bulunan iki temel nedene borçludur: Taklit içgüdüsü ve taklit ürünlerinden hoşlanma. İnsanların hepsinde taklit etme yönünde içgüdüsel bir eğilim vardır. Doğayı, başkalarını vs. taklit ederler ve taklit yeteneği ile birbirlerinden ayrılırlar. Bunun yanında taklit ürünlerinin hepsi insanların hoşlanma duygusunu harekete geçirir. Gerçek yaşamda görmeye dayanamadığımız, tiksinti duyduğumuz şeylerin resmine bakmaktan hoşlanabiliriz. Taklit ürünlerinden hoşlanma onların tanıdığımız bir şey olmalarından kaynaklanır. Tanımadığımız şeyleri de teknik yetkinliği, renk vs. gibi araçları iyi kullanmış almasından dolayı beğenebiliriz.
Tragedya
Hem Tragedya hem de Komedya uzun uzun üzerinde düşünmeden yapılan şiir denemelerinden ortaya çıkmıştır. Koro ve şarkılardan geliştirilmiştir.
Tragedya bu şiir denemelerinden sonra varılan her bir gelişme basamağının yetkinleştirilmesiyle yavaş yavaş şekil kazanarak özüne en uygun biçimi almıştır.
Tragedya başlangıçta bir oyuncu ve koro ile beraber sahneye konulurken daha sonra iki oyuncu yer almaya başlamış ve koronun rolü azaltılarak diyalog öne çıkarılmıştır.
Daha sonra Sophokles oyuncu sayısını üçe yükseltmiş ve sahne dekorasyonunu da Tragedyaya sokmuştur.
Zamanla dar hikayelerden daha uygun genişlikteki hikayelere geçilmiş ve episodların sayısı artırılmıştır.
Komedya
Soylu olmayan ve ortalamanın altındaki kişileri anlatan Komedya'da genellikle kötü karakterlerin taklidi yapıldığı halde bu bir zorunluluk değildir. Gülünç olma yeterli kriterdir. Çünkü gülünç olmak soylu olmamak anlamına gelir.
Komedyanın evrimi biraz da böyle, ortalamanın altındaki kişilikleri anlatan bir tür olmasına bağlı olarak karanlıkta kalmıştır. Çünkü Komedya, üzerinde çalışmaya ve incelemeye değer bulunmamıştır. Maskeleri ya da Önsöz'ü komedyaya kimin soktuğu, oyuncuların sayısını kimin artırdığı ve diğer yenilikleri kimin ve ne zaman yaptığı bilinmemektedir.
Komedya ile ilgili bilinen bir şey başlangıçta yaygın biçimde kullanılan jambik (karşılıklı alay etmeye dayalı gündelik konuşma) biçiminden zamanla uzaklaşılarak genel konuların dramlaştırılmasına geçilmiş olmasıdır.
Epos
Epos (epik şiir) ölçülü sözler kullanarak, ciddi konuları taklit etmesi bakımından tragedyaya benzer. Ancak farklı bir ölçü (vezin) ve öykü biçimi kullanmasıyla da tragedyadan ayrılır.
Epos'un bir de zaman'la ilgili bir farklılığı vardır. Tragedya güneşin doğuşundan batışına kadar geçen zaman süresi içinde tamamlanır. Epos'ta böyle bir zaman sınırlılığı yoktur.
Tragedya aslında bir anlamda epik şiiri de içerir. Tragedyayı iyi bilen biri, epik şiiri de bilir ancak epik şiiri iyi bilen birinin tragedyayı da iyi bilmesi beklenemez.
Tragedyanın Ögeleri
Tragedya ahlaksal bakımdan ciddi, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir hareketin taklididir. Sanatça güzelleştirilmiş bir dili vardır. İçine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır. Hareket eden kişilerce (oyuncular) temsil edilir. Salt bir öykü (mythos) değildir.
"Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis)".
Buna göre tragedyanın altı ögesi vardır. Bu ögeler bir şiir türü olarak tragedyanın farkını da belirginleştiren ögelerdir.
1. Öykü
2. Karakterler
3. Dil
4. Düşünceler
5. Dekorasyon
6. Müzik
Bunlardan dil ve müzik taklit araçlarıdır. Dekorasyon taklit tarzıdır. Öykü, karakter ve düşünceler taklit nesneleridir. Bunları yalnız bazı tragedya ozanları değil bütün tragedya ozanları kullanırlar. Burada en önemli olan şey olayların birbirleriyle bağlanmasıdır. Çünkü tragedya kişilerin değil, tersine onların hareketlerinin, mutluluk ve felaket içinde geçen bir hayatın taklididir.
Hareket olduğundan dekorasyon önemlidir. Daha sonra müzik ve dil gelir. Burada dil, sözcüklerin ölçüye sokulmuş bir düzenini ifade eder.
Tragedya bir hareketin taklidi ise karakter ve düşünce çok önemlidir. Bunlar trajik hareketin iki temel motifidir. Bu iki motif sonucu kişiler ereklerine (mutluluğa) ulaşırlar ya da ulaşamazlar.
Tragedya ozanları hareket eden kişileri ortaya koyarken karakterleri taklit amacını gütmezler. Tersine onlar hareketlerden ötürü karakterleri de birlikte ortaya koyarlar.
Hareket (aksiyon ) ve öykü tragedyanın son ereğidir. Karaktere dayanmayan tragedya olabildiği halde, bir öyküsü olmayan (harekete dayanmayan) tragedya olmaz.
Bir ozan karakterleri belirten tiradları, onlara uygun bir dil anlatımı ve düşünceler içinde sıralamakla tragedyanın ödevini yerine getirmiş olmaz. Bütün bu ögeler yönünden zayıf olan fakat bir öyküsü (mythos) bulunan ve olayların (uygun ve doğal) bağlılığına dayanan bir tragedya, öbüründen çok daha üstün olan bir tragedyadır.
Özetlersek, bir hareketin taklidi öyküdür (mythos). Öykü deyince olayların örgüsü; karakter deyince hareket eden (eylemde bulunan) kişilere yorduğumuz özellikleri, düşünce deyince de kendisiyle konuşanların bir şey kanıtladığı ya da genel bir gerçeğe anlatım verdikleri şeyi anlıyoruz. Başka bir deyişle düşünce, koşulların emrettiği ve ona uygun şeyleri söyleme ve tartışma yetisidir.
Tragedyanın temeli ve aynı zamanda ruhu öyküdür. Daha sonra karakterler gelir Üçüncü olarak düşünceler gelir. Daha sonra sözcükler aracılığıyla birşeyler anlatma anlamındaki "dil" gelir. Sonra müzik vardır. Dekorasyon kuramsal araştırmaya en az elverişli ögedir. Şiir sanatı ile bir iç bağlılığı yoktur. Eserin sahneye konması şiir sanatından çok rejisörlük sanatını ilgilendirir.
Tragedya en büyük etkisini aşağıdaki iki aracı kullanarak gerçekleştirir:
1) Baht dönüşü (peripetié)
2) Tanınma (anagnorisis)
Tragedyada Olaylar Nasıl Örülmelidir?
Tragedya tamamlanmış bütünlüğü olan bir hareketin taklididir; bu hareketin belli bir büyüklüğü (uzunluğu) vardır. Tragedya başı, ortası ve sonu olan bir bütündür. İyi kurulmuş öykülerin ne gelişigüzel başı olabilir, ne de gelişigüzel sonu, tersine baş ve son, bu yaptığımız belirlemelere uygun olmalıdır.
Bir şeyin güzel olabilmesi için gelişigüzel olmayan bir büyüklüğünün de olması gerekir. Aynı biçimde, iyi bir öykünün de anımsama gücünün kolayca saklayabileceği belli bir uzunluğu olmalıdır. Uzunluğun özünden doğan sınırlama şudur: Kavranabilir bir uzunlukta olan bir öykü her zaman diğerlerinden daha üstündür. Kural olarak bunu şöyle anlatabiliriz. En uygun uzunluk, bir hareketin olasılık (ihtimaliyet) ya da zorunluluk yasalarına göre nasıl geliştiğini, felaketten mutluluğa ya da mutluluktan felakete geçişin nasıl oluştuğunu içine aldığı olaylar çerçevesi içinde gösterebilen uzunluktur.
Öykü birlikli ve tamamlanmış bir hareketin taklidi olmalıdır. Olayların parçaları da, onlardan birinin yerinin değiştirilmesi ya da çıkarılması halinde bütünün ortadan kalkacağı, parçalanacağı şekilde bir bağlılık içine konmalıdır. Çünkü varlığı ya da yokluğu fark edilmeyen şey bir bütünün (temel) parçası olamaz.
Bütün bunlardan çıkan şey, ozanın görevinin gerçekten olan şeyi değil, tersine, olabilir olan şeyi, yani olasılık yahut da zorunluluk yasalarına göre mümkün olan şeyi anlatmak olduğudur. Bununla birlikte konuları korku ve acıma duyguları yaratan bir biçimde ele almak gerektiği için, olayların beklenmedik bir biçimde birbirlerini kovalamasından ortaya çıkan etkiden de yararlanılmalıdır. Yani olağanüstü gelişmelerden de uygun biçimde yararlanmak tragedyanın en etkili ögesidir.
Bütün bu yukarıda sayılanlar tragedyanın nitel ögeleridir.
Tragedya ödevini nasıl gerçekleştirir?
Trajik öykünün düzenlenmesi nasıl olmalıdır? Yani tragedya amacına uygun bir biçimde nasıl düzenlenmeli ve nelerden kaçınmalıdır?
-Tragedyanın korku ve acıma duygularını harekete geçirebilmesi için kuruluşu yalın değil karmaşık olmalıdır. Buna göre de tragedya ozanı ne erdemli kişileri mutluluktan felakete düşmüş olarak göstermeli (çünkü bu korku ve acıma duygularını uyandıramaz, ancak öfke duyulmasına yol açar) ne de kötü kişileri felaketten mutluluğa ermiş olarak göstermelidir. Çünkü böyle bir şey asla trajik olmaz. Tragedyanın hiçbir isteğini yerine getirmez. Bunun yanında tragedya kötü kişileri mutluluktan felakete düşmüş olarak da göstermemelidir. Çünkü bu her ne kadar adalet duygusunu tatmin etse de korku ve acıma duygusunu uyandıramaz. Çünkü acıma ancak, hak etmediği halde ıstırap çeken kişiye karşı hissedilir. Korku da ancak ıstırap çekenle kendi aramızda bir benzerlik hissettiğimiz de ortaya çıkan bir şeydir.
Bu durumda geriye yalnızca bir kişi kalıyor. Tragedyanın anlatacağı kişi bu yukarıda anlatılan iki tipin ortasında bulunur. Ne ahlaksal yeti, ne adalet bakımından, ne kötülük ve ahlak düşüklüğü yönünden olağanüstüdür. Tersine o, onurlu ve mutlu bir yaşamı olan ancak olağanüstülükten uzak bir kahraman olmalıdır.
-İyi örülmüş bir öykünün çift yanlı bir sonuçtan çok, tek yanlı bir sonucu olmalıdır, baht dönüşü de felaketten mutluluğa değil, tersine mutluluktan felakete olmalıdır. Bu da ahlaksal bir kötülükten değil de daha çok, iyi olan bir kişinin işlediği ağır bir suçtan dolayı ortaya çıkmalıdır. Bu trafik bakımdan etkisi en fazla olan biçimdir.
-Çift yanlı öyküler iyiler için başka, kötüler için başka biçimlerde son bulan öykülerdir. Kimi ozanlar bu biçime çok önem verir. Ancak bu, tiyatro seyircisinin zayıf olduğu yerlerde üstün tutulan bir biçimdir. Bu biçimi kullanan ozanların asıl amacı halkın hoşuna gitmektir. Bu tür bir zevk, tragedyanın vermesi gereken bir zevk değildir. O, daha çok komedyaya özgü bir zevktir. Sözgelimi komedya da öykünün akışı içinde tamamıyla birbirlerine düşman olan kişiler, sonunda dost olabilirler ve hiçbiri ötekinin eliyle ölmez. Tragedyada böyle bir dostluk etkili olmaz.
Karakterler
Tragedya ozanının karakterlerle ilgili dikkat etmesi gereken dört konu vardır.
-En önemli özellik karakterlerin ahlak bakımından iyi olması gerektiğidir. İnsanın konuşması ve davranışları nasıl olursa olsun belli bir istek yönünü gösteriyorsa o insanın bir karakteri vardır. Bu istek yönü ahlak bakımından iyi ise, o insanın karakteri de ahlak bakımından iyidir.
-İkinci özellik uygunluk'tur. Örneğin cesaret gibi erkeğe özgü bir karakter, kadın için hiç de uygun değildir. Çünkü böyle bir karaktere kadında alışılmamıştır.
-Üçüncü özellik benzeyiş'tir. Bu ahlaki iyilik, ya da uygunluk kriterinden farklıdır (Burada metnin devamı eksik fakat sanırım Aristoteles, karakterin olasılık yasalarına uygun ve tanıdığımız, kendimizle onun arasında benzerlikler bulduğumuz karakterler olması gerekliliğini anlatıyor- S.Ç).
-Dördüncü özellik ise tutarlılık'tır. Betimlenecek karakterin özelliklerinde bir tutarlılık olmalıdır. Hatta bu karakter tutarsız bir karakter bile olsa onun tutarsızlığı tutarlı bir biçimde ortaya konmalıdır.
Bütün bunların sonucunda öykünün çözümü de karakterden kendiliğinden doğmalıdır. Zorunluluk ya da olasılık yasalarına uymayan otomatik çözümlerden kaçınılmalıdır.
Tanınma (Anagnorisis) Nedir?
Tanınma bilgisizlikten bilgiye geçiştir (tragedya karakterlerinin, öykünün bir yerinde aralarındaki akrabalık ilişkisini keşfetmeleri gibi).
Tanınma etkili ve sanatsal bir biçimde kullanılmalıdır. Tragedya ozanları bunu çeşitli yollarla yaparlar. Örneğin, doğuştan gelen yara izleri ya da madalyon vs. gibi çeşitli nişanlar yoluyla. tanınma sağlayabilirler. Tanınma yalnızca bu nişanların görülmesi ile sağlanıyorsa bu pek sanatsal değildir Bununla birlikte bu tarz nişanların ustalıkla kullanıldığı tragedyalar da vardır. Bu tarz tanınmalar içinde baht dönüşü ile birlikte gerçekleşen ve ondan doğan tanınmalar daha iyidirler. Bunun yanında anımsama ile gelen tanınma ya da akıl yürütme ile gelen tanınmalar vardır.
Tanınmanın en iyisi, olayların kendiliğinden ortaya koyduğu tanınmalardır. Bunlar, tamamıyla olası olayların sonunda umulmayan bir şeyin belirmesiyle ortaya çıkan tanınmalardır
Düğüm ve Çözüm
Her tragedya bir düğüm, bir de çözümden oluşur. Çoğu eserin dışında, bazen de eserin içinde bulunan olaylar, düğümü oluştururlar. Bütün geri kalan olaylar ise, çözümü. Düğüm deyince, eserin başından mutluluk ya da felakete doğru baht dönüşü için sınır oluşturan bölüme dek uzanan olaylar örgüsünü anlıyorum. Çözüm deyince de, bu baht dönüşünden eserin sonuna dek olan bölümü anlıyorum.
HIKAYE ANLATICISI
Yeni iletisim teknolojilerinin ve kitle iletisim araçlarinin yayginlasmasinin yasamimizi inanilmaz bir hizla degistiren ve erisim alanlarimizi önemli ölçüde genisleten etkilerini tümümüz her an deneyimliyoruz. Eger bilgisayarimiz, internet baglantimiz ve iyi kötü bir ingilizcemiz varsa, can sikintimizi gidermek için dilersek Kanadali dilersek Avusturalyali yasi yasimiza ve begenileri begenilerimize uyan bir arkadas edinmemizin önünde (kabarik telefon faturalari hariç) pek bir engel yok. Ancak birileri de çikip diyebilir ki, soguk yüzlü bir bilgisayar ekraninin basinda can sikintisina çare aramak için debelenmeye ne gerek var? Neden kimse bitisik komsusunun kapisini çalmiyor artik? Bugünlerde bu ikincisini yapma istegine, "nostalji" deyip geçmeyi tercih ediyoruz. Bu nostaljik duygulanimi paylasabilir ya da reddedebiliriz. Bütün yenilikler dirençle karsilasmamis midir yeryüzünde? Bunun böyle oldugunu biliyoruz. Ong’un aktardigina göre, yaziya gösterilen direnç günümüzde önce hesap makinalarina sonra bilgisayarlara gösterilen dirençten hiç de farkli olmamisti. Bellegi yavaslatacagi, zihni durgunlastiracagi ve sözlü iletisimdeki etkilesimi ya da tartisma olanagini yokedecegi gibi gerekçelerle yaziyi elestirenler arasinda, Platon bile vardi.
Görülüyor ki, insanoglunun en büyük paradokslarindan biri de yenilik ve kesfe duyulan arzu ile bu kesiflerin ürünlerine karsi gösterilen direnç boyutunda ortaya çikiyor. Çünkü her yeni kesfin, hayatimizda yer etmis ve çogu kez bize daha yakin olan bir seyleri alip götürecegini de artik çok iyi biliyoruz. Yenilikler ve kesiflerle birlikte hayatimiza girenler ise çogu kez daha uzak ve daha kisa ömürlü oluyorlar.
Bugün henüz otuzlu yaslarini sürdürenler bile nostaljik bir hüzne kapilarak geçmisin puslarla kapli resimlerini aralamaya kalktiklarinda sasirtici bir degisimle karsilasabiliyorlar. Örnegin, disarida yagan kari camlara degdigi an eriten, harli bir odun sobasinin etrafa saçtigi külleri bir tavsan ayagiyla temizlemeyi sürdürerek, oda dolusu konuga kitlik günleri, seferberlik ya da av öykülerini anlatan bir büyükbaba portresi bugün kaçiniza tanidik gelebilir ki? En azindan "tavsan ayagiyla kül temizlemek mi?" diye sordugunuzu duyar gibi oluyorum. Bununla birlikte konumuz odun sobalari ile birlikte yok olup giden tavsan ayaklari degil elbette. Daha çok, "hikaye anlaticisinin dilini yitirisi"ne getirmek istiyorum konuyu (bu arada yakin tarihimizin puslu resimlerinden gündelik yasamin dönüsümünü irdelemek isteyenlere Ayfer Tunç'un "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" adli kitabini siddetle öneririm).
Benjamin hikaye anlaticisinin gözden yitisini söyle dile getiriyor:
"Adi size ne kadar tanidik gelirse gelsin, hikaye anlaticisinin hayatimizda hiçbir hükmü yok. Çoktan uzaklasti bizden, gittikçe de uzaklasiyor… Bir seyi layikiyla hikaye edebilen insanlara gittikçe daha az rastliyoruz artik. Birisi hikaye dinlemek istedigini söylediginde utanip sikilanlara ise gittikçe daha çok".
…Bunun nedenlerinden biri apaçik ortada: Deneyim deger kaybetti. Üstelik , daha da kaybedecege, dipsiz bir uçuruma düsecege benziyor. Gazetelere her göz atisimizda, deneyimin daha da gözden düstügünü, yalnizca dis dünyayi degil, ahlaki dünyayi algilayis biçimimizin de bir gecede, tahayyül edemeyecegimiz kadar degismis oldugunu fark ediyoruz."
Bu pasajda üzerinde düsünmemiz gereken iki önemli nokta var. Birincisi, yasadigimiz bir durumu, bir 'an'i ya da taniklik ettigimiz bir olayi hikaye etmemiz istendiginde neden giderek daha çok çekingenlesmeye basladigimizla ilgili. Bu durum belki dört bir yanimizi kusatan haber ya da hikaye bombardimani arasinda kendi deneyimimizin degerine iliskin gittikçe derinlesen bir güvensizlikten kaynaklaniyor. Ya da deneyimimizi dile getirme yetenegimizin yine ayni bombardiman nedeniyle zayif düsmüs olmasindan.
1. ANLATININ DİLİ
Tümce: Dilbilimin ilgilendiği sonuncu birim tümcedir. Yani dilbilim açısından söylemin tümcede bulunmayacak hiçbir şeyi yoktur. Dilbilim kendine tümceden daha büyük bir inceleme konusu edinemez: Çiçeği betimlemiş olan bitkibilimci çiçek demetini betimlemekle uğraşamaz.
Söylem: Tümceler bütünü olarak söylemin kendisinin de belli bir düzeni vardır., kendine özgü birimleri, kuralları, dilbilgisi vardır. Özerk bir inceleme konusu oluşturmasına karşın söylem, dilbilimden kalkılarak incelenmelidir. En akıllıca iş, tümceyle söylem arasında bir eşişlevlilik bağıntısının bulunduğunu bir öngerçek olarak ortaya atmaktır.
Yapı açısından anlatı tümceye benzer ama bir tümceler toplamına indirgenemez, hiçbir zaman: Anlatı büyük bir tümcedir, her saptayıcı tümcenin, bir bakıma küçük bir anlatı taslağı olması gibi.
2. Anlam Düzeyleri/Betimleme Düzeyleri
Her düzeyin anlatı içinde bağıntısal bir anlamı vardır. Her birim ancak bir üst-düzeye katılarak anlam kazanabilir. Bir ses bir sözcüğe, bir sözcük bir tümceye vs. Bu anlamda Benveniste'nin tanımına göre iki tür bağıntısal ilişki vardır.
-Dağılımsal İlişkiler (aynı düzeydeki, eşsüremli ilişkilerdir)
-Bütünleşme İlişkileri (Bir düzeyden ötekine geçildiğinde kavranabilen ilişkiler)
Bir anlatıyı anlamak, yalnızca bir öykünün çözülüşünü izlemek değil, aynı zamanda bu anlatıda katların bulunduğunu görmek, anlatı çizgisindeki "yatay" eklemlenişleri, örtük bir biçimde dikey bir eksene yansıtmaktır. Bir anlatıyı okumak (dinlemek) bir sözcükten öbürüne geçmek değil, bir düzeyden öbürüne geçmektir.
... Çalınmış Mektup örneğinde olduğu gibi, kuşkulanılamayacak derecede ortada olması nedeniyle saklılığını koruyan mektubu bulmak için bir başka düzeye geçmek, polisin ayırıcı özelliği yerine mektubu saklayanın ayırıcı özelliğini koymak gerekirdi. Aynı biçimde, yatay bir anlatısal ilişkiler bütününe uygulanan "arama tarama"nın tamamlanması boşunadır, etkili olabilmesi için "dikey" olarak da ilerlemesi gerekir. Anlam anlatının ucunda değildir, onu baştan başa aşar; Çalınmış Mektup gibi apaçık ortada olan anlam, tıpkı onun gibi her türlü tek yanlı araştırmanın gözünden kaçar.
Anlatısal yapıtta bu bağlamda üç betimleme düzeyi vardır:
-İşlevler
-Eylemler
-Anlatma
Bu üç düzey kendi aralarında giderek artan bir bütünleşme biçimine göre bağıntı kurarlar. Bir işlev bir eyleyenin genel eylemi içinde yer aldığı ölçüde anlam kazanır; bu eylemde son anlamını anlatılmış olması, kendine özgü kurallar taşıyan bir söyleme bırakılmış olması nedeniyle kazanır.
II. İŞLEVLER
Her işlev ileride aynı düzeyde ya da başka bir yerde, bir başka düzeyde olgunlaşacak bir ögenin anlatısının tohumunu atmayı sağlar. Ayrıntının söylenmesi bu yüzden bir işlev ya da bir anlatı birimi oluşturur. İşlev yararı yayılmış ve geciktirilmiş olan şeydir.
Bir anlatı her zaman için yalnızca işlevlerden oluşmuştur. Onda her şey, değişik derecelerde anlam taşır. Bu anlatıcı açısından bir sanat sorunu değil, bir yapı sorunudur.
Sanat katışıksız bir dizgedir; onda hiçbir zaman yitirilmiş birim yoktur; kendisini öykünün düzeylerinden biriyle birleştiren bağ ne kadar uzun, ne kadar gevşek, ne kadar ince olursa olsun durum değişmez.
Belirti: İşlevler düzeyindeki ikinci büyük birimler sınıfıdır. Tüm belirtileri içerir. İşlevlerden farklı olarak tümleyici bir eyleme değil, öykünün anlamı için gerekli olan bir kavrama işaret eder. Karakter belirtileri, kimlik bilgileri vs. Belirti ancak bir üst düzeyde anlam kazanır. Dağılımsal bir ilişki değil, bütünleşme ilişkisidir.
Her iki birim sınıfında da iki alt sınıf belirlenebilir. Bütün birimler aynı önem derecesinde değildir. Kimileri gerçek bağlantı noktalarını oluşturan çekirdekler/asal işlevler, kimileri ise gerçek anlatı uzamını dolduran bütünleyimler'dir.
Asal işlevin dayandığı eylemin, öykünün devamı açısından hayati, vargısal bir seçeneği başlatması (ya da sürdürmesi ya da kaldırması, bir kararsızlığı başlatması ya da sonuçlandırması yeterlidir.
Bütünleyimin zayıf da olsa bir işlevselliği vardır. Belirtilen şey, her zaman belirtilmeye değer bir şey biçiminde göründüğünden, bütünleyim sürekli olarak söylemin anlamsal gerilimini canlı tutar ve şöyle der "Anlam vardı, anlam olacak".
Belirtiler bir anlatı kişisinin bıraktığı izlenime işaret edebileceği gibi (örn: güvensizlik), belirlemeye zamanda ve uzamda konumlamaya da yarayabilir. Bu tür belirtilere bilgilendirenler (ya da bilgiler) denir. Belirtiler örtük gönderenlere sahiptir. Bilgilendirenlerin öykü düzeyinde böyle bir işlevi yoktur. Belirtiler ve bilgilendirenler bir çekirdek etrafında örüntülenirler. Mantıksal bir düzene sahiptirler. Temel çatı bilinirse, öbür birimler sonsuz bir çoğalma yöntemine göre bunu doldururlar.
İşlevsel anlatılara halk masalları ve belirtisel anlatılara psikolojik romanlar örnek verilebilir.
III. EYLEMLER ( Anlatı kişileri düzeyi)
Anlatı Kişisi: Aristoteles'ci anlamda anlatı kişisi tümüyle eylem kuramına bağlıdır. Aristoteles'e göre karakter olmadan anlatı olabilir ama anlatı olmadan karakterler var olamaz. Daha sonraları anlatı kişisi ruhsal bir kararlılık kazanarak eyleme bağımlı olmaktan kurtuldu. Yapısal çözümleme buna karşı çıktı. Propp'la birlikte anlatı kişisi ruhsal yapıya dayanan değil de, anlatının kendilerine tanıdığı eylem birliğine dayanan yalın bir tipolojiye indirgendi.
Her anlatı kişisi, ikincil bile olsa kendi kesitinin kahramanıdır.
Özne Sorunu: Anlatı kişileri sınıflandırmasının doğurduğu asıl güçlük, çözüm yolu ne olursa olsun, her çeşit eyleyen ana kalıbı içinde özne'nin yeri ve dolayısıyla varlığı sorunudur. Bir anlatının öznesi (kahramanı) kimdir? Ayrıcalıklı bir oyuncular sınıfı var mıdır?... ayrıcalıklı bir oyuncular sınıfının (arayışın, isteğin, eylemin öznesi) varlığını kabul edecek olursak, bu sınıfı, söz konusu eyleyeni ruhsal değil de dilbilgisel kişi ulamlarına bağımlı kılarak, en azından yumuşatmak gerekir. Eylemin tekil, ikil, çoğul olabilen kişili (ben/sen) ya da kişisiz (o) yapısını betimlemek ve sınıflandırmak için dilbilime yaklaşmak gerektiği bir kez daha ortaya çıkar.
Anlatı kişileri, eylem düzeyinin birimleri olarak anlamlarını (anlaşılabilirliklerini), ancak bizim bunları betimlemenin üçüncü düzeyine kattığımızda kazanırlar.
IV. ANLATMA
1. Anlatısal Bildirişim
Anlatının bir göndereni, bir de gönderileni vardır (bildirişim). Ben ve sen dilsel bildirişimde kesinlikle birbirini varsayar, anlatıcısız ve dinleyicisiz anlatı olmaz.
Anlatma göstergeleri
-Anlatının göndereni kimdir?
• Birinci görüş, anlatının bir kişi tarafından verildiğini kabul eder: Yazar.
• İkinci bir görüş, anlatıyı bir kişi açısından değil de, görünüşte kişi özelliği taşımayan, öyküyü tepeden bir bakış açısına göre, sanki Tanrı açısına göre veren bir çeşit bütünsel bilinç olduğunu varsayar.
• Daha yeni olan üçüncü görüş, anlatıcının anlatısını kişilerinin gözlemleyebildikleri ya da bilebildikleriyle sınırlandırmak zorunda olduğunu söyler. Herşey sanki, her anlatı kişisi, sırayla, anlatının vericisi oluyormuş gibi gerçekleşir (anlatı kişilerinin bakış açısı).
Bu üç görüş de , anlatıcıyı ve kişileri gerçek, "yaşayan kişiler" olarak ele aldıkları sürece rahatsız edicidir. Bize göre, anlatıcı ve anlatı kişileri temelde "kağıt üstünde var olan varlıklardır". Bir anlatının somut olarak var olan yazarı, bu anlatının anlatıcısıyla hiçbir bakımdan karşılaştırılamaz.
2. Anlatı Durumu
Anlatının anlatı olarak ulaştığı en son biçim, tam anlamıyla anlatısal içeriklerini ve biçimlerini (işlevler ve eylemler) aşar. Bu da anlatı düzgüsünün, çözümlememizin ulaşabileceği en son düzey olduğunu gösterir. Anlatma, gerçekten de anlamını ancak kendisini kullanan dünyadan alır. Dilbilim nasıl tümce düzeyini aşamıyorsa, anlatı çözümlemesi de söylem düzeyini aşamaz. Bu da anlatı düzgüsünün, çözümlememizin ulaşabileceği en son düzey olduğunu gösterir. Anlatma, gerçekten de anlamını ancak kendisini kullanan dünyadan alır. Dilbilim nasıl tümce düzeyini aşamıyorsa, anlatı çözümlemesi de söylem düzeyini aşamaz.
V. ANLATININ DİZGESİ
Dil iki temel sürecin yardımıyla tanımlanabilir. Birimler (biçim) üreten eklemleme ya da bölümleme; bu birimleri bir üst düzeyin biçimleri ile biraraya getiren bütünleştirme.
Bu ikili süreç, anlatının dilinde de böyledir; onda da bir eklemleme ve bütünleştirme, bir biçim ve anlam vardır.
1. Gerilme ve Yayılma
Anlatının biçiminde özellikle iki güç dikkati çeker. Göstergelerini öykü boyunca germe gücü ile bu gerilmeler arasına beklenmedik yayılmalar katma gücü.
Birim bütün anlatı tarafından "yakalanır" ama anlatı da ancak birimlerinin gerilmesi ve yayılmasıyla "ayakta" durur.
"Geciktirim" gerilmenin kuşkusuz ayrıcalıklı ya da terim yerindeyse yoğunlaşmış biçimidir. Bir yandan, bir kesiti, geciktirme ve yeniden başlatma gibi abartmalı yöntemlerle açık tutarak, okurla 'dinleyiciyle) bağlantıyı güçlendirir, açıkça bir ilişki işlevini üstlenir.; öte yandan da, onu bitmemiş bir kesitle, açık bir dizi tehlikesiyle (her kesitin iki kutbu olduğuna inanıyorsak) yani mantıksal bir bulanıklılıkla karşı karşıya getirir.
3. Mimesis ve Anlam
Anlatı dilinde, ikinci önemli süreç bütünleşmedir. Belli bir düzeyde (sözgelimi bir kesit) ayrılmış olan şey, çoğunlukla bir üst düzeyde birleşmiş olur.
Bir anlatının karmaşıklığı, geriye dönüşler ile ileriye sıçrayışları bünyesine katabilen bir işleyiş çizelgesinin karmaşıklığıyla karşılaştırılabilir ya da daha doğrusu, bir düzeydeki birimlerin denetlenemeyecek gibi görünen karmaşıklığının giderilmesini sağlayan şey, değişik biçimlerdeki bütünleşmedir.
Anlatı böylece, iyice iç içe geçmiş bir dolaylı ve dolaysız ögeler dizisi biçiminde ortaya çıkar. Sıralanma bozukluğu "yatay" bir okumayı yönlendirir, ama bütünleşme onun üzerine "dikey" bir okuma oturtur.
Anlatı göstermez, öykünmez; bizi bir romanı okumaya coşkuyla itebilen tutku, bir "görme"nin tutkusu (gerçekte hiçbir şeyi "görmeyiz") değil, anlamın tutkusudur, yani kendine özgü coşkuları, umutları, tehlikeleri, başarıları olan ve üst düzeyde yer alan anlatmanın tutkusudur.
Anlatıda "olup biten" göndergesel (gerçek) bakış açısına göre, sözcüğün tam anlamıyla hiçtir; "olagelen" yalnızca dildir, gelişmesi her zaman sevinçle karşılanan dilin serüvenidir.
__________________
Senaryo Nedir?
I. Herkes Senarist Olabilir mi?
Yazar olmak için doğuştan yetenekli olunması gerektiği yönünde bir önyargı vardır. Gerçekten de, bazıları bu işi bizden daha iyi kıvırıyormuş ya da biz çok yeteneksizmişiz duygusuna kapılırız sıkça. Fakat bunu en iyi haliyle bir tür alçakgönüllülük, en kötü haliyle de bir bahane olarak görmek gerekir. Gerçek hayatta sıkça 'yazarız' -örneğin yalanlar uydururken ya da başkaları için çaktırmadan çöpçatanlık yaparken- ve bu 'yazdıklarımız' başkalarınca çok kereler 'yutulduğuna' göre, başlangıç için hiç de fena olmayan bir donanıma sahibizdir. Kısacası: Senaryo yazımı öğrenilebilir ve zamanla uzmanlaşılabilir bir şeydir. Önemli olan, bunun için gereken zaman ve çabayı göze alıp almadığınızdır.
II. Senaryo Yazımını Diğer Sanat Yazarlıklarından Ayıran Nedir?
Yine de senaryo yazımını, gündelik hayatta 'yazdıklarımızdan' belli yönleriyle ayırt etmek gerekir. Senaryolar da hikaye anlatırlar, ama bu hikayeler belli bir anlatım aracına uygun olacak şekilde yazılmak zorundadır. Bu araç da -sakın bilmiyorum demeyin!- sinema ya da diğer bir deyişle filmdir. Bu ise yazma edimini hem biçimsel hem de özsel anlamda kimi değişikliklere uğratır.
Cyrano de Bergerac'ın umutsuz ama bir o kadar da soylu aşkını konu alan bir roman, bir film, bir radyo oyunu, bir piyes ya da çizgi roman karşılaştırıldığında, farklı bir anlatım aracının, yazma biçimini nasıl etkilediği kolayca anlaşılır. Örneğin piyes yazarı, mekan seçimi konusunda, roman yazarı, çizgi roman yazarı ya da senarist kadar özgür olmayacaktır. Bunun başlıca nedeni, oyunun sahnelenme/sunuluş biçimidir. Piyeste bir mekandan diğerine geçiş, sahne dekorunun değiştirilmesi anlamına gelir öncelikle. Fakat dekoru oyun süresince değiştirmek zor ve sıkça yapılamayacak bir şeydir. Öyleyse piyes yazarı, konuyu az sayıda mekanda anlatılacak biçimde yoğunlaştıracak ve işlevleri, gösterilemeyen kimi sahne ve mekanlara ilişkin 'haberler' getirmek olan yardımcı karakterler kullanacaktır sözgelimi. Diğer bir deyişle, anlatım aracının fiziksel doğası, anlatım araç ve tekniklerini de etkilemektedir. Aynı hikayeyi radyo oyunu biçiminde yazan birisi ise başka türlü güçlüklerle karşılaşacaktır. Tiyatrocunun mimik ve jestlerle anlatabileceği şeyleri o, ses ve sözle anlatmak zorunda kalacaktır. Bu ise, kendine has başka anlatım araç ve tekniklerine başvurmayı gerektirecektir. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, senaryo yazarı da kendi anlatım aracı olan film ve sinemanın kimi sınırlamaları çerçevesinden düşünmek ve kurmak zorundadır öyküsünü. Eklemekte yarar var: kimi düşünürlere göre, yaratıcılık tam da bu sınırlama ile mümkün olur.
III. Senaryo Yazarlığının/ Sinema Dramaturjisinin İki Boyutu: Anlatı ve Sinematografi
Bu bağlamda, film için öykü yazmanın, diğer bir deyişle sinema dramaturjisinin iki boyutundan söz etmek mümkündür. Bunlardan ilki anlatı boyutu, diğeri ise sinematografi boyutudur. Senarist hem anlatı bilgisine, hem de sinematografi bilgisine sahip olmak zorundadır.
Sinema Dramaturjisi, Anlatı, Sinematografi
Senaristin öncelikle bilmesi gerektiği ve zamanla kendisinin de keşfedeceği şey, bunların birbirinden ayrılamayacak denli iç içe olduğudur. Durum böyle olunca, senaristi çifte bir görev beklemektedir. Bir yandan 100 yılı aşkın bir sinematografik birikimin görsel hazinesini keşfetmek ve tanımak zorundadır, öte yandan ise kökleri belki de mağara insanına dek uzanan bir anlatı geleneğinin kazanımlarını göz önünde tutmak zorundadır.
Senaryo yazımını öğrenmek için bir yerlerden başlanacaksa, belki de en iyisi yine de anlatı'dan başlamaktır. Senarist görüntülerle anlatır, bu doğru; ama bunun için önce anlatmayı bilmek zorundadır. Chion, "Film senaryosu, anlatı sanatının sinemaya özgü bir uygulamasıdır" derken, 'sinemaya özgü' biçimindeki vurgusu, 'anlatı sanatı' sözcüğünün önemini kolayca unutturabilir. Anlatı sanatının temel kurallarını iyi bilmeyenler, onu sinemaya özgü biçimde kullanmakta zorlanacaklardır kuşkusuz.
IV. Bir Senaryoda Bulunması Gereken Temel Unsurlar
Senaryo yazımında göz önünde tutulması gereken bir kaç temel unsurdan söz edilebilir
Kitlesellik: Çok kişi tarafından anlaşılma ve beğenilme.
Popülerlik: Güncel sorunları hissettirme, duygusal yönden cezbetme ve asgari müştereklerde buluşma.
Özlülük: Özlü ve somut bir yazım biçimi benimseme, sadece görülen ve işitilenler yer verme, ekranda aktarılamayan şeylerden kaçınma ve dramatik işlevi olmayan sahneleri çıkarma.
Mantıklılık: Olaylar ve olayların sıralanışında mantıklı ve tutarlı olma, dramatik yönden kanıtlanamayan rastlantı ve olaylara yer vermeme.
Görsellik: Görsel yönün detaylı ve somut biçimde yazılması ("Bir kez görmek, bin kez işitmekten iyidir")
İşitsellik: Diyalog dışında, ses, müzik ve efektin olanaklarını kullanma.
İlginçlik: Konunun ilginç olması.
Seyirciyi göz önünde bulundurma: Önemli olan seyircinin hissettikleridir. Seyircinin olaya katılımı sağlanmalı. Ancak seyircinin olayları istediğimiz gibi algılayacağı ya da yorumlayacağı konusunda garanti yoktur.
Gerçekçilik: Olayların gerçek haliyle yansıtılmasını ya da gerçek olaylardan yola çıkılmasını değil, filmdeki olayların izleyiciye gerçekçi gelmesi anlamında gerçekçilik.
İnanılırlık: Somut olayların inanılır biçimde sunulması ve karakterlerin kişiliklerine uygun biçimde davranmaları.
Didaktiklikten kaçınma: Film ders vermeye başladığında itici olur. Yargınızı doğrudan izleyiciye bildirmektense, izleyicinin bu yargıya ulaşacağı bir öykü yapısı kurun. Öğretmen parmağını sallamaktan kaçının, "Kör, gözüm parmağına" olmasın.
__________________
Yapi ve Yapinin Ögeleri
I. Yapi ve Ögeleri
Senaryoya bir yapi/yapilanma olarak bakilabilir. Bu yapinin bir basi, ortasi ve sonu vardir.
Bastan sona dogru gelismeyi saglayan bir dinamizm gerekmektedir. Yani yapi kurulurken, sürekli ilerleme yasasi gözönünde tutulmalidir. Sürekli ilerleme yasasi, öykünün bir amaci, hedefi olmasi gerektigi ilkesini dile getirir. Hedef/amaç sürekli ilerlemeyi saglar. Buna filmin dramatik amaci da denir. Bu, filmi ilerleten ya da öyküyü devindiren nedenlere bagli olarak gelismeleri yönlendiren bir hedeftir. Amaç önünde engel varsa, bu dramatik hedeftir.
Öte yandan bu yapi bir birlik ve bütünlük arz etmelidir. Zamanda, mekanda, konuda ve üslupta birlik çok önemlidir. Bu birligin varolup olmadiginin sinanmasi için, kullanilan ögeler islevleri açisindan sürekli denetlenmelidir. Temel olan nedir? sorusu, bu konuda bir çikis noktasi saglar.
En geçerli yapi türü, üç perdeli yapi ya da geleneksel anlati yapisidir. Giris, Gelisme ve Sonuç'tan meydana gelir. Bu yapida en az iki temel dönüm noktasina ihtiyaç vardir. Ilk temel dönüm noktasi, baslangiç bölümünde yer alir ve çatismanin kilitlenmesidir. Ikinci temel dönüm noktasi ise orta bölümün sonunda ya da sonuç bölümünün basinda yer alir ve çatismanin çözülmesidir. Kisacasi, giris bölümünde sorun ortaya konulur, gelisme bölümünde çesitli boyutlariyla sergilenir ve sonuç bölümünde çözülür.
Ilerleme kavrami düz bir çizginin bir yöne dogru uzamasindan çok, yükselen bir egriyi akla getirmelidir. Yükselen egri, dramatik yükselmeyi karsilamak açisindan daha uygun bir sema sunar.
Yapiyla ilgili unutulmamasi gereken bir nokta da su: Öykü, kronolojik bir görünüm arz etse de, olay örgüsü öncelikle bir nedensellikler agidir. Plotlarda (olaylarda), nedensellik kronolojiyi geride birakir.
II. Giris Bölümü
Giris bölümünün tasarlanmasi senaristin önemli görevlerinden bir tanesidir.
Giris bölümünün bir takim temel amaçlari vardir. Izleyicinin dikkatini yakalayip, ilerleyen öyküye katilimini saglar. Öykünün gelisimi ile ilgili heyecan ve meraklar olusturur.
Giris bölümünde ana karakterlerle tanisip, onlarla ilgilenmeye baslariz.
Bu bölümde yapilan açiklamalarla, öyküyü anlamaya yardimci olan genel bilgileri elde ederiz.
Ayrica filmin dünyasi, üslubu, niteligi ve atmosferi ile tanisiriz.
Öyküyü baslatan sorun, yani çatisma ile bu bölümde tanisiriz. Ki bu, film boyunca ilginin ayakta kalmasi açisindan önemlidir.
Giris bölümünün diger bir özelligi, burada alt/yan olay çizgilerinin tohumlarinin atilmasidir.
Giris bölümünün süresi sinirlidir. Fazla uzatilmamalidir. Dramatik olmasina özen gösterilmelidir.
Giris, hiçbir zaman "Ben Giris'im" dememeli. Bunu en azindan alçak sesle söylemeli.
III. Gelisme Bölümü
Gelisme bölümünün görevi çifttir. Bir yandan girisin basarili biçimde devamini getirmeli, öte yandan da sonuca/doruk noktaya dogru uzanan bir koprü olusturmalidir.
Gelisme bölümü, bir dizi karmasik iliski, kriz, çatisma, yan olay ve benzeri güçlükler araciligiyla, beklentilerimizi yogunlastirarak ilgimizi daha derinden ele geçirir ve sürdürür.
Tüm bunlar, çatismanin çözümünün kolay olmayacagi konusunda bizi ikna etmelidir.
Bu bölümde degisik kriz/bunalimlara yer verilir. Kahramanin çatismayi çözmeye yönelik her hamlesi kriz/bunalim'dir. Bunlar, çatismayi daha da gerginlestirir; neden-sonuç iliskileriyle ilerlemelidirler.
Yazim asamasinda önce olay örgüsünü yani nedensellik zincirini belirlemek, ardindan da bunalim ve krizleri saptamak, kolaylik saglayan bir yöntemdir. Yani önce olaylar arasindaki nedensellik zincirini kafanizda kurun, sonra da hangi olayin nerede yer alacagini kararlastirin.
IV. Sonuç Bölümü
Sonuç, belki de giriste bize vaadedilenlerin yerine getirildigi bölümdür.
Bu bölümde, sorun ve çatismalarin çözülmesiyle birlikte öykü de sona erer.
Sonuç bölümünde doruk nokta yer almaktadir. Ayrica yarim kalan konularin da bir yere baglandigi ve yogun ilginin düstügü bir son yer alir bazi senaryolarda. "Karate Kid, kötü oglani yendi; pekiyi, o kiz ne oldu, onunla iliskileri devam etti mi acaba?" türünden sorularin yanitlari, bu toparlayici sonda yer alir.
Doruk nokta, çogu kez zorunlu sahne(obligatory scene) ile ayni seydir. Zorunlu sahne, kahramanla rakibin karsi karsiya geldigi sahnedir. Bu sahne, adi üstünde zorunludur. Sonuç bölümünde yer almasi gerekir. Bu genellikle rakipler arasindaki en son ve en görkemli karsi karsiya gelistir.
Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da sudur: Sonuç, her zaman öykünün kendisinden kaynaklanmalidir. Örnegin yapilacak en kötü sey, kizilderililer tarafindan sikistirilan bir grup kovboyu, son anda yetisen süvariler araciligiyla kurtarmaktir. Dissal nedenlere dayanan bu türden çözümler, "makinadan tanri /deux et machine" olarak da adlandirilir. Her zaman için dalga geçme konusu olurlar. Leman dergisinde yayinlanan bir karikatür bu tür çözümlerin kötülügünü çok iyi sergilemistir. Karikatür söyledir: Bir sapik savunmasiz bir kadina tecavüz etmek üzeredir. Ancak geri planda silahli bir atli birliginin dört nala olay mahalline dogru yaklastigi görülür. Kadin iki kolunu hava kaldirarak sevinç çigliklari atar: "Yasasin, süvariler..."
Çevrimsel sonlar özellikle etkileyicidir. Bundan kastedilen, baslangiçta gösterilen bir mekana, zaman noktasina ya da görüntüye dönüstür. Örnegin Pulp Fiction ve Yagmurdan Önce filmleri bu tür çevrimsel sonlara sahiptirler. Üç Renk Kirmizi filminin sonunda da bunlara benzer etkileyici bir dönüs vardir: Batan bir feribottan kuratrilan genç kadin bir ambulansin yaninda durmaktadir. Fonda ambulans üzerindeki kizilhaç görülür. Sonra kamera yavasça kadina dogru yaklasir. Omuz plana gelindiginde, arkadaki kizilhaç, kirmizi bir fona dönüsecek kadar yaklasmistir. Kizin islak saçlariyla kirmizi fon önündeki bu görüntüsü ise, daha önce yer aldigi bir reklam fotografinin aynisidir. Yine Barton Fink, otel odasindaki posterin gerçek hayattaki benzer bir görüntüsüyle sona erer.
__________________
Dramatik Hareketin Unsurlari
I. Çatisma
Çatisma, filmin itici gücüdür. Senaryoya baslarken önce çatismayi saptamakta yarar var.
Çatisma, öncelikle bir problem demektir. Metne bir problem saptanir. Senaryo metni, zaman zaman daralan, zaman zaman da genisleyen bir problem olarak görülebilir.
Çatisma mutlaka çözülmelidir.
Çatisma, temelde iki ya da daha fazla gücün karsilasmasidir.
Degisik türlerinden söz edilebilir:
-Insanin insanla çatismasi
-insanin dogayla çatismasi
-insanin kendisiyle çatismasi
-insanin toplumsal çevre ile çatismasi
Problemi bu degisik türler araciligiyla düsünmeliyiz. Hatta ana çatismayi mümkün oldugu kadar çok degisik görüs açisiyla sergilemek gerekir.
Çatismanin hemen giris bölümünde kilitlenmesi ve bir an önce izleyiciye gösterilmesi gerekir.
En etkili çatismalar, genellikle zamana kilitlenen çatismalardir: Saatli bomba örneginde oldugu gibi.
Çatisma, mutlaka siddete ya da sert aksiyona dayanmak zorunda degildir.
Somut olarak görülmedigi anlarda bile, çatisma kenini hissettirmelidir. Bir tehdit olarak varligi her yerde duyumsanmali ve asla tam olarak unutulmamalidir.
Çatisma, kahramani sonunda mutlaka degistirmelidir. Sözgelimi çatisma konusu bir korkuysa, korku sonunda yenilmelidir. Örnegin Arachnophobia'da örümceklerden ölesiye korkan ve bir örümcegi on metre uzaktayken gördügünde bile yerinden firlayan bir adam, sonunda bir metre çapinda bir örümcegin üzerine tirmanmasi sirasinda hiç kipirdamadan onu izler. Örümcege, ama herseyden önce de kendisine meydan okur.
Çatisma ilk basta kahramana dissal bile olsa, kahraman ona bir biçimde dahil edilmelidir. Örnegin bir depremden dogrudan etkilenmese de, kurtarma ekibinde yer alarak olayla bir biçimde iliskilendirilmelidir..
Çatisma, iki güç arasinda zitligi ve çözümün kuskulu oldugunu betimler. Ilgiyi saglayan da bu kuskudur.
Çatisma filmde iki anlamda bulunur:
-En genel anlamiyla bir zitliklar agi olarak: iyi-kötü, doga-kültür gibi.
-Ikinci anlamiyla ise çatisma, bir öykü çizgisi baslatandir. Çözüm bekleyen bir durumdur.
-Asilmasi gereken bir engel
-Yanit verilmesi gereken bir meydan okuma
-Giderilmesi gereken bir sorun
-Ortadan kaldirilmasi gereken bir tehdit
-Verilmesi gereken bir karar
-Kurtulunmasi gereken bir baski
-Yeniden kurulmasi gereken bir denge
vs...
Çatismanin dogurdugu bu amaç, çogu kez hem karakterin, hem de öykünün amaci olarak gözükür. Ama kahramanin amaciyla, öykünün amaci arasinda bir ayrim yapmak gerekir. Süper amaç (öykünün amaci) karakterin amacindan farkli olabilir. Örnegin kahramanin amaci sampiyon olmaktir., oysa öykünün amaci, kahramana hirsin ona verdigi zaraii kavramasini saglatmaktir.
II. Doruk Nokta
Doruk Nokta, genellikle filmin sonunda yer alir.
Bu önceden beklenen bir an da olabilir. Örnegin bir düello ya da Karate Kid'de oldugu gibi bir final müsabakasi.
Senaryo dendiginde akla gelmesi gereken ilk iki seyden birisi çatismaysa, digeri de doruk nokta olmalidir.
Olay örgüsünü olustururken doruk nokta daima göz önünde tutulmalidir.
Doruk nokta, mutlaka birilerinin ölmesini gerektirmez.
Çogunlukla zorunlu sahne'den meydana gelir. Mutlaka fiili bir durum olmalidir. Sözle ya da diyalogla geçistirilmemelidir. Çözüm izleyicinin zihninde tamamlanmaya birakilmamalidir, mutlaka gösterilmelidir.
III. Zorunlu Sahne
Zorunlu sahne ya da doruk noktadan sonra çözüm gerçeklesmis demektir. Bu noktadan sonra, açik kalan bazi olaylarin tamamlandigi kisa bir sonuç bölümü yer alabilir.
__________________
Sahne ve Sekanslarin Temel Özellikleri
I. Sahne ve Sekans: Tanimlar
Filmler, sahne ve sekanslardan olusurlar.
Temel öyküden yola çikarak öyküyü gelistirdikten sonra, onu sahne ve sekanslar halinde islemeye haziriz demektir.
Sahne; zaman, mekan, olay, tema/motif, içerik, kavram ya da karakter gibi araçlarla birlestirilmis, tek ve kesintisiz bir dramatik eylem içeren bir birimdir. Genellikle birbirleriyle ilgili bir çekimler dizisinden olusur. Ancak tek bir çekimden de olusabilir. Örnegin Senlik Atesi filminin giris sahnesi, Pulitzer ödülünü kazanan bir gazetecinin ödül töreninin yapildigi binaya girisinden kürsüye kadar gelip ödülü kazanmasini saglayan haberi anlatisina dek uzanan süreyi kapsayan tek bir çekimden olusur.
Sahneler, olay akisini çok sayida çekime bölseler bile, genellikle tek bir zaman dilimini ya da tek olaylik bir süreci kapsarlar. Örnegin Thelma ve Louise'de, iki kadin kahramanin bara gelisleri ile baslayan ve oradan ayrilmalariyla noktalanan sahne, çok sayida çekimden olusur ve sahnenin temelini olusturan olay çizgisi, arkadaslik teklifinden tecavüz girisimine ve oradan da cinayete uzanan süreci kapsar.
Sekans ise, birbiriyle iliskili olan sahnelerin bir araya gelmesiyle olusur. Sekansi olusturan sahneler, farkli olaylari ele almakla birlikte, sekans kendi içinde yine de bir bütünlüge sahiptir. Sekans genellikle bir süreklilik içermez. Olaylar farkli zaman ve mekanlarda geçer. Ama son kertede ayri ayri olay çizgileri arasinda bir bütünlük söz konusudur. Burada, Dressed to Kill'in giris sekansi örnek verilebilir. Sekans çok sayida sahneden olusur. Bununla birlikte sekansin üç temel asamayi isleyen sahnelerden meydana geldigi söylenebilir: Kadinin cinsel sorunlari ve bunlarin çözümü konusunda düsünme asamasi; sorunlarin asilmasi yolunda bir hamlenin yapilmasi asamasi; cinayetle sonlanan hamle sonrasi asamasi. Bu sekans boyunca çok sayida ayri olay (banyodaki mastürbasyon ve sevisme; ogulla yapilan diyaolog; psikologla yapilan konusma; müzede yasananlar; yabanci adamin evinde yasananlar ve nihayet cinayet), ayri mekan (banyo, müze, psikologun bürosu, yabanci adamin evi, asansör) ve ayri iliski (kocayla, ogulla, psikologla, yabanci adamla, katille, fahise kizla girilen iliskiler) karsimiza çikar.
Yazar, bir sahneyi planlarken, bu sahnenin filmin bütünü içindeki islevini, diger sahnelerle iliskilerini ve içerdigi aksiyonun iç yapisini belirlemeli; sahnenin atmosferine, ortamina ve hangi bakis açisindan sunulacagina karar vermeli.
II. Sahnenin Islevi
Sahnenin islevi, senaryonun bütünü içerisinde ondan yerine getirmesini umdugumuz görevdir.
Öncelikle sahnenin amaci/görevi belirlenmelidir. Sahneyle ne yapilmak isteniyor? Sahne hangi görevi yerine getirecek? Seyirci bu sahneden neyi algilamali, ne tür anlamlar çikarmali? Kisacasi, "Bu sahne neden var?" sorusunun belirgin ve açik bir yaniti olmalidir. Islevi yoksa ya da baska bir sahnenin islevini tekrarliyorsa, çikarilmasinda fayda vardir.
Sahneler, genellikle öyküyü gelistirmek, ilerletmek zorundadirlar. Bunu örnegin bir problem sunarak veya çözerek ya da bazi olaylara yer vererek yaparlar. Bazi sahneler ise sadece yan olaylari/alt öyküleri açiklarlar.
Sahnelerin temel islevleri arasinda sunlari sayabiliriz: Mekan olusturmak, atmosfer yaratmak, tema ya da tez sunmak, karakter ya da iliskiler hakkinda açiklama yapmak, bir olay çizgisini baslatmak, ilerletmek ya da sonlandirmak...
Zaman ve mekan geçisleri için ise genellikle kisa ara sahneler kullanilir.
Bazen de gerilimi düsürmek ve izleyiciyi rahatlatmak için dinlenme sahneleri konulur.
Bazi sahnelerin islevi, hizli bir kurguya yaslanarak, gerçekte çok uzun süreleri kapsayan olaylari kisa görüntülerle özetlemektir. Örnegin Rocky'nin büyük boks maçina hazirliklarinin müzik esiliginde özetlendigi sahneler.
Bazi sahneler ise sadece ilginç bir aksiyon içerirler, ama öykünün ilerlemesine bir katkilari yoktur. Bunlari da dinlenme sahneleri olarak görmek mümkündür. Genellikle komikliklerin sergilendigi bu sahnelerin bir islevi de, izleyicideki özdeslesme duygusunu arttirmaktir. Örnegin Hababam Sinifi filmlerinin kimi sahnelerinde, siniftaki ögrenciler "Inek Saban"a (Kemal Sunal) oyunlar oynarlar. Halit Akçatepe onun yanina gelir ve "Suradaki kizi gördün mü? Sana acayip bakiyor" der. Inek Saban inanmamis gibi yapip gülümser: "Bana mi? Hadi canim sen de, gihi ihi hihihi.." Fakat Akçatepe israr eder: "Neden be? Accayip yakisikli adamsin... bak bak bak sana nasil bakiyor. Bu kiz hasta sana, has-ta!" Sonra da onu kiskirtir: "Hadi ne duruyorsun, gidip tanissana." Inek Saban, kendini biraz gaza getirdikten sonra ("Yakisikli adamim di mi? Tabi canim, öyleyim. Ay vallahi de bana bakiyor. Bakma giz, namussuz, gihi ihi ihihihi..." vs.) kizin yanina gider, ama tanisma isini yüzüne gözüne bulastirir. Sonunda kiz ona bir tokat atip, " Aaaa, manyak mi ne?" deyip uzaklasir. Olayi izlemek üzere pusuya yatmis olan sinif arkadaslari saklandiklari yerden çikip gülmeye baslarlar: "Ulan Saban, ne adamsin be! Ho ho hi ha ha." Kandirildigini anlayan Inek Saban "Gülmeyin lan, essogulesekler!" dedikten sonra Halit Akçatepe'yi dönerek "Alçak!" deyip onu kovalamaya baslar. Sahne bu görüntüyle sona erer. Sahne, tümüyle oynanan oyuna ve Saban'in bunu anladiginda verdigi tepki üstüne kuruludur. Bu gibi sahneler herhangi bir olay çizgisini sürdürmedikleri gibi, bir yenisini de baslatmazlar. Bu anlamda kapalidirlar. Onun ötesinde sadece komiktirler, bu nedenle rahatlatir ve dinlendirirler. Öte yandan bu neseli ve sakaci sinifi biraz daha sevmisizdir, yani sahne özdeslesmemizi de arttirmistir. Bu sahneden sonra ise, Mahmut Hoca'yla ilgili bir kriz/bunalimin yasandigi ya da süren bir problemin gelistirildigi bir sahneye geçilir. Sonra yine Inek Saban'a oyun oynandigi bir sahneye vs.
Sahnelerin ana islevi -"Bu sahne neden var?" sorusunun yaniti- belirlenirken, sahnelerin birden çok isleve sahip olabilecegi de unutulmamalidir. Örnegin bir yandan öykünün gelisimine katkida bulunan bir sahne, diger yandan yeni bir karakteri tanitabilir, atmosfer yaratabilir ya da olay örgüsünde degisiklik yaratacak olan bir sürprize yol açabilir. Dressed to Kill'deki asansör cinayeti sahnesi yukarida sayilan tüm bu islevleri yerine getirir sözgelimi. Filmin baskisisi olarak kabul ettigimiz kadinin birden öldürülmesi, olay örgüsünde temelli bir degisiklik yaratan gerçek bir sürprizdir. Öte yandan bu cinayetle, öykü yepyeni bir düzeye yükselmis, bir ilerleme meydana gelmistir. Bütün bunlar olurken yeni karakterle de tanisiriz: Bir katil ve bir fahise kiz. Tüm bunlarin filmin atmosferini degistirdigini söylemeye bilmem gerek var mi?
Sahneyi olustururken sunu unutmamali: Karakterler görüntüdeyken kendilerini tanimlarlar ve özelliklerini açiklarlar her zaman için. Bir sahnede ana karakterler bulunuyorsa, yazar onlarin kendi amaçlarini ifade etmelerine olanak tanimali ve her sahnede karakterlerin tutarli ve güvenilir olmalarini saglamalidir. Sahnenin amaciyla karakterlerin amaçlari dengeli ve uyumlu biçimde örtüstürülmelidir.
Son olarak: tasarlanan bir sahnenin anlatabilecegi her sey göz önünde tutulmalidir. Çünkü sahneler, amaçladiklarimizin yaninda, amaçlamadigimiz pek çok seyi de anlatmis olabilirler. Bunlari ayiklayip gidermezsek, öyküde bulanikliga sebep verme tehlikesiyle karsi karsiya kaliriz sözgelimi.
III. Sahne(n/ler)in Sürekliligi
Sahnelerin sürekliligi, filmin akisi ve ritmi açisindan son derece önemlidir.
Iyi filmlerdeki sahnelerin gelisim çizgisi içinde, filmin genel etkisine katkida bulunacak bir akis ve ritm vardir. Örnegin Terminatör'deki aksiyon sahneleri, filmin genel etkisine katkida bulunan bir akis ve ritme sahiptirler.
Sahne sürekliligini, akis ve ritm yaratacak biçimde düzenlemenin bir yolu, film doruk noktaya yaklastikça sahne yogunlugunu arttirmaktir. Örnegin filmin ilk bölümleri agir tempolu sahneler içerir. Sonlarina dogru ise daha hareketli ve heyecanli sahneler çogunluktadir.
Bazi filmlerse, izlemis olduklarimizi ya da bize anlatilmak isteneni içeren anlamli ve yumusak sonlarla biterler.
Film, yapisal bütünlügü zedelenmemek kosuluyla, bazi çesitlemelere gereksinim duyar. Örnegin hep ayni yogunlukta olan sahnelerin art arda gelisi zamanla ilginin düsmesine neden olur. Tekdüzelik sikiciliga neden olur. Bu nedenle gerilimli sahnelerle rahat sahnelerin iyi bir dengesini kurmak gerekir. Kriz/bunalim anlariyla çatisma ve doruk nokta gibi önemli ve gerilimli anlar arasina daha sakin ve rahatlatici sahneler yerlestirilmelidir. Örnegin olaylarin basdöndürücü bir yükseklige ulasacagi sahnelerden önce, karakterlerin kendilerini tanittiklari ya da bir atmosferin olusturulmaya çalisildigi, izleyiciye nefes aldiran sahneler konulabilir. Terminatör filmi, koca bir aksiyon paketi sunmasina karsin, filmin ortalarda yer alan uzun bir dinlenme sahnesi içerir. Oldukça gerilimli giris sekansindan sonra, kahramanlarimiz çölün ortasinda arabalarini tamir edip, silah ve cephanelerini yenilerler. Tüm bunlar olurken Terminatörle çocuk arasindaki dostluk iliskisi gelistirilir ve ayni zamanda anlatici rölünde olan bas kadin karakter, filmin tezlerini ortaya atar. Siddetsiz, sakin ve dingin bir sahnedir. Sonra hizli ve siddetli yeni bir sekansa geçilir.
Gerilim ve rahatlik arasindaki gelgitler, sürekli yükselen egriyi aksatmaz, ama onu testere disli bir görünüme büründürür.
Gerilimi ve aksiyonu düsürmenin bir yolu da diyalog sahneleri kullanmaktir.
Film ritminin yaratilmasinda kullanilabilecek zit ögeler arasinda sunlar gösterilebilir:
Diyalogsuz sahne-Diyaloglu sahne
Hizli tempo-Agir tempo
Neseli/komik-Ciddi/agirbasli
Gece-Gündüz
Iç-Dis
Duragan-Hareketli
Samimi/gösterissiz-Görkemli/abartili
Öznel bakis açisi-Nesnel bakis açisi
Gürültü-Sessizlik
Zamanin sikistirlimasi-Birebir(gerçek) zaman
Bilgilendirici olma-Duygulandirici olma
Tema/karakter/atmosfer sahnesi-Olay örgüsünü ilerleten sahne
Tüm bunlarin örülme biçimi, sahnenin ve filmin ritmini etkiler.
Sahneler, islevsel olmakla birlikte, her zaman için öyküsel islevlerinden daha fazlasini yaparlar. Onlar, filmin biçimsel yapisina katkida bulunurlar ve birbirleriyle etkilesim içerisindedirler.
IV. Sahnelerin Iç Yapisi
Tipki filmin bütünü için söz konusu oldugu gibi, sahnelerin de kendi iç yapilari vardir. Bu nedenle yazar sahnenin islevini belirlerken, sahneyi nasil yapilandiracagina da karar vermelidir.
Her sahnenin kendine ait bir baslangici, gelisimi ve sonu vardir.
Sahnenin iç yapisina iliskin temel bir yaklasim, sahnenin amacini belirlemektir. Bir sahnenin amacina iliskin en etkin yaklasim yöntemi ise, ana karakterlerin amaçlarini belirlemektir. Çünkü kahraman genellikle sahnenin aksiyonunun failidir.
Karakterin amaci aktif fiil formuyla belirlenir: "...-mak/-mek" gibi.
Sahnedeki her karakter kendi amacina göre hareket eder.
Sahnelerin çogunlugunda en azindan bir karakterin bir amaci vardir: Önceki sahnelerde baslatmis oldugu herhangi bir aksiyonu gelistirmek.
Karakterlerin amaçlarini belirlemek sahnenin yapilandirilmasinda yazara yardimci olacaktir.
Sahnelerin çogunlugu, problem-gelisim-doruk sürecini izleyen bir dramatik yapi içerir. Çogu kez sahneler kendi doruk noktalarindan sonra tamamlanirlar. Bazen de ya yeni bir sorun yaratarak biter ya da bizi yeni bir gelisimin içine iterler.
Sahneler degisik sablonlara göre gelistirilebilir. Bazi sahneler dorukla sonuçlanabilir. Bu doruk noktanin kimi filmlerde dolayli bir yolla azaltildigi da olur.
Örnek: Adam kadini banyoda kistirmis ve öldürmek üzeredir. Adam cinayeti islemeden önce banyo kapisini kameranin üstüne (yüzümüze) kapatir. Bazi sahneler ise, sahnenin genel atmosferini veren bir çekimle baslar. Kimi durumlarda sahneyi ilgi odaginin disinda bir öge ile baslatmak ya da bitirmek filmin ilerleyen bölümleri üzerinde hizlandirici bir etki yapar. Özellikle komedilerde bazen sahnelerin sonunda yeni bir 'komik durum' yer alir. Yani sahnenin doruk noktasini yeni bir doruk nokta izler. Bu dramatik materyallerde de sözkonusudur. Sahnenin doruk noktasindan hemen sonra gelisen kriz, çözüm bekleyen yeni bir sorunu gündeme getirir. Çok iyi bir örnek oldugunu iddia edemem, ama bazi korku filmlerinde, ölü zannedilen sapik katilin bir daha canlanmasi ve 'bir daha', ama bu kez gerçekten öldürülmesi örnek verilebilir. Baska bir örnek: Terminatör 2'nin sonlarina dogru, uzun bir kovalama sahnesinden sonra Likid Adam'in kullandigi helikopter, Terminatör tarafindan patlatilir. Bu, kovalama sahnesinin doruk noktasidir. Ne var ki, kurtuldugumuzu zannederken kahramanlarin arabalarinin tekeri patlar. Kendilerine daha zayif bir kamyonet bulurlar. Likid Adam'sa Truck diye tabir edilen (Trak diye okunur) dev bir kamyon ele geçirmis ve yeniden kahramanlarimizin pesine düsmüstür. Doruk nokta, rahatlama saglamaktan öte, yeni ve daha büyük bir krize dönüsmüstür; çünkü kahramanlar bulduklari yeni arabayla Likid Adam karsisinda daha da zayif duruma düsmüslerdir. Kovalamacanin sürmesiyle baslayan yeni kriz, Arnold'un kamyonu devirmesiyle ve Likid Adamin kamyondan yayilan sivi gazla donmasiyla bu kez bir demirdöküm fabrikasinda sonuçlanir. Görkemli bir sonla Arnold Schwarzenegger donmus olan Likid Adami tuzla buz eder (Arnold: "Astalavista, baby!" (ates eder, Likid adam kirilan bir vazo gibi dagilir)). Fakat o da ne? Daha rahatlamaya firsat bulmadan, Likid Adam'in donmus parçalari döküm kazanlarinin isisi nedeniyle çözülüp yeniden birlesmeye baslar. Hiç bir sey bitmemistir. Tersine, sov daha yeni baslamaktadir. Terminatör 2'nin sürekli ilerleme açisindan sagladigi basari, büyük ölçüde doruk noktayi izleyen krizlerin iyi kullanilmasindan kaynaklanir. Sahneler bir türlü tamamlanmaz. Her son bir baslangiç olur. Her doruk noktasi sonrasinda çözümle degil, yeni bir krizle karsilasiriz. Ne zaman Likid Arkadas kazana düsürülür de eritilir, o zaman rahata ereriz. Fakat bu kez de duygusal bir kriz yasanir: Terminatör kendini de yok etmek zorundadir. Halbuki onu sevmis, bizden biri olarak kabul etmistik. "Gitmeyin, Terminatör Amca; size Baba diyebilmek istiyorum" desek de, çaresi yoktur. Yolcu yolunda gerek. Film gerçekten biter. Bize de söyle demek düser: "Aziz hatirani unutmayacagiz, Terminatör Abü!"
V. Sahnelerde Merak Unsurunun Kullanimi
Sahne ve sekans yapisini olusturmanin tekniklerinden bir tanesi merak ögesine basvurmadir. Bu arada merak ögesinin anlatinin temel ilkelerinden biri oldugu da hatirlanmalidir.
Seyirci, heyecanli bir gelisme ya da örnegin öç alma duygusunun içine sürüklendiginde merak ögesi de islemeye baslar. Seyircinin umutla beklemesi de önemlidir. Öte yandan bir olayin yarattigi korku, olayin kendisinden daha önemlidir.
Merak, genellikle ipucu-gecikme-gerçeklesme sürecini izler. Seyirciye önce bir seyle ilgili bir ipucu verilir. Sonra olay geciktirilir. Olay öylece havada asili kalir ve heyecan artar. Daha sonra olayin gerçeklesme evresine geçilir. Fakat olayin gerçeklesme biçimi de beklenenden farkli ve sasirtici olur genellikle.
Hitchcock ise söyle der: Odadaki bombadan bizim haberimiz var, ama karakterin yoktur. Iste merak duygusu budur.
Merak yaratmanin bir yolu, seyircinin bildigi, karakterin bilmedigi bir seye sahip olmaktir. Sonra karakterin ya bunu ortaya çikarmasini ya da bilgisizliginin sonuçlarina katlanmasini bekleriz. Bu durum iki kati bir güç içerir: 1. Bize verilen bilgiye dayali merak duygusu; 2. Olay gerçeklestiginde, kahramanin yasadigi saskinlik. Duydugumuz heyecanin bir bölümü, karakterin gösterecegi tepkiyi beklemekten kaynaklanir.
Kimi cinayet sahnelerinde, cinayeti görmemize, suçlunun kimligini ögrenmemize izin verilir. Bizim bildigimiz bu gerçegi, dedektif ögrenmeye çalisir.
Bazen bazi karakterlerin bildigi, digerlerinin ise bilmedigi bir seyi de bilebiliriz.
Bir olayin, ne zaman, nerede, nasil ya da kim taraindan gerçeklestirilecegine iliskin küçük bir ayrintinin gizlenmesiyle merak duygusu yaratilabilir.
Varilan sonuç, meraki kuran yapi ile uygun olmalidir. Yani merak edilen seye getirilen yanit, beklenenden farkli olabilmekle birlikte, çok alakasiz olmamali.
Merak ögesinin yapilandirdigi bir sahnenin sonu bir sürpriz içerdiginde daha güçlü olur.
VI. Sahnenin Atmosferi
Her sahne kendine özgü bir atmosfere sahiptir. Bu, filmin genel atmosferine katkida bulunur.
Ciddi filmler, gerilimli atmosferi kurabilmek için arada rahatlatici komik sahnelere de yer verirler.
Samimi bir havada yapilan diyaloglu sahneler, gerilim dolu anlatimin akisinda bir degisiklige neden olur.
Rahat ve gerilim dolu anlarin sirayla verilmesi, filmin akisinin gelistirilmesine katkida bulunur.
VII. Sahnenin Bakisaçisi
Sahnelerin bakis açilari vardir.
Yazar burada hangi karakterin ne ölçüde sahnede etkin olacagina karar vermek durumundadir: Sahnede hangi karakterin varligi ve bakis açisi belirleyici olmalidir? Karakter, sahnedeki pek çok kisi gibi nesnel olarak mi islenmelidir? Kamera öznel mi, yari-öznel mi, nesnel mi olmalidir?
Yazar, seyircinin sahneye ne kadar yakin ya da uzak olacagina da karar vermelidir: Kamera, seyirciye kendisini aksiyonun içinde oldugunu hissettirecek sekilde sahnenin tam ortasinda mi olmalidir ? Yoksa farkli bir bakis açisi elde etmek için sahneden uzak bir yere mi yerlesmelidir?
Öznel çekimler özellikle çarpici olabilir. Bir olay, gözlemci konumundaki bir kisinin gözünden izlendiginde, ilginç etkiler elde edilir. Olayi gözlemcinin gördügü biçimde yorumlamaya çalisiriz. 2001 Uzay Macerasi'nda astronotlar bilgisayar HAL'i nasil devredisi birakabileceklerini tartisirlar. HAL ise onlarin dudaklarini okuyarak plani ögrenir. Bu sahnede astronotlari HAL'in bakis açisiyla görürüz. Konusan astronotlarin dudaklarina yapilan zoomla, HAL'in öncelikli ilgisine de yogun biçimde katilmis oluruz. Onun bakis açisindan gördügümüz dudaklar bizi hayli ürkütür. Astronotlarla özdeslestigimizden, HAL sadece astronotlari degil, bizi, yani izleyiciyi de fena halde suçüstü yakalamistir.
Bakis açisi, bir sahnenin planlanmasinda gözönünde tutulmasi gereken önemli bir ögedir.
Bir sahne çogunlukla degisik bakis açilarinin karisimindan meydana gelir ve bakis açilari yazarin tasarimina göre degisiklikler gösterir.
Bakis açisindaki degisimler sürpriz ve merak duygusu yaratabilir.
Örnek:
Çekim 1 (Bel plan, önden) Çekmece kurcalayan bir adam.
Çekim 2 (Boy plan, arkadan, hizli kaydirma ile yaklasilir) Çekmeceyi kurcalayan adam
VIII. Sahne Geçisleri
Sahne geçislerinin önemle üstünde durulmasi gerekir.
Sahneleri birlestiren birer köprü olarak da düsünebilecegimiz geçisler, sahnenin akiciligina ve etkisine katkida bulunarak filmin üslup kazanmasina yardim eder. Bu köprüler genellikle zaman ve mekanda yapilan geçislerle ilg