Kadir Mısıroğlu Kimdir / Biyografisi / Hayatı

Sponsorlu Bağlantılar

Doğuş Pertez

Doğuş Pertez

Admin
    Konu Sahibi
Kadir Mısıroğlu Kimdir / Biyografisi / Hayatı
Sizler için hazırladığımız bu yazımızda Kadir Mısıroğlu kimdir, Kadir Mısıroğlu hayatı, Kadir Mısıroğlu biyografisi gibi başlıklar hakkında bilgiler sunduk.

1933 yılında Trabzon’un Akçaabat ilçesinde doğdu. Trabzon Lisesi’ni ve İ.Ü. Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Sebil Yayınevi’ni kurdu. 12 Eylül 1980’den sonra bir süre yurtdışına çıktı, bilahare yurda döndü.

ESERLERİ:
Araştırmaları: Lozan Zafer mi Hezimet mi 1-2, Yunan Mezalimi, Macar İhtilali, Amerika’da Zenci müslümanlık Hareketi, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Moskof Mezalimi,,Musul Meselesi ve Irak Türkleri, Ali Şükrü Bey,Osmanoğulları’nın Dramı, Türkçe, İslam Yazısına Dair, Üstad Necip Fazıl’ı Anarken, Üç Hilafetçi Şahsiyet, Geçmiş Günü Elerken 1-2
Romanları:Kanlı Düğün, Uzunca Sevindik, Kırık Kılıç.



KENDİ DİLİNDEN HAYATI

1933 yılı Ramazan-ı Şerifi’nin yirmiyedisinde yani “Kadir Gecesi” seher vakti Dünya’ya gelmişim. O saat mahallemizin Câmii Şerifinde âdet üzere “Seher Mukabelesi” okunuyormuş. Bu mukalebeyi takib etmekte olan babamın kulağına o anda müjdeyi fısıldamışlar ki, tam “Sûre-i Kadir” okunuyormuş. Bu sebeple ismimin “Kadir” olarak konulmasını gönlünden geçirmiş.

Doğduğum ev Akçaabat’ın Dürbinar Mahallesi’nin “Dere Mahallesi” denilmekle mâruf semtinde iki katlı, ahşap kağgir karışığı bir evdi. Hâlâ ayakta olan bu ev ailenin köyden şehre indiğinde yerleşmiş olduğu ilk evdir.

İsmimin Kadir olarak konulmasına babaannem itiraz etmiş ve Dedemin adını bana vermekte direnmiş, Dedemin adı aslında Kâzım‘mış. Fakat güzellik ve yakışıklılığından kinaye “Paşa, Paşa…” diye sevilirken Kâzım unutulup Paşa umûmileşmiş.

Bundan dolayı babaannemi de tatmin maksadıyla bana “Kadir Paşa” adını vermişler. Lâkin babam bu ismi nüfusa Paşa’sız olarak kaydettir miş. Esasen bir yıl sonra da çıkarılan bir kanunla paşa sözü diğer bir çok elkabla birlikte yasaklanmıştır. Buna rağmen, mahallede hep “Kadir Paşa” olarak anılagelmişimdir. Dedemin mezarı Dürbinar mahallesindeki aile kabristanı-mızdadır. 1975 yılında vefat eden babam 1991 sonlarında vefat eden vâlidem ve diğer akrabalarımız da orada yatmaktadır.

Vâlidem Sâriye Hanım da ebâecdad Akçaabatlı olup kazanın en eski ve mâruf âilesi “Hacısâlihoğulları” ndandır.

Vâlidemin anlattığına göre hiç ana sütü emmediğimden, çocukken gâyet cılızmışım. Hatta bu sebeble dört yaşına kadar yürüyememişim. Bir gün kapıya gelen dilenci kılıklı biri Vâlideme:
” - Bu çocuk neden hep oturuyor?”diye sormuş. vâlidem de cılızlıktan yürüyemediğimi izah edince adam:
” - Siz buna bir kurban kesiniz, kurbanın kanıyla kendisini belden aşağıya yıkayınız, kan vücûdunda üç gün kalsın. Üç gün sonra normal su ile yıkayıp kanları temizleyiniz. Allah (c.c.)’ın izniyle yürür!..” demiş.

Vâlidem kendisine bi, ikram için odaya girip çıktığında kapıdaki bu zatın kaybolduğunu görmüş. Bu işte bir fevkalâdelik olduğunu düşünerek o gün adamın dediğini yapmış ve böylece yürümüşüm.

Cılızlığım sebebiyle yedi yaşıma bastığımda mektebe gönderilmedim. Bu husustaki yalvarmalarım fayda vermedi. Bir yıl sonra yani, sekiz yaşında Akçaabat Merkez İlk Mektebi‘ne başladım. İslâm aleyhtarlığının en şiddetli bir sûrette yürütüldüğü zamandı. Mektebe başlamadan önce Kur’an Hocası’na gitmiştim. Hocanın defaatle Jandarmalar tarafından basılması yüzünden, ancak bir hatim indirebildim.

İlk tahsilimi tamamıyla bu Merkez İlk Mektebi ‘nde bitirdim. O sene kazamızda bir ortamektep yapılmasına başlanmış fakat bitirilmemişti. Babamsa beni okutmak istemiyordu. Bu sebeble devre arkadaşlarımdan bazıları orta mektep tahsili için Trabzon’a gittikleri halde, babam beni bir terzi yanına çırak olarak verdi. Fakat benim böyle bir işle vakit geçirmeye hiç de niyetim yoktu. Bu bakımdan sık sık terzi dükkânından kaçıyordum. O sıralarda başta Hz. Ali cenkleriyle ilgili kitaplar olmak üzere, ne bulursam okuyordum. O derece ki, her an elimde kitap bulunduğundan söylenen söz kulağıma girmez, bana havale edilen işleri yanlış yapardım. Bir gün böyle bir halime kızan vâlidem biriktirebilğidim bütün kitapları avluya dökerek yakmıştır. Bu kadar anormal okuma hevesimin sonunda şuurumun bozulacağından korkuyorlardı.

Ertesi yıl ortamektep ikmal edildi. Talebeler kaydolmaya başladılar. Babam beni okutmamak için hâlâ direniyordu.

” - Bir tek oğlum var, okuyup da memur olur giderse ocağım söner” diyordu. Lâkin sağın, solun zorlaması, hocalarımın baskısı neticesinde O’nun mukavemetini kırabildik. Böylece yirmibir numara ile Akçaabat Orta Mektebi‘ne en son kaydolan bir talebe olabildim.

O yıl (1947) Büyük Doğu ile tanıştım. İlk mektepten itibaren parlak bir talebeydim. Hocalarım beni el üstünde tutarlardı. Hariçten ne bulabildimse okumam sebebiyle dâima sınıf arkadaşlarımın üstünde bir seviyem vardı. Büyük Doğu, CHP, M. Kemal Paşa ve inkılâplara bakış açımın teşekkül etmesinde mühim bir merhale oldu. Esasen öteden beri evimizin dindar havasında bunlar menfur ilân edilmiş olduklarından bende, bu istikamette bir temâyülün ilk nüvesi mevcuttu.

Orta mektep ikinci sınıfda okurken (1948) sınıf arkadaşlarımla vâki bir münakaşa mektep dışından idareye aksettirilmiş ve bundan dolayı bir haftalık “Tard-ı muvakkat” yani geçici uzaklaştırma cezası almıştım. Sebap gâyet basitti: Bu münakaşanın mevzuu M. Kemal Paşa’nın şahsiyet ve hareketleriydi. Bu hususta serdettiğim fikirler, idarece suç telakki edilmiş ve bir hafta mektepten uzaklaştırılmıştım. Eğer fevkâlâde zeki bir talebe olmasaymışım, beni büsbütün kovacaklarmış. Babam bu ceza işiyle hiç alâkadar olmadı. Belki de kovulmadığıma üzülmüştür. Lâkin bu sûretle başlayan yakın tarihimizle alâkalı bir bakış açısı, zamanla gelişecek, hayat ve mücâdelemin hâkim çizgisini teşkil edecekti.

Hafta sonları, Trabzon’a gidip gelmeye başladım. Trabzon lisesi’nde ve Trabzon Muallim Mektebi’nde bazı milliyetçi arkadaşlar edindim. Bunlar vasıtasıyla Sebilürreşad ve Serdengeçti mecmualarından haberdar oldum.

O sırada güdümlü demokrasi mücâdelesinin hızlanmasıyla dindar insanlar da milliyetçilik adı altında yavaş yavaş fikirlerini izhar etmeye başlamışlardı. Bu sebeple üç-beş sayı çıkıp batan birkaç sayfalık gazete ve dergiler görülüyordu. Bunların her birinden birşey kapmışımdır.
1950 yılında Trabzon Lisesi’ne başladığım zaman, şahsiyet ve fikirlerim ana hatlarıyla tebellür etmiş bulunuyordu. Kendime göre fikrî bir muhitim de vardı. Sık sık anma günleri yapar, Mehmed Akif, Kâzım Karabekir ve hatta Mareşal Fevzi Çakmak için bile mevlüd okutmaya kadar varan, alâkalar içinde davayı terennüm etmeye çalışıyordum ki; bunlardan bazıları mahallî gazetelere de aksetmiştir.
Bu sırada dört küçük milliyetçi teşekkülün birleşmesiyle vücud bulan “Türk Milliyetçiler Derneği” nin Akçaabat Şubesi’ni açtım ve 1953 yılında DP hükümetince basit bir bahane ile kapatılıncaya kadar başkanlığını deruhte ettim. En yakın arkadaşım bilâhere 27 Mayıs İhtilâli hengâmında öldürülen Özdemir Kazancıoğlu idi. O’nunla gece gündüz beraberdik.

Trabzon Lisesi benim için islâmî mücâdele bakımından dört fırtınalı yıl olarak geçmiştir. O zamanlar liseler dört yıldı. Heyecan ve asabiyetim had safhada olduğundan, nasıl olup da o mektebi bitirebildiğime hâlâ şaşarım.

1953 yılında İstanbul’un Fethi’nin beş yüzüncü yıldönümü dolayısıyla yapılan kompozisyon yarışmasını kazanarak bir güzel dolmakalem mükâfat olarak aldım.

Bütün lise hayatım boyunca iki dindar hocayla karşılaşabilmişim. Bunlar coğrafya muallimi merhum İsmail Hakkı Berkmen ile halen hayatta olan Ahmet Saka Bey’lerdi. İdâre ve müdürümüz dindarlık ve milliyetçiliğe haşin bir sûrette karşıydı. Bundan dolayı pek çok kereler disiplin kuruluna girip çıkmak mecburiyetinde kalmışımdır. Bu arada binbir güçlükle temin edebildiğimiz namaz odasına asılmış olan bir takvimin kartonundaki M. Kemal Paşa resmini yırtma sebebiyle üç gün “Tard-ı muvakkat” cezasına çarptırılışım zikre değer. Bilahere büyütülen bu hâdise yüzünden, mezûniyet ve olgunluk imtihanları arasında tamamen mektepten uzaklaştırılma cezasına çaptırıldım. Ayrıca, güya beni himaye etmiş olmak töhmetiyle o zamanın başmuavini İsmail Hakkı Berkmen ve edebiyat muallimi Kaya Bilgegil (sonradan profesör) de altı ay vekâlet emrinde kalmak sûretiyle iz’ac olunmuşlardır. Ben de müteakip imtihanlar için Giresun’a gittim. O zaman olgunluk imtihanı dört dersten yapılırdı. Sualler Bakanlıktan gelirdi. Yolda imtihanların birini kaçırmıştım. Diğerlerini Giresun’da vermiştim. Kaçırdığım imtihan için 1954 Ekimi’nde Erzurum’a gittim. Bu dersin imtihanını da Erzurum Lisesi’nde vererek nihâyet lise mezunu olabildim.

Lâkin lise devremdeki mücadeleler tâfsilatıyla okunmaya değer mâhiyettedir. Davamızın o günkü şartlarının anlaşılması bakımından hâiz-i ehemmiyet olan bu devreyi, çeşitli yönleriyle anlatan “Geçmiş Günü Elerken I-II” serlevhalı esere bakılabilir.

Artık yüksek tahsil için İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Babamın bu husustaki muhalefetini bertaraf etmek kolay olmadı. O sırada mahallemizde bir kız delirmişti. Okuma arzusuna set çekildiği için delirdiği şâiası babamı biraz yumuşatır gibi oldu. Lâkin para vermeyerek Akçaabat’tan ayrılmamı önlemeye çalışıyordu. Zavallı anacağım aynı zamanda terzilik eder, şuna buna dikiş dikerdi. Yediyüz lira para biriktirmiş imiş. Bunu bana verince, son müşkül de hallolmuş oldu.

Üç günlük bir vapur yolculuğundan sonra 6 Ekim 1954′te İstanbul’a ayak bastım. Her taraf bayraklarla donatılmıştı. İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluş yıldönümü imiş. Boğazı hayranlıkla seyrederek Galata’da karaya ayak bastım. Bir müddet Edirnekapı’daki eniştemin yanında, bir müddet de Fatih Sarıgüzel’deki babamın teyzesi yanında kaldım. Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırarak bilahere Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyeti‘nin Soğanağa semtindeki yurduna yerleştim.
Fakülte hayatım lisedekinin birkaç katı daha hareketli ve mücâdeleli geçti. Bunun bir kısım tafsilâtını da yine “Geçmiş Günü Elerken” adlı eserimde bulabilirsiniz. Ehemmiyetli olanı bir taraftan çalışarak, diğer taraftan da okumak sûretiyle fakülteyi yürütmüş olmam ve dava için uğraşmaktan bir an bile geri durmamamdı. Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyeti‘nin yurdundaki ikâmetim bir yıl sonra o cemiyetin başkanlığını yapmamı ve bu başkanlıkta yurtçuluk mes’elesini öğrenmemi intaç eylemiştir. Üniversite talebeliğim esnasında yedi talebe yurdu açıp çalıştırmışımdır ki bunların en meşhurları “Vefa”, “Seyhan”, “Karadeniz” ve “Yıldız” Talebe Yurdlarıdır. Dava yönünden genç insanlarla meşgul olmak için en müsâid müessesenin yurd olduğunu ilk keşfeden benim, desem herhalde yanlış olmaz, o derecede ki mâhud dönme Ahmed Emin Yalman o tarihlerde vatan gazetesinde bu faaliyetimden dolayı aleyhime bir baş yazı yazmıştır.

1961 yılında Aynur (Aydınaslan) ile evlendim. Sırasıyla Abdullah Sünusi (1963) Fatıma Mehlika (1965) Mehmed Selman (1973) isimli üç çocuğumuz oldu.

Fakülte yıllarından itibaren neşriyat ve konferanslar vermeyi hızlandırarak hukukçuluktan çok tarihçiliğe meylettim. Yakın tarihimiz üzerindeki araştırmalar daha çok alâkamı celbediyordu. Vâsıl olduğum kanaatleri, izhar ve ifadenin kanûnî güçlüklerine rağmen yazıp söylemekten geri kalmadım. Daha önceleri çeşitli mecmua ve gazetelerde çoğu müstear adlarla yazılar yayınlamıştım. Öz adımla matbuat âleminde ilk görünüşüm 1948 yılındadır. Bu çocuksu bir şiirdir ve Yeni Polathane Gazete’sinde yayınlanmıştır. Polathane, Akçaabat’ın eski adıdır. Fakülte yıllarımda merhum İlhan Darendelioğlu‘nun çıkarmakta olduğu Toprak Dergisine de Mehmed Meriçgiller nâm-ı müsteari ile birkaç yazı yazmıştım.

İlk eserim Lozan Zafer mi, Hezimet mi ? adlı araştırmanın birinci cildidir. İlk tabı 1964 yılında yapılmıştır. Aynı yıl “SEBİL YAYINEVİ”ni kurmuştum. Bu eser yayınevinin ilk kitabı oldu. 1970 yılındaki genişletilmiş ikinci tabı 5816 sayılı “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”na istinaden toplattırılmış, hakkımızda dava açılmış ve bu dava 1974 umûmî affı ile bir karara iktiran etmeksizin düşmüştür.

1970 yılı ocak ayında İstanbul Milli Türk Talebe Birliği‘nde “Harf İnkılâbı” ile alâkalı bir konferansım dava mevzuu yapılarak hakkımda Eski-şehir Örfî İdare Askerî Mahkemesi‘nce yedi sene hapis beş sene amme haklarından men ve yirmi ay sürgün cezası verilmiştir. Hem kanunî ikametgâhım ve hem de konferansın verildiği yer İstanbul olduğu halde, Eskişehir’in bir selâhiyet tecâvüzü ile bu davaya bakmasındaki garabet ve hukukun defaatle nasıl çiğnenmiş olduğunu göstermek için ciltler dolusu yazmak gerekir. Şâhidlerin hapsedilmesinden tutunuz da, askerî şahısların kendi fiilleri ha-kkında şahid olarak dinlenmelerine ve hatta önce beraat olarak yazılmış olan kararın kumandan İrfanÖzaydınlı’nın baskısıyla yırtılıp yedi sene hapse tahvil edilmesine kadar nice nice kanunsuzlukların sergilendiği bu macerayı - inşallah - müstakil bir eser halinde kaleme alacağım.

Hükmedilen cezanın infazı Eskişehir Sivil Cezâevi‘nde başlayıp İstanbul Sağmalcılar Cezaevi, ve Bakırköy Akıl Hastahânesi Adlî Servis merhale-lerinde geçtikten sonra Cerrahpaşa Hastahânesi Psikiyatri Kliniği‘nden 1974 Yılı Mayısında çıkarılan umûmî afla nihayete ermiştir. Lâkin bu benim ilk hapsedilişim değildir. Merhum Necip Fazıl Bey‘le yakınlığım dolayısıyla resmî bir sürü istintak geçirmiş ve nihayet 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra hapsin hem de “Kızgın Askerler” kontrolündeki en şiddetli nev’ini tatmıştım. Aziz Nesin‘le Nâdir Nâdi arasındaki bir kalem münakaşasından başlayıp garip şekiller geçir-dikten sonra benim Bursa’da Çekirce Kaplıcaları‘ndan alınıp İstanbul’a getirilmem, İstanbul Harbiye Binasındaki hücrelerden birine hapsedilmem, bilâhere Balmumcu Askerî Kışlası‘ndan tahliye edilmemle ilgili tafsilât da müstakilen yazılmaya değer mâhiyettedir.

1964 yılında “Sebil Yayınevi“ni kurup kendimi tamamen neşriyata verdim. 1970 yılında Harf İnkılâbı ile ilgili mezkûr konferansım yüzünden, mâruz kaldığım hapsedilme macerasından sonra yine aynı işe devam ettim ve 1976 yılı başından itibaren haftalık olarak Sebil Dergisi‘ni çıkarmaya başladım. Bu dergideki yazılarımdan dolayı kısa bir müddet sonra hakkımda M. Kemal Paşa ile ilgili mâhud kanun ve 163. maddeye istinaden sayısız dava açılması üzerine yeniden hapse girmeyi bertaraf etmek ümidiyle 1977 umûmî seçimlerinde MSP’den Trabzon mebus namzedi oldum. Listede ikinci sıraya konulmam sebebiyle kazanamadım. Ertesi yıl aynı partiden İstanbul senato namzedi oldum. Yine ikinci sıraya konulmuş olduğum için kazanamadım.

1978 yılında MSP Merkez Umûmî Heyeti‘ne (Genel idare Kurulu) seçildim. Bu vazifedeyken 12 Eylül 1980 İhtilâli oldu ve 13 Ekim 1980 tarihinde bütün merkez Umûmî Heyeti hakkında tevkif kararı verildi. Bunun üzerine hakkımda daha evvel açılmış olan davaların, MSP davasıyla birleşmesinden doğacak psikolojik ağırlıktan kurtulmak isteyen bazı arkadaşlarımızın ısrarı sebebiyle yurtdışına çıktım, Almanya’da ikâmet hakkım olduğundan Frankfurt’a yerleştim.

Böylece vatan-ı azizimden ayrıldığım zaman, arkada otuzdan fazla ağır cezalık dava bırakmış durumdaydım. Bilâhere çoluk çocuğumu yanıma getirttim. Almanların benden gayrısına oturma müsâdesi vermemesi üzerine, hep birlikte İngiltere’ye geçtik.

Gurbete hazır değildim. Mâlî imkânlarım mahduddu. Bu sebeble gâyet sıkıntılı bir gurbet çilesi içinde boğuşurken 1983 yılı başlarında gazete, radyo ve televizyon anonslarıyla yurda dönmeye dâvet olundum. Dâvete icabet etmediğimden bilâhere Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı‘ndan tard edildim. Bu sebeble İngiltereden siyasî iltica hakkı istedim. Bunun için 7 Eylül 1983 tarih ve 18158 numaralı kararın yayınlandığı Resmî Gazete’yi göstermem kâfî geldi. Daha sonra ecdaddan kalma gayri menkullerim hazinece haraç - mezat sattırıldı. Bu yetmiyormuş gibi 1984 yılında da kitap depomuz yaktırılarak iktisaden çökertilmem için elden geleni yaptılar.

Çoluk çocuğumla Londra’da oturmaktayken geçimimi sağlayacak bir iş kuramadığımdan bir buçuk yıl sonra iş ve geçim mecburiyeti beni tekrar Almanya’ya dönmeye zorladı. Böylece “Gurbet İçinde Gurbet” denilebilecek bir çile çemberi içinde günlerimi geçirmek kaderimin garip bir cilvesi olmuştur.

1991 Yılında çıkarılan Terör Kanunu” ile TCK.ndan mâhud 163.madde çıkarılınca aziz vatana avdet edebildim.

Yayınlanmış olan eserlerimin tam bir listesi işbu yazının altında mevcudtur. Ancak fazla emek vermediğim bazı eserlerde Cüneyd Emiroğlu müsteâr adını kullandığımı hatırlatmak isterim.


HABER

Davayı kaybetti diye vuruldu
Mehmet AKTARAN Gülcan DEMİRCİ-Rıdvan TEZEL MERKEZ
Sabah 3 Eylül 2004

Eski Milli Selamet Partisi'nin yöneticilerinden olan ve halen gazetecilik ile yazarlığın dışında avukatlık yapan Kadir Mısıroğlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne karşı açılan davayı kaybedince müvekkili Doğan Göçer tarafından bacağından vuruldu. Verdiği parayı geri isteyen Göçer, olumsuz yanıt alınca belindeki silahı çıkarak Mısıroğlu'nun bacağına bir el ateş etti. Mısıroğlu tedavi altına alınırken, Göçer kaçtı. Dün öğle saatlerinde Üsküdar Tunus Bağı'nda bulunan Mısıroğlu'nun avukatlık bürosuna gelen Doğan Göçer, avukatlık ücretini geri ödenmesini istedi. Ancak Mısıroğlu, olumsuz yanıt verdi. Bunun üzerine ikili arasında tartışma çıktı. Göçer, belinde taşıdığı tabancayı çıkartıp Mısıroğlu'nun bacağına bir el ateş etti. Göçer olay yerinden kaçarak izini kaybettirirken yaralanan Mısıroğlu, çevredekiler tarafından hastaneye kaldırıldı. Polis, olay yerinde bir adet boş kovan bulurken, çok yönlü soruşturma başlattı. Polis, Doğan Göçer'in yakalamaya çalışıyor.



HABER

Akif'in torunundan Mısıroğlu'na suç duyurusu
Sondevir 16 Mart 2012

Mehmet Akif Ersoy'un torunu Selma Argon, yazar Kadir Mısırlıoğlu hakkında, Mehmet Akif Ersoy'un hatırasına hakaret ettiği ve İstiklal Marşı'nı alenen aşağıladığı gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu.

Avukatı Yaşar Baş ile birlikte Bakırköy Adalet Sarayına gelen Argon, Yazar Mısıroğlu hakkında hazırladıkları suç duyurusu dilekçesini Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığına sundu.

Mısıroğlu'nun çeşitli internet sitelerinde, Ersoy hakkında hakaret içerikli yazılar yazdığı ifade edilen dilekçede, Mısıroğlu'nun İstiklal Marşı hakkında yazdığı yazılarla da İstiklal Marşı'nı aşağıladığı kaydedildi.

Dilekçede, ''Milletin birliğinin, bağımsızlığının ve onurunun simgesi olan İstiklal Marşımızın bu şekilde aşağılanmasının suç'' olduğuna yer verilerek, TCK'da 'İstiklal Marşını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır' hükmünün yer aldığını kaydetti.

Adliye önünde basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Argon, olanlardan dolayı büyük üzüntü duyduğunu belirterek, ''Bu mesele tek tek vatandaşlara düşmemeli. İstiklal Marşı, hepimizin milli marşıdır. Hepimizin sevdiği, okurken gözlerimizin yaşardığı biricik marşımızdır. O bizim konumumuz olmamalı'' dedi.

Eleştiri yolunun herkese açık olduğunu ifade eden Argon, fikirler açıklanırken hakarete varmamak gerektiğini söyledi. Argon, ''Aksi takdirde insanlar kırılıyor, üzülüyor. Ben bu olanlardan dolayı çok üzgünüm. Burada bu suç duyurusunda bulunmuş olduğum için de üzgünüm'' şeklinde konuştu.

Kadir Mısıroğlu Mehmet Akif Ersoy için katıldığı bir programda 'Serseri' ifadesini kullanmış ve İstiklal Marşı'nın sözlerini eleştirmişti...
 

Benzer Konular



Üst Alt