Edebİ Akimlar Detayli Anlatim

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Doğuş Pertez

Doğuş Pertez

Admin
    Konu Sahibi
Edebİ Akimlar Detayli Anlatim
EDEBİ AKIMLAR DETAYLI ANLATIM

Edebiyatta yönetimler ve akımlar
Sözün yerini yazıya bıraktığı andan itibaren insanoğlu, kendini ve dünyayı ifade edip, belki de ölümsüzlüğü yakalayabileceği bu alanda farklı biçimler aramıştır. "Verba Volent, Scripta Manent" yani "Söz uçar, yazı kalır" felsefesiyle önemi bir kez daha belirtilen yazma eylemi, farklı anlayışları da doğurmuştur. Bireysel bir eylem olarak tanımlanabilecek yazma ve okuma eylemi, her iki tarafın ruh halini, içdünyasını ve bilincini yansıttığı kadar, yaşanılan çevrenin, ülkenin ya da dünyanın konjektürel durumundan bağımsız düşünülemez elbette. Kısacası insanın kendini oluşturma ve dünyayı algılama biçiminde ortaya çıkar ayrımlar yazıya da aksetmiş.

İnsanı değiştirip dönüştürmenin en önemli yolunun, edebiyattan geçtiğine inanan edebiyatçılar, kimi zaman varolan bir akımın temsilcileri arasına katılmış kimi zaman da iradi müdahalelerini kullanarak bizzat kendileri bir akımın yaratıcısı olmuşlardır.

Akımların ortaya çıkış süreçlerini, neye tepki olarak doğduğunu ve nasıl geliştiği öğrenmek, sadece edebiyat tarihçileri için değil, kitapları yaşamı kavramının bir yolu olarak gören herkesi yakından ilgilendirecektir kuşkusuz.

İşte bu gerçekten hareketle hazırlanan "Edebiyatta Akımlar ve Yönelimler" adlı bölümde, dünyayı etkisi altına alan; Dadaizm, Dışavurumculuk, Eleştirel Gerçekçilik, Fantazya, Fütüralizm, Gerçekçilik, Gerçeküstücülük, İmgecilik, Klasizm, Kübizm, Naturalizm, Romantizm, Rönesans Edebiyatı, Toplumcu Gerçekçilik, Varoluşçuluk gibi akımların yanı sıra Hececiler, İkinci Yeni, Köy Romanı, Milli Edebiyat, Servet-i Fünun Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı gibi sadece ülkemiz sınırları arasında varlığını sürdüren yönelimleri bulmak mümkün.



Dadaizim
Tristan Tzara ve arkadaşları tarafından Fransız edebiyatında 20. yüzyıl başlarında geliştirilen bu akım, savaşın hemen sonrasında geliştiği için güvensizlik ve umutsuzluk ortamının ürünüdür. Dadacılar, tutumlarıyla kamuoyunu sarsmak, şaşkınlığa düşürmek ve onu uyuşukluğundan çekip çıkarmak istiyordu. Bunun için yerleşik dil ve estetik kurallarına başkaldırdılar. Sözcüklerin sözlük anlamını bile yadsıdılar. Aşırı ölçüde kapalılığa yönelip alabildiğine çağrışımları temel alan bu akım, 1921 yılına kadar sürüp yerini gerçeküstücülüğe bıraktı.

Dışavurumculuk
Sanat ve edebiyat ürünlerinde iç gerçeğin ve iç yaşantının önemli olduğunu, bunu dışa yansıtmak ya da vurmak gerektiğini savunan akımdır. Önce resimde ortaya çıkmış kısa sürede edebiyata geçmiştir. Almanya'da doğan bu akım, özellikle Naturalizmin aşırı biçimde doğayı olduğu gibi kopya eden tutumuna ve İzlenimciliğin dış izlem bağlılığına karşı bir tepkidir. Amacı geçmişle oluşan köprüleri atmak, gelenekleri maddeci bir düşünce üzerine kurulu düzeni yadsıyarak, nesneler arasında yitip giden insanı kurtarmaktı. Bu nedenle dışavurumcular için dış dünyanın nesneleri birer yansıtma konusu olmayıp yalnızca iç dünya için ham bir gereçti. İç gözleme ve öznel gerçekliğe büyük önek veren Dışavurumculuk akımı içinde O'Neil, Franz Kafka, A Strindberg, T.S. Eliot, J. Joyce gibi yazarlar sayılabilir.

Eleştirel Gerçekçilik
Toplumsal gerçekleri eleştirel bir yaklaşımla değerlendiren, insanı toplumsal ilişkileriyle yansıtmayı amaçlayan edebiyat yönelimi. Kaynağını ve ilkelerini Gerçekçilik akımından almış olsa da ona yeni anlam ve içerik yüklemiştir. "İnsanı biçimlendiren, onun duygu ve düşünce evrenini oluşturan, ahlaksal değer ve yargılarını oluşturan toplumsal çevresiyse eğer insanı insancıl nitelikler doğrultusunda değiştirebilmek için çevresini değiştirmek gerekir. Bu nedenle edebiyatın üstlenmesi gereken görev, insanı ve onu biçimlendiren toplumsal çevreyi değiştirmektir" görüşünden yola çıkan Eleştirel Gerçekçiler, sorunları saptama ve yansıtmanın yetmediğini önemli olanın koşulları değiştirmek olduğunu savunur.

Bu akımın öncülüğünü yapan Fransız yazar Anatole France, değişeceğini söylediği düzenin eksik ve çarpık yönlerini "Slyvester Bonnard'ın Suçu", "Kızıl Zambak", "Bay Bergeret Paris'te", "Penguenler Adası", "Tanrılar Susamışlardı", "Meleklerin İsyanı" gibi eserlerinde olabildiğince açık bir dille yansıtmıştır.

Anatole France gibi Romain Rolland da insanın davranışlarını yönlendiren törel değerlerin eleştirisini yapmıştır. Alman romancı Thomas Mann ise burjuva gelenek ve değer yargılarına gözlemci bir gerçekçilikle karşı çıkan yazarlar arasındadır. Mann, ilk önemli romanı "Buddenbrooklar"dan başlayarak "Büyülü Dağ", "Dr. Faustus", "Değişen Kafalar", "Yusuf ile Kardeşleri" adlı yapıtlarında insan düşüncesini ve özgürlüğünü boğan güçlere karşı dolaylı bir savaş açmıştır. Eleştirel Gerçekçilik yöneliminin diğer yazarları arasında Theodore Dreiser, Sinclair Lewis, Jack London, John Steinbeck, Ernest Hemingway, Miguel de Unamuno, Federico Garcia Lorca, Louis Aragon ve Pablo Neruda'yı sayabiliriz.


Fantazya
Düş gücünün alabildiğince özgür bir biçimde ortaya koyulduğu şaşırtıcı düşünce ve bunlarla donanmış sanat yapıtlarına verilen ad. Fantazyalar oluşturma, düşler kurup ona sığınma insanoğlunun temel bir yönelimidir. İnsanoğlu, arayıp da bulamadığı mutluluğu, dirlik ve düzeni yeni dünyalarda, düş ülkelerinde (utopya) yaratmaya çalışır. Fantazya yazınsal yaratıyı besleyen, oluşturup geliştiren temel kaynaklardan biri olmuştur. Her fantazya gerçeğin aşılmasıyla yaratılır. Var olanla yetinmez, var olmayanın ardına düşer. Kimi eserlerde fantazya bir eleştiri öğesi ve yargısal bir boyut kazanır. Bunun en güzel örneği Jonathan Swift'in yazdığı "Gulliver'in Gezileri"nde bulunur.Satılmış ve çıkarcı yasa koyucular, yoksul halkı sömüren acımasız toprak ağaları, yozlaşmış eğitimciler kısacası Liliput adlı düşsel ülkedeki tüm kurumlar ve bunları yönetenler için kara bir taşlamadır "Gulliver'in Gezileri".

Sanatçı yaşadığı zaman diliminden dışarı çıkmak isteyerek ya geçmişe ya da geleceğe yönelir. Geçmişe ya da gelece uzanışın özünde yaşanılan ya da yaşanılacak günlerin tedirginliğinden kurtulma istediği vardır. Bunun en belirleyici örneklerinden biri Dante'nin "İlahi Komedya" adlı yapıtıdır. Dante'nin fantazyasal yapıttaki tutumu değişik bir doku içinde kendini Cervantes'in "Don Quijote" adlı romanında da gösterir. Çağdan çağa değişen özellikler gösteren bu tür; insanın ya da toplumun üstüne çöken karabasandan sıyrılma, rahatlama, baskılardan kurtulup özgürleşme istemlerinin doğmasına neden olur. Son yıllarda fantazya hakettiği değeri kazanmış ve bu türde ürün veren yazarların sayısında kayda değer bir artış kaydedilmiştir. Tolkien'in yazdığı ve ülkemizde de büyük ilgi gören "Yüzüklerin Efendisi"yle başlayan furyanın devam edeceği sanılmaktadır.

Fütürizm
İtalyan şairi Marinetti'nin (1876 - 1944) 1909'da Fransa'da yayımlanan bildirgesiyle ortaya çıkan, yaşamın sürekli bir değişim sürecinde olduğunu, sanatın da yerleşik bütün kuralları bir yana bırakarak yaşamdaki bu hızlı değişmeye uygun yeni biçimler, yeni anlatım yolları ve olanakları bulmak gerektiğini savunan edebiyat akımı. Sanatla yaşam arasında hızlı değişim süreci yönünden nasıl bir bağlantı ve koşutluk oluşturabilir? Fütürizm bunun için sanatın her dalına ve alanına hızı, dinamizmi, makineyi sokarak geleceğe yönelmekle oluşturulacağını söyler. Bunun için şiirden ölçü, uyak, biçim gibi geleneksel tüm bağlar atılmasını ve serbest şiir kullanılmasını gerekli görür. Üslubun değişmesini, duruluktan sıyrılmasını vurgular. Yaratılacak yeni üslubun yaşamın devingenliğine, değişkenliğine uygun olmasını zorunlu kılar. Bu da geleneksel dilbilgisi ve sözdizimi kurallarının kırılmasıyla olacaktır. Şiirin içeriği de değişmeli ve şiir her türlü atılımı, savaşkanlığı, sanayi girişimlerini, tersane ve makineleri övmelidir. Çıkış bildirgelerinde "Biz saldırgan devingenliği, hummalı uykusuzluğu, koşuyu, ölüm perendesini, şamarı ve yumruğu yücelteceğiz" diyen Fütüristler, salt sanatı ve edebiyatı değil toplum düzenini de değiştirmek istiyordu. Nitekim Fütürizm, 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Mussolini'nin faşizmi ile bütünleşerek onun bir kolu kimliğine bürünmüştür.

Gerçekçilik (Realizm)
19. yüzyılda ortaya çıkan bu akım gerçeği değiştirmeden; tüm çirkinlikleri, bayağılıklarıyla yansıtmayı amaçlamıştır. Toplumu incelemek, toplum ve insan gerçeklerini olduğu gibi yansıtmak, eleştirmek düşüncesiyle doğan gerçekçilik akımının oluşmasına olguculuk (positivizm) felsefesinin büyük payı olmuştur. Sanat ve edebiyatta akımların başlayış ve bitişleri kesin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Bir akım varlığını sürdürürken onun yanıbaşında bir başka akım da oluşup gelişir. Nitekim Honore de Balzac Romantizm akımının egemen olduğu yıllarda yaşamasına karşın gerçekçiliğin öncüsü ve kurucusu olmuştur. Balzac "Goriot Baba" ve "Vadideki Zambak" gibi romanlarında dönemine eleştirel bir ayna tutmuştur. Balzac gibi Henri B. Stendal da gerçekçilik akımının öncü yazarları arasında yer alır. "Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir" düşüncesinden hareketle döneminin çelişkilerini, insan ve toplum ilişkilerini süslemesiz bir anlatımla yansıtan Stendal, "Kırmızı ve Siyah" ve "Parma Manastırı" gibi romanlarında savaşı, sevgiyi, kiliseye karşı duyulan nefreti insan açısından gerçekçi bir biçimde ele almıştır. Bu akımın diğer büyük yazarları arasında Fransız edebiyatının usta ismi Gustave Flaubert'i, İngiltere'nin dünya edebiyatına kazandırdığı Charles Dickens'ı ve Amerikan edebiyatından Nathaniel Hawthorne ile Herman Melville'yi saymak mümkün.


Gerçeküstücülük (Sürrealizm)
1924 yılından sonra Dadaizm'in yerine geçen, Fransız Andre Breton ve arkadaşlarınca oluşturulan edebiyat akımı. Düşünce ve duyguların aklın denetimine girmesine karşı çıkan bu akım her türlü töresel ve sanatsal baskıyı bir yana atarak düşgücünün alabildiğince özgür olmasını savunur. Bunun için de gerçeğin her türlüsünden sıyrılmaya, bilince sırt çevirip bilinçaltına yönelmeyi hedefler ve bu tutumlarında Freud'un görüşlerinden yararlanır. Türk edebiyatında tümüyle gerçeküstü akıma bağlı kalıp bu doğrultuda ürün veren yazarlarımız arasında Ece Ayhan, İlhan Berk, Oktay Rifat, Edip Cansever ve Cemal Süreyya'nın adı sayılabilir.


Hececiler
Hecenin beş şairine (Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek) ve onların ölçüsünü benimseyenlere verilen addır. Halk şiirinin dünyasına o şiirin dış yapısını, özellikle de ölçü ve uyak düzenini benimseyerek ulaşacaklarını düşünen bu şairlerin eserlerinde şiirsellikten çok şairanelik ağır basar. Ürettikleri şiirlerin tekdüze, kalıplaşmış bir yapısı vardır.


İkinci yeni
Garipçilere tepki olarak 20. yüzyılın ikinci yarısı doğan, özellikle şiirde anlama değil ses güzelliğine önem veren bu akım, Batı'da gerçeküstücülerin kullandıkları bilinçaltını harekete geçirme yönteminden faydalanır. Sözcükler arasındaki anlamsal bağlantıları kopararak yeni yeni görüntüler yaratma yolunu seçen İkinci Yeni akımının temsilcileri arasında ilk akla gelen isim Cemal Süreya'dır. Eski kuşaktan Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Sebahattin Kudret Aksal, İlhan Berk ve Behçet Necatigil yeni kuşaktan ise Turgut Uyar, Ece Ayhan, Refik Durbaş, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz, Tevfik Akdağ ve Ataol Behramoğlu bu yoldan ilerlemiştir.


İmgecilik
Geçen yüzyılın başlarında Ezra Loomis Pound'un öncülüğünde Hilda Doolittle ve T.E. Hulme'nin katılımıyla oluşan üçlünün ortaya attığı, daha sonra Thomas Edward Lawrence ve Huxley'in katıldığı İngiliz - Amerikan şiir akımı. Kısalık, kesinlik, duygusallık ve romantizm bu akımın belirleyici özellikleri arasındadır.

Klasisizm
Klasisizm, 17. yüzyılda monarjinin egemen olduğu dönemde ortaya çıkmıştır. Şairin ya da yazarın yaratma evrenini belirli ölçülerde kurallara dayandırmayı amaçlayan bu akımın düşünsel yapısı monarşiktir. Siyasi yapı olarak monarşiyi dinsel yapı olarak da Hıristiyanlığı temel alarak kaynağını eski Yunan ve Latin edebiyatına dayandırır.

13. Louis döneminde mutlak monarşi düzenini egemen olduğu yıllarda siyasal alanda olduğu gibi edebiyatta da yaratı özgürlüğü ve kuralsızlık bir yana atılarak yazarların yaratılarına yön verecek birtakım kurallar konmuştur. Bu kurallar yeni bir aydın tipinin doğmasına neden olmuştur. Tek yönetim biçiminin monarşi, tek inancın ise Hıristiyanlık olduğu düşüncesine sıkı sıkı bağlanan bu aydın ve sanatçılar Latin ve Yunan edebiyatı geleneklerine de bağlı kalırlar. Bu kurallar içinde oluşan, seçkin çevrelere yönelik edebiyata klasik edebiyat, bu edebiyatın oluşturucularına da klasikçiler adı verilir.

Klasikler arasında sayabileceğimiz ilk adlar arasında Rene Descartes gelir. Klasik edebiyatın ilkelerini tiyatroya uygulayan Pierre Corneille'dir. Ağlatı şairlerinden Jean Racine, güldürü alanında Moliere, öğretici şiirler alanında La Fontaine gelir. İngiltere'de etkisini çok kısa sürdürmesine rağmen John Drydon ve Alexander Pope'u etkilemiştir.

Alman edebiyatında klasikçilerin kurallarına sıkı sıkı bağlı kalarak ürün veren yazarlara pek rastmanmaz. Bunun en önemli nedeni savaşlar nedeniye Almanya'nın Rönesans devrini yaşayamamasıdır. Aydınlanma çağı olarak adlandırılan 18. yüzyıl sonlarına doğru Alman edebiyatının yapısı büyük değişime uğramış olmasına rağmen eski Yunan etkisini sürdüren yazarların adı klasikçilerin arasında anılır olmuştur. Goethe, Gotthold Ephraim Lessing, Friedrich von Schiller bu yazarlardan sadece üçüdür. Ancak bu yazarlar terimsel anlamıyla Klasiszm akımını sürdürememiş Çoşumculuğun yollarını açmışlardır. İtalyan edebiyatında ise Klasisizm'in etkileri ancak 18. yüzyılda başlamış Goldoni, Prens Vittorio Alfieri, Giuseppe Parini bu akımın içinde yer almıştır. Rusya'da bu akımın güçlü yazarı diyebileceğimiz bir isim yoktur.

Köy Romanı
Köy yaşantısını, köylülerin toplumsal sorunlarını konu edinen bu tür romanlara ilk örnek Nabizede Nazım'ın "Karabibik" adlı romanıdır.Bunu Ebubekir Hazım Tepeyran'ın "Küçük Paşa"sı izlemiştir. Ancak türün en çarpıcı örneğini Yakup Kadri Karaosmanoğlu "Yaban" romanıyla vermiştir. Köy Enstitüleri'nden yetişen Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Mehmet Başaran ve Ümit Kaftancıoğlu gerçekçi ve gözlemci bir tutumla ağalık, topraksızlık, kan davası, kadının ezilmişliği, köylü-devlet ilişkileri gibi sorunları ele almıştır.

Kubizm
Geçen yüzyılın başlarında önce resimde başlayan kısa sürede diğer sanat dallarına da sıçrayan bu akım anlatımı güçlü kılıp canlandırmayı amaçlar. İzlenimciliğe tepki olarak doğan Kübizm, konunun görünen yanlarının yanı sıra görünmeyen yanlarını da kavratır. Kübizmi edebiyata uygulayanlar arasında Guillaume Apollinaire, M.Jacop ve Blaise Cendras başta gelir.

Milli Edebiyat
Sanatsal ürünlerin yabancı etkilerden sıyrılarak halka kendi diliyle seslenmeyi ilke edinen sanatçıların oluşturduğu topluluk. 1908'de başlayıp Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar devam eden bu yönelim tarihsel, sosyal ve siyasal bir takım ihtiyaçlardan doğmuştur.

Halkın anlayacağı bir dille yazmak Milli edebiyatçıların en belirgin özelliğidir. Kısa zamanda dönemin edebiyatçılarını etkileyen Milli Edebiyat anlayışı, eserlerin tema ve konularını bu ülke topraklarına dayandırarak değişik yöreleri kuşatmayı amaçlamıştır. Oysa Tanzimak ya da Servetifünün döneminde konular ve anlatılan çevre genellikle İstanbul'dan seçilirdi. Milli Edebiyat'ta ise öykü ve romanın haritası genişletilerek her kesimden insanın özellikle de köylerde ve taşrada yaşayanlarımızın durumu, başlarından geçen olay ve olgular işlenmiştir. Bu yönelimin ilk eserini "Küçük Paşa" ile Ebubekir Hazım vermiştir. Hazım'ın açtığı yoldan ilerleyen Refik Halit Karay, 'Memleket Hikâyeleri' adlı kitabında Anadolu insanının dünyasını ve sorunlarını ele almıştır. Türün ilk örneklerini veren bir başka yazarımızı da Reşat Nuri Gültekin'dir. Yazarın duygusal romanı "Çalıkuşu" Anadolu'yu değişik yöreleriyle kuşatan bir özellik getirmiştir. Memleket ve memleket gerçeklerini yansıtmayı amaçlayan Milli Edebiyat dönemi roman ve öyküsünün anlatımı, gözlemci gerçekçiliğe dayanır.

Bu dönem içinde yetişen Ömer Seyfettin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Memduh Şevket Esendal, Refik Halit Karay ve Reşat Nuri Gültekin gerçekçilik akımına yönelmiş; Selahattin Enis, F. Celalettin Göktulga, Osman Celal Kaygılı ise naturalizmin ilkelerini benimsemişlerdir.

Naturalizm (Doğacılık)
Fransa'da 1897 yılında ortaya çıkan, gözlemle birlikte bilimsel deneyi de uygulayan edebiyat akımıdır. Bilim ile endüstriyi çağdaş dünyaya özgü güzellik olarak gören, doğa olaylarında aynı nedenler nasıl aynı sonuçlara yol açıyorsa toplumsal olaylarda da durumun değişmediğine inanan bu akımın en büyük temsilcisi Emile Zola'dır. Naturalizm akımını geliştirip onu estetik açıdan zenginleştiren isimlerden biri de Guy de Maupassant'tır. Yazar romanlarında insanı ve çevresini, karakter ve onu oluşturan toplumsal ortamı bir bütün olarak gözlemci ve yalın bir dille yansıtmıştır.

Fransız yazarlardan Alphonse Daudet ve Norveçli oyun yazarı Henrik Ibsen'in yapıtlarında Naturalizm izlerini görmek mümkündür. Naturalizm, yoğun bir ilgi görmese de ülkemiz edebiyatında da kendine taraftar bulmuştur. Nabizade Nazım, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Selahattin Esin'in bu akımın içinde sayılabilecek eserleri bulunur.

Romantizm
Klasik edebiyat akımına tepki olarak 18. yüzyılın sonlarında doğan ve Victor Hugo'yla birlikte büyük ün kazanan Romantizm, insanın yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı durur. "En iyi kural, kuralsızlıktır" diyen romantikler, insanın duygularını, düş gücünü hayata geçimesini ve insanı düzeltmenin toplumu düzeltmekle olabileceğini savunurlar.

Romantizm akımı değişik ülkelerde değişik biçimlerde ortaya çıkmıştır. Alman edebiyatında 18. yüzyılın ikinci yarısında "coşkuculuk" hareketiyle birlikte gelişir. Bu hareketin öncüleri Klopstock ve Herder Romantizm'in müjdesini verir. Ancak Romantizm'e giden kapıyı dünya edebiyatının en büyük isimlerinden biri olan Johann Wofgang Goethe açmıştır. "Genç Werther'in Acıları" romanında Goethe döneminin acılarını duygusal bir dille anlatmıştır. "Wilhelm Miester" ve "Wilhelm Miester'in Seyahat Yılları" adlı eserlerinde toplumun yeniden düzenlenmesi sorununa dokunur. Ama onun en büyük eseri "Faust"tur. Goethe'nin açtığı yoldan ilerleyen Friedrich von Schiller ise yapıtlarında özgürlük, isyan, doğa, ihtilal gibi Romantikler'in yaslandığı temel kavramları yadsımadan tarih olgusunu zenginleştirmiştir. "Haydutlar", "Hile ve Sevgi", "Mary Stuart", "Wilhelm Tell" gibi yapıtlarında despot yönetime başkaldırma temalarını işleyen Schiller'in tarihe açılma yönelimi daha sonraki Alman romantiklerini geliştirmiştir. Romantizmin Alman edebiyatında şiirdeki öncüsü Heinrich Heine'dir.

İngiliz edebiyatında ise Romantizm kalın birer çizgi halinde kendini gösterir. Bu çizgide yer alan ilk isim tabiata karşı kutsal saygı düşüncesini benimseyen; şiirlerinde doğayı yapmacıksız bir dille anlatan William Wordsworth'tur. Onun dışında Samuel Taylor Coleridge, Percy Bysshe Shelley ve John Keats bu çizgide yer alır. Çizginin en kalın yerinde ise Lord Byron bulunur.

İngiliz edebiyatında daha çok şiirde kendini gösteren Romantizm, Fransız edebiyatında daha yaygın bir özellik gösterir. François Rene de Chateaubrian, Romantizm'in müjdecisi olan roman, deneme ve gezi yazıları türünden eserler vermiştir. Fransızların dünya edebiyatına kazandırdığı ve bu akımın en önemli yazarları arasında bulunan Victor Hugo dışında Benjamin Constant, Alphonse de Lamartine, Alfred de Vigny, Alfred de Musset ve Theophile Gautier sayılabilir.

Gelelim Rus edebiyatına. Akımın öncüleri arasında bulunan Byron ve Schiller'den etkilenen Aleksandr Puşkin, Rus toplumunun renkliliğinden de yararlanarak bu akımı zengileştirmiştir. Yapıtlarında kullandığı yerel temalar nedeniyle kimi eleştirmenlerce Puşkin, Rus edebiyatında Gerçekçiliğe giden yolun açıcısı olarak da değerlendirilir.

İtalyan edebiyatında Romantizm akımı içinde anılması gereken iki isim vardır; Alessandro Manzonil ve Giacomo Leopardi. Romantizm Türk edebiyatı üzerinde de etkili olmuş, özellikle Tanzimat dönemini yazarları bu akımı çağrıştıran eserler vermiştir. Namık Kemal ve arkadaşlarının Victor Hugo'dan etkilendiği bilinmektedir.

Rönesans Edebiyatı
Hümanizmanın getirdiği Latin ve Yunan edebiyatından yola çıkarak eserler verme görüşünü sürdüren sanatçıların oluşturduğu yönelimdir. İnanç özgürlüğünü savunarak kalıplaşmış düşünce ve kavramların kabuğunu kırma ilkeleriyle yola çıkan Rönesansçılar, halk dilini yazı diline getirmek için çaba sarfederler. İtalya'da bunun ilk örneklerini veren Dante olmuştur. Dante'nin yapıtları Rönesans düşüncesinin tohumlarını içerir ve Petrarca gibi yazarlara yol açar.

Rönesansın önemli sanatçılarından biri de Boccaccio'dur. Ortaçağ'ın dinsel konularını bir yana bırakarak doğrudan doğruya insandan söz eden Boccaccio'dan başka Tasso'nun, Homeros'u taklit ederek yazdığı "Kurtarılmış Kudüs" adlı eseri İtalya'da yazılan ve değerini halen koruyan yapıtlardandır.

Rönesans döneminin belki de en önemli yapıtı İspanyol yazar Cervantes'in "Don Kişot" adlı eseridir. Zengin bir içerik üzerine kurulan roman, şövalyeliğin çöküşünü alaycı bir dille karikatürize eder.

Yunan ve Latin edebiyatındaki şiir biçim ve türlerini Fransız edebiyatına sokan Ronsard; "Gargantua" ve "Pantagruel" adlı romanlarıyla Rabelais; "Denemeleri"yle Montaigne Rönesans'ın diğer önemli isimleridir.

İngiliz edebiyatında Rönesansçılar arasında yer alan isimlerin başında Thomas More gelir. More'dan sonra Francis Bacon, Edmund Spenser, John Milton ve Ben Jonson bu akımdan etkilenen yazarlar arasındadır.

Ancak İngiliz edebiyatında Rönesans denince William Sheakespeare'ın özel bir yeri vardır. İnsanın bir yönünü derinliğine ele alması bunu somutlayan canlı tip ve karakterler çizmesi Sheakespeare'ın yalnızca çağının değil bütün çağların yazarı olmasına vasıta olmuştur.


Tanzimat Edebiyatı
Tercüman-ı Ahval Gazetesi'nin (1860) yayınlanmasıyla Divan geleneklerini bir yana bırakarak yazı ve düşüncede Batı kültürüne yönelmeyi hedefleyen edebiyat yönelimidir. Halkı yapılacak toplumsal ve siyasal düzenlemeye hazırlama, ona çağdaş uygarlık değerlerini öğretme gibi kaygılar taşıyan topluluk bu işe kamuoyu oluşturmanın en kolay yolu olan gazetecilikle başlamıştır. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi gibi gazeteci yazarlar durağan ve yazgıcı bir yaşam anlayışı yerine devingen ve dirik bir yaşam anlayışını benimsemişlerdir. Toplumsal acıları kendi özünde duyan, etkin ve istediği takdirde dünyanın gidişini tek başına değiştirebileceğine inanan insan modeli çizen Tanzimat Edebiyatçıları Montesquieu, Rousseau, Voltaire gibi Fransız devrimci yazarlardan etkilenmiştir. Bu etkileniş eserlerinde zulme, haksızlığa, hırsızlığa, geriliğe, ezilmişliğe karşı savaş açılmasına neden olmuştur. Vatan, millet, özgürlük, uygarlık, hak, adalet gibi kavramların sıkça kullanıldığı bu dönemde Divan Edebiyatı'nda varolan ahiret fikrinin yerini gerçek dünya ve bu dünyanın sorunları almıştır. Tüm bunların yanı sıra Divan Edebiyatı'nda olmayan makale, tiyatro, roman, hikâye, anı, eleştiri gibi yeni edebiyat türlerini denemişler, şiirin konu alanını genişletip günlük yaşamla ilgili her türlü olay, olgu, duygu ve düşünceye yer vermişlerdir.

Tanzimatçıların yaptıklarından çok yapmak istedikleri önemlidir. Yeni bir uygarlık ülküsünün peşinde, yeni bir insan tipinin peşine düşmüşlerdir. Ancak dönemin yazarları toplumsal sorunları anlatırken yüzeysel bir bakışla, sorunları doğuran nedenleri göz önüne almadan değerlendirmişlerdir.

Tanzimat romanında varolan bu niteliklerin az da olsa dışına çıkan yazarlar da yok değildir. "Turfa mı Turfanda mı?" adlı yapıtında Murat Bey, siyasal sorunları ve ülkücü gençlik tipini öz yaşam öyküsü biçiminde ele almıştır. Nabizade Nazım ise "Karabibik" ve "Zehra" adlı eserlerinde gerçekçi bakış açısıyla eleştirel bir üslup yakalamayı başarmıştır.

Şiir, roman, öykü ve tiyatro alanında çalışmış Tanzimatçıların belli başlıları şunlardır: Ziya Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ebüzziya Tevfik Bey, İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Ali Bey, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade Sezai, Mehmet Murat, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Muallim Naci, Nabizade Nazım.

Toplumcu Ggerçekçilik
İnsanı toplumsal ilişkileri içinde ele alan, toplumsal gerçekleri devrimci doğrultuda ve Marxist yaklaşımla yansıtmayı amaçlayan edebiyat akımı. Toplumcu Gerçekçiliği, eleştirel gerçekçiliğin bir ileri aşaması olarak değerlendirenler vardır. Onlara göre edebiyatla toplumun yapısı, üretim ilişkileri arasında sıkı bir bağ vardır ve toplumdaki gelişmeler edebiyatı da etkiler. 20. yüzyıl siyasal, ekonomik ve toplumsal değişikliklere neden olmuş, 1. ve 2. Dünya Savaşı devrimci patlamalara neden olurken gelenek ve töreler sarsıntıya uğrayarak sınıflararası çelişkiler de derinleşmiştir. Gelişmeler edebiyatın siyasallaşmasına neden olurken içerik yönünden ülkeden ülkeye farklılık göstermiştir. 1934'te Rusya'da toplanan "Sovyet Yazarlar Birliği Birinci Kurultayı"nda sanatın toplumsal gerçeği yansıtması gerektiği, bu yansıtmanın da devrimci doğrultuda olması gerektiğini karara bağlamıştır. Toplumdaki aksaklıkları, çarpıklıkları saptamak yetmez önemli olan bunun nasıl gösterileceğidir. Balzac, Stendhal, Dickens, Flaubert, Zola, Maupassant, Tolstoy gibi yazarlar toplumun türlü yaralarına parmak basmışlar, bu yaraları gerçekçi bir anlatımla yansıtmışlardır. Ancak yaraların nasıl sarılacağını, iyileştirme yollarının neler olduğunu gösterememişlerdir. Siyasal boyutun ağır bastığı bu anlayış başlangıçta sanatçıyı ve edebiyatı belirli kalıplar içine sokmuş; günlük yaşamdan ya da tarihten alınan basmakalıp düşünceler ve propagandacı örnekler ortaya çıkmıştır. Kısacası komünist parti edebiyatı oluşmuştur. Kısa süre sonra sert kurallara bağlı kalmanın edebiyatta yaratma gücünü kısırlaştırdığı belirtilmiştir. Sovyet yazarlarının yirminci kurultayında toplumcu dünya görüşünden ayrılmamak koşuluyla sanatçının yaratma eylemine özgürlük tanınmıştır.

Çağdaş ve toplumcu gerçekçiliğin ilk koşulu sanatçının gerçek yaşamla bağını kesmemesi ve içinde bulunduğu somut koşullara sırt çevirmemesidir. Edebiyat ürünlerinin yaşamın zenginlikleriyle beslenmesi, insanın bilinç ve duyarlılığını tarihin gelişim sürecine göre biçimlendirmesi büyük ölçüde buna bağlıdır.

Maksim Gorki, çağdaş ve toplumcu yazarların başında gelir. Gorki, bu akımın estetik ilkeleri üzerinde durarak dünya edebiyatını etkilemiştir. Yapıtlarında kapitalizmin insanlar üzerindeki baskıları, onu nasıl köleleştirip insanlık değerlerinden uzaklaştırdığını eleştirel bir dille işlemiştir. Öte yandan insanın kendi kendisinin efendisi olabilmesi için savaşması gerektiğini anlatmış, eserlerinde Rusya'nın iç ve dış yapısını aktarmıştır.

Gorki'nin gerçekçiliğe getirdiği toplumcu yaklaşım diğer Rus yazarları da etkilemiştir. Leonid Maksimoviç Leonov, Aleksandr İsayeviç Soljenitzin, Konstantin Simonov, Cengiz Aytmatov ve Mihail Şolohov, büyük yazarın ardından gelerek dünya edebiyatına değerli katkılarda bulunmuştur. Türk edebiyatında ise toplumcu gerçekçi yaklaşım içinde olan yazarlar vardır. Kimi yönleriyle Sadri Ertem, Sabahattin Ali, R. Enis, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, İlhan Tarus gibi yazarların yanı sıra Köy Enstitülü yazarlarından Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu'nun gerçekleri sergilemede Toplumcu Gerçekçi bir çizgi izlediği söylenebilir.

Varoluşçuluk
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız yazar Jean Paul Sartre tarafından kurulan bu akıma göre varoluş, temel bir sorun ve katışıksız bir olgudur. Varoluşçulara göre insan özünü yaratabilmek için özgür iradesini kullanarak tercihler yapar. Seçme zorunda kalması ve bu durumdan kaynaklanacak sorumlulukları kendi dışında herhangi bir varlığa yükleyememesi insanı bunalıma sürükleyen başlıca nedendir. Varoluşçu yazarların yapıtlarında karakter değil olaylar bulunur. Karşılaştıkları olaylar karşısında yapılacak eylemler ve gösterilen davranışlar insanın özünü oluşturur. Bir kişinin olaylar ve olgular karşısında neler yapacağı önceden kestirilemez çünkü belirlenmiş bir karakteri yoktur. Varoluşçu yaklaşım, insanın karanlık evrenini tanıma, insanın insanla ilişkilerini yansıtması açısından ilginç özellikler taşır. Kuramın ve akımın yaratıcısı Jean Paul Sartre'nin "Duvar" adlı romanı Varoluşçuluğun edebiyattaki uygulamasının iyi bir örneğidir. Konusunu İspanya İç Savaşı'nın hüküm sürdüğü yıllardan alan romanda Cumhuriyetçilerden Ramon Gris'yi evinde sakladığı için tutuklanıp idam cezasına çarptırılan Pablo'nun öyküsü anlatılıyor. Gris'in yerini söylediği taktirde bağışlanacağını bilen Pablo, ölüm ile yaşam arasında bir seçim yaparak kendi özünü oluşturur.

Varoluşçuluğa değişik bir açıdan yaklaşan bir başka yazar ise Albert Camus'dür. Sartre eserlerinde insanın seçme özgürlüğünden kaynaklanan bunalım yaşadığını söylerken Camus, "saçma" kavramı üzerinde durmuştur. Ona göre, akıl ve mantıkla donatılmış insan; gerçekte usdışı, anlamsız, saçma sapan bir evrende yaşamaktadır ve eninde sonunda ölecek olmasına rağmen mutluluğa gereksinim duyan insanın yaşamı da saçmadır. Çünkü insana ve yaşama anlam kazandıracak herhangi bir belirti yoktur. Camus'a göre insan bu anlamsız ve saçma dünyada aklını ve mantığını kullanarak hareket etmeli; her türlü haksızlığa başkaldırarak yaşamayı seçmeli; karşılık düşünmeden hayatı sevmelidir. İnsanın varlığını ve toplum içindeki konumunu anlatan bir başka yazar ise Simone de Beauvoir ve Andre Malraux'dur. Beauvoir, eserlerinde kadının cinsel sorunlarını ve toplumsal sıkıntılarını ele alırken Malraux, insanın yeryüzü serüvenini incelemiştir.

Varoluşçuluk kuramsallaşmadan çok önce insanın yeryüzündeki konumunu inceleyen yazarlar yok değildi hiç kuşkusuz. Bu akım doğmadan çok önce dünya edebiyat tarihinin vazgeçilmez isimlerinden Franz Kafka, yaşadığımız dünyada insanoğlunun içinde bulunduğu saçma ortamı ortaya koymuştur. "Dava", "Açlık Şampiyonu", "Şato", "Amerika", "Çin Seddi", "Değişim, Ceza Sömürgesi" gibi eserlerinde Kafka, düzenle uzlaşamayan insanları anlatmıştır.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt