Tarihin Şeref Tabloları ve Yüksek Mefkûreleri

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
HeiLmasTer®

HeiLmasTer®

Üye
    Konu Sahibi
Tarihin Şeref Tabloları ve Yüksek Mefkûreleri
Eskimeyen eskiler “Geçmiş zaman otur ki, hayâli cihan değer” derler. Bir an o şanlı tarihimizi düşününce; Tuğrul Beyleri, Alparslanları, Fâtihleri ve Yavuzları hatırlayınca, o günlere bir de bugünlere bakıyoruz ve gözlerimiz doluyor.

Kimin dolmaz ki? Üç kıt’ada at koşturan ve belli bir süre dünyâ tarihine yön veren o şanlı tarihimizden kalanlar ortada. Böylece bu sözün zaman ve mekân aşan doğruluğu bir kez daha ortaya çıkıyor.

Bunun sebebini öğrenmek için, işe ilk olarak onları tanımaya ve anlamaya çalışmakla başlamalıyız,

Peki ama, onları yüzyıllarca bir kıt’adan diğerine koşturan, canlarını dahi göz kırpmadan feda ettiren neydi? Tabii ki belli ideâlleri, ülküleri bir başka deyişle inançları ve mefkureleri vardı. İşte onların inançlarını ve mefkurelerini gösteren birkaç misâl:

Anadolu’yu yerleşime müsait bir zemin yapmak için uğraşan en önemli şahsiyetlerden biri Tuğrul Bey’dir, Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey ile beraber 48 sene bu iş için çalışmış ve çok büyük fedakârlıklar yapmışlardır. Tuğrul Bey, uğrunda savaştığı inancını, tarih kitaplarına geçen şu sözüyle belirtiyor: “Kendime bir saray yapıp da yanında bir camii yaptırmazsam Allah ‘tan (cc) utanırım” (1), Yine Tuğrul Bey, Abbasi Halifesinin emrindeki Türkmenlerin hatt-ı hareketindeki tavrını düzeltmesi için gönderdiği mektuba cevaben “Doğru hareket için elimden geleni yapıyorum” (2) diyerek, kendi inanç ve ideâlinin, Allah’a imânın iktizâ ettiği doğruluğu, en güzel biçimde yerine getirmeye çalışıyordu. Bütün kalbiyle buna bağlıydı.

Ve Tuğrul Beyin bıraktığı yerden devam eden, aynı inanç ve mefkûreye bağlı, tarihte bir çığır açan Malazgirt Fâtihlerinin Fâtihi Alparslan, Tuğrul Bey’in yeğeni olduğu her halinden bellidir, işte onu ve mefkuresini anlatan, yine tarih kitaplarına geçen binler misâllerden biri; Alparslan, Suriye seferine giderken, kendisini davet eden Halep Emiri’nin, Fatımiler’in tesiriyle taraf değiştirdiğini öğrenince dünyâsı başına yıkılır. Halep yakınlarındaki Sultantepe’de ordugâhını kuran Alparslan, müslüman kardeşinin kanını dökmek istemediğini, bu yüzden kalenin tesiim edilmesini istiyerek, dikkate şayan şu sözü söylemiştir: “Rumlar karşısında bu hudut şehrini kılıç ile fethetmekten korkarım” (3). Aslında, belki Alparslan’ı Alparslan yapan, mefkûreye bağlılığını en güzel biçimde ispat eden, 1071 Malazgirt zaferinden önce söylediği sözlerdir. Alparslan, büyük bir sadakatle bağlı olduğu ve kendisini hiçbir zaman yalnız bırakmayan yüce Allah’a (cc) yönelerek duâ etmiş ve tarihin altın sayfalarına geçen, hepimizin bildiği şu sözleri söylüyordu:

“Yâ Rab! Seni kendime vekil yapıyorum, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin rızan için savaşıyorum. Ey Allah’ım, niyetim hâlistir, bana yardım et! Şayet sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” Daha sonra Alparslan, askerlerine şöyle hitap eder: “Burada Allah ‘tan başka bir sultan yoktur. Emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple benimle beraber savaşmakta veya ayrılmakta serbestsiniz. Eğer şehid olursam, bu beyaz elbise kefenim olsun” (4). Allah (cc)’da kendisine bu kadar bağlı ve imanlı olan kulunu yalnız bırakmamış ve yardım etmişti. Ve Alparslan, esir düşen Bizans İmparatoruna: “Ben burada muzaffer olursam sana iyi muamele edeceğime dair Allah’a ahidde bulunmuştum. Bu ahidime göre seni serbest bırakıyorum” (5) diyerek, onu ülkesine iade ediyordu.

Bir başka şeref tablosu, imân ve mefkureye sadakat misâli ise, Alparslan’dan sonra yerine geçen Melikşah’tır. Melikşah hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar arasında doğruluk ve adalet padişahı olarak ün salmıştı, Çünkü Allah (cc) (Mümtehine, 8) “Doğrusu Allah, âdil olanları sever” duyuruyordu ve Melikşah da bütün samimiyetiyle bunu yerine getirmeye çalışıyordu.

Melikşah, ordusunun başında ve ünlü veziri Nizâm-ül Mülk ile beraber Tekiş’teki bir isyanı bastırmak için yola çıkar, Horasan’ın Tus şehrine gelince, Resulullah’ın (sav) neslinden Seyyid Ali Rıza’nın türbesini ziyaret edip, mescidinde namaz kılarlar ve sonra da el açıp uzun uzun duâ ederler. Dışarı çıkınca Nizam-ül Mülk’e şöyle sorar:

- Duanda ne diledin Allah’dan (cc) ?

- Allah’ın sana zafer nasip etmesini diledim. Sultanım.

- Ben öyle duâ etmedim. Ben dedim ki. Ya Rab! Eğer İslâm’a faydalı olacaksam bana yardım et, muzaffer kıl, Eğer karşımdaki hasma faydalı olacaksa ona yardım et, onu muzaffer kıl (6). Zaten bu kadar imanlı, âdil ve mefkûreye sağlam bağlı olmasındandır ki, etrafında birçok âlim toplanmıştı. Görüldüğü gibi babasının oğlu.

Burada hemen şunu belirtelim ki, bizim tarihimiz, padişahından en küçük rütbeli askerine kadar böyle büyük şahsiyetleriyle, mefkure insanlarıyla dolup taşmaktadır. Bu satırlar ancak, onların derya dünyalarından katre nevinden misâllerdir.

Yine böyle büyüklerden biri de (Anadolu Selçuklu Devleti’nin Padişahı) Alaeddin Keykubat’ır.

Büyük mutasavvıflardan Şehabeddin Suhreverdi, Necmeddin Râzi ismindeki gence “Ey Genç! Dindar, ilim ve tasavvufa bağlı ve erbabını koruyan Alaaddin Keykubat’ın himayesine gir” (7) diyerek, onun büyüklüğünü anlatıyordu.

Tarihte kurulan devletlerin en haşmetlisi olan üç kıt’aya sahip “Muhteşem imparatorluk” olarak vasıflandırılan Osmanlı Devleti. Önceleri mütevazı küçük bir beylikken, daha sonra dünyanın bir numaralı devleti olacağını ve bu gemiye pişdarlık yapacağını, belki kendileri bile düşünmemişti.

Şanlı Osmanlı Devleti’nin temelini atan Osman Gazi’nin, tarih kitaplarına geçen ve oğlu Orhan Gazi’ye söylediği dikkate şayan vasiyetini, bir kez daha hatırlamakta fayda var. Osman Gazi, vefat edeceği sırada oğluna şöyle nasihatte bulunuyordu: “Allah ‘ın buyruğundan gayri iş işlemeyesin. Bilmediğini İslâm ulemâsından sorup anlayasın. Zalim olma, adaletle hükmet. Nerede bir ilim ehli görürsen ona ikbal ve hilm göster. Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız da Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru bir cihangirlik dâvası değildir Sana da bunlar yakışır” (8). Bu sözler, onu ve yüce mefkuresini en güzel bir biçimde göstermiyor mu?

Osman Gazi’den sonra Bey olan Orhan Gazi de, aynı kurallara bağlı olarak yaşamış, ilk Osmanlı Medresesi, onun teşvikiyle Davud-i Kayseri tarafından kurulmuştur.

II. Murad, yani Fâtih Sultan Mehmet’in babası, 1444 Varna zaferi öncesinde, tıpkı Alparslan’ın yaptığı gibi, Mâlik-ül Mülk olan Yüce Allah’a duâ ederek şöyle demişti: “İlâhî! Habibin (sav) hürmeti için, Sen akla ve Sen mansûr-u muzaffer eyle” (9). Ruhunu Allah’a teslim edeceği zaman ise etrafındakilere: “Mezarım üstüne, büyük hükümdarlar için yapılan muhteşem türbelerden birini yaptırmayınız. Vücudumu doğrudan doğruya toprağa gömünüz ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine işaret eden yağmur, üstüme yağsın” (10).

Dost-düşman herkesin büyüklüğünü kabul edip gıpta ettiği, en büyüklerden biri de, hiç kuşkusuz Fâtih Sultan Mehmet’dir. Fâtih’i Fâtih yapan, belki İstanbul’un fethidir. Evet, O, Peygamber Efendimizin hadisiyle beşaret verdiği “Onu fetheden kumandan ne güzel ve onun askerleri de ne güzel askerdir” şerefine ulaşmak için vargücüyle çalışıyordu. Türk düşmanı olmakla ünlü Bizans tarihçisi Duças, Fatih’in o zamanki halet-i rûhiyesini şöyle belirtir: “Padişahın geçe ve gündüz huzuru kaçmıştı. Yatağına girerken ve kalkarken, sarayında ve dışarıda dolaşırken hep İstanbul’un fethi ile meşguldü istirahat ve uyku bilmezdi. Böylece O, büyük insanlara mahsus yüce bir mefkurenin ateşi ile yanıyordu” (11). Zaten fazilet odur ki, düşman dahi tasdik etsin ve ediyordu. Yine Fâtih de kendinden öncekilerin yaptığı gibi duâ ederek şöyle niyazda bulunmuştu: “Allah’ım sana layık olmaya çalışıyorum.” Büyük Osmanlı tarihçisi Dursun Bey ise, Fâtih’e “bütün mevcudatın duâ ettiğini” söyler (12).

Bilindiği gibi Fatih hem Peygamber Efendimizin (sav) müjdesine nail olmuş, hem de dünya tarihinde yeni bir çığırın açılmasını sağlamıştı.

Fâtih Sultan Mehmet ve adaleti hakkında şöyle bir vak’a anlatılır; İstanbul’un fethinden sonra mahkumları serbest bırakan Fâtih’in huzuruna, zindandan çıkmak istemeyen iki papaz getirilir. Bunlar Konstantin’in âdil ve hakperest olmasını istediklerinden zindana atılmış, sonra da böyle adaletsiz dünyanın içi, dışından daha rahat diye yemin etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmet, onlara şöyle bir tekit yapar: “O holde siz, İslâm adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz. Müslüman halkın dâvalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz hemen bana bildiriniz ve önceki kararınıza uyunuz.”

Kendileri için gayet cazip olan bu teklifi kabul eden iki papaz, padişahtan aldıkları hususi bir tezkere ile Müslümanların idaresinde olan her kasabaya gezmeye başlarlar. Bursa’da bir Müslümanın, Yahudi bir kişiden at satın alması, İznik’te ise iki Müslüman arasındaki tarla satış dâvalarına şahit olduktan sonra başka yere gitmeye ihtiyaç duymadan Fâtih’in huzuruna gelirler ve derler ki:

Bursa’da bir Müslüman kadısı gördük. Kimse mecbur etmediği halde, kendi cebinden çıkarıp bir atın parasını ödedi, İznik’te ise iki Müslümanın, birbirinin hakkını almaktan korktukları için ortaya çıkan hâdiseye şahit olduk. Bütün bunlar kadılarınızda, onlara dâva hallettiren Müslümanlardaki din kuvvetini, Allah korkusunu gösteren ve Müslümanlardan başkalarında da asla görülmeyen büyük ibretli hâdiselerdir. Bundan sonra biz karar verdik zindana çekilmeyeceğiz. Çünkü sizde böyle İslâm adaleti tatbik edildikçe, dininizden olmayan Hıristiyan papazların dahi zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz(13).

Fâtih hakkında son olarak, Tacizâde Cafer Çelebi ve Aşıkpaşazâde’de geçen Fâtih’in şu sözünü nakledelim: “Gayemiz kale fethetmek değildir. Bütün zahmet din yolundadır. Zira bizim elimizde İslâm kılıcı vardır, Eğer bu zahmete katlanmazsak, bize gazi demek yalan olur” (14).

Tarihin en büyüklerinden biri de Yavuz Sultan Selim’dir. Yavuz’un bütün hayatı harp meydanlarında geçmiştir. İlim adamına o kadar değer veriyordu ki, Kemâlpaşazâde’nin atının ayağından sıçrayan çamuru şeref saymış ve çamurlu kaftanı sandukasının üstüne örttürmüştü. Hatta Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden İstanbul’a dönünce, “halk bana karşı saygı gös-terilerinde bulunur da nefsim gururlanır” diyerek geceyi beklediği ve sessizce Topkapı Sarayına girdiği çok bilinen bir olaydır. Hoca Saadeddin Efendi, Taşköprülüzâde gibi Osmanlı kaynakları, O’nun açıkça kerametleri gözüken veli bir zât olduğunda ittifak ederler. Hoca Saadeddin Efendi “esasen Yavuz’un İran ve Mısır seferleri de İslâm mefkûresiyle vuku bulmuştu” (15) kaydını ilâve etmiştir. Ünlü Hıristiyan tarihçi Stanford Shaw ise Yavuz Sultan Selimi “İslâm tarihinin en büyük fatihlerinden biri “(16) olarak vasıflandırmaktadır.

Yavuz Selim’den sonra padişah olan ve “Muhteşem İmparatorluğun Muhteşem Süleyman’ı” olarak vasıflandırılan diğer bir padişah da Kanuni Sultan Süleyman’dır, O’nun zamanında Akdeniz bütün tehlikelerden arındırılarak Osmanlı gölü haline getirilmiştir. Kanuni hakkında kaynaklarda şöyle bir hâdise vardı: Kanuni, Zigetvar seferine çıkarken, şayet emr-i Hakk vâki olursa naşı ile beraber defnedilmek üzere veziri Sokullu Mehmet Paşa’ya bir bohça verir. Sokullu Mehmet Paşa, Kanuni’nin vefatından sonra bu bohçayı, Şeyhülislâm Ebussuud Efendiye vererek, vasiyeti bildirir. Fakat Ebussuud Efendi, İslâm dininde öyle bir davranış yasak olduğu için gömdürmedi. Ceylan derisi bohça açıldığında, Kanuni’nin tahta çıktığı günden vefatına kadar olan icraatının İslâm esaslarına uygun olduğunu gösteren, Ebussuud Efendinin kendi fetvaları çıkar. Şeyhülislâm, fetvaların üzerinde kendi mührünü görünce hıçkıra hıçkıra ağlamış ve “Padişahım, padişahım, sen kendini, bu fetvalara dayanarak kur-tardın. Fakat bizleri kim kurtaracak?” diyerek feryad etmiştir (17),

Ünlü Osmanlı Tarihçisi Joseph Von Hammer, Kanuni ve Yavuz Selim hakkında şu itirafta bulunmuştur: “Osmanlı Devleti’nin başkaca hiçbir çağı yoktur ki, edebiyat ve sanat eserleri bakımından, 46 yıl süren Kanuni Sultan Süleyman ve ancak 8 yıldan ibaret olan Yavuz Selim zamanları kadar verimli olsun” (18). “Büyük hükümdar unvanına gerçekten lâyık olan Sultan Süleyman, insanlık tarihinin büyük isimlerinden biridir” (19), Ve düşman bir kez daha tasdik ediyordu. Zaten bu mefkûre sayesinde, birçok milletden ibaret olan teb’a birarada yüzyıllarca huzur içinde yaşamadılar mı?

Aslında onların inançlarını, mefkûrelerini, daha doğrusu onları anlamak için o kadar geriye gitmeye de lüzum yok, Çanakkale ve Kurtuluş savaşları, ecdadımızı bize anlatan en yakın ve sarsılmaz delillerdir, Yıkılması ve paylaşılmasına mutlak gözüyle bakılan bir devleti ve milleti, koskoca bir (haçlı) ordusuna karşı topyekün bir araya getiren aynı mefkure değil midir? Sütçü imamları, Nene Hatunları, Ali Çavuşları hep aynı inanç için, Allah’ın (cc) “Canlarınız, mallarınız, vatanınız ve dininiz için savaşınız” emri için birleştiren hep aynı duyguydu, Zaten düşmanlar da, Müslümanların en güçlü silahının inançları olduğunu anladıklarından, bizi ortadan kaldırmak ve dinimizi yoketmek için çalışmaya başlamışlardır. Bunu, bir İngilizcin Avam kamarasında elindeki Kur’ân-ı Kerim’i göstererek “ Biz onların elle-rinden bunu almadıkça, onları yenmemiz mümkün değildir “ sözüyle itiraf etmişlerdir. O günden bu güne hep bunun için çaba göstermişler; Cennetmekan Padişah II.Abdulhamid Han otuz bir sene gibi uzun bir zaman bunları durdurmayı başardıysa da, onun vefatından sonra da malum faaliyetlerini sürdürmekten geri durmadılar. Böylece bir kez daha anlaşılıyor ki, biz ne zaman dinimize ve mefkuremize sadık kaldıysak azîz olmuşuz; aksi takdirde de zelîl düşmüşüz.

Yukarıda verdiğimiz misâllerden her biri tek başına, onların uğrunda savaştıkları dâvayı, inançları göstermekte, onları bize anlatmakta yeterlidir,

Zaten onları anlamak demek, bugün en büyük meselelerimizden birini teşkil eden ve “geçmiş ile geleceği birbirine bağlayan bir köprü mesabesinde olan tarih şuuruna sahip olmak” (20) demektir.

Abdullah Çangaoğlu

DİPNOTLAR:
1. Osman Turan: Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, Nakışlar yay. İst. 1980 c.2, s.297.
2. ,e.,s,278,
3..e.,s.281.
4.Türkiye Tarihi, Prof. A,Sevim, Prof. YaşarYücel T.T.K.Ank. 1989,s.71.
5....Mefkuresi,s.283,
6. Ahmet Şahin, islâm Büyükleri, Cihan yay. İst. 1989,5.214.
7....Mefkuresi,s,308.
8. Sızıntı, Çetin Sungur’dan.
9. Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Çile yay. İst. 1988. cilt,9.s. 107-201 .ag.e..cilt,2.s. 14,
I1. Ducas, Bizans Tarihi, İst. 1956, s. 152–154.
12. Dursun Bey Tarih-i Ebü’l Feth, İst. 1330,s. 34-48,
13. Ahmet Şahin, Tarih Şeref Levhaları, Cihan yay. İst. 1987, s. 239-241.
14.Tacizâde Cafer Çelebi, Mahru-sa-i İst. Fetihnamesi İst. 1331.s.7-10. Aşıkpaşazâde,Tevârih-i Ali Osman, İst. 1332,s.158-160.
15.Hoca Saadeddin Efendi; Tac’üt-Tevarih, cilt, 4, İst. 1270, s. 389.
16. Stanfood Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, e yayınları İst.l982,s, 191.
17. Hamdi Döndüren; Delilleriyle İslâm Hukuku, Erenler Matbaası. İst. 1983,s.100–103.
18. Joseph Von Hammer; Osmanlı DevletiTarihi, İst. (tarihsiz),s. 58,
19, .e.,s. 64.
20. M. Abdulfettah Şahin, Yitirilmiş Cennete Doğru, T.Ö.V, Yay.. İzmir, 1988,
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt