Tarih Baba ile Sohbet -2-

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Doğuş Pertez

Doğuş Pertez

Admin
    Konu Sahibi
Tarih Baba ile Sohbet -2-
Rüyâsında Târih Baba'yla beraber şanlı tarihimize yolculuk eden genç, o günden beri değişik bir rûh ve şuur dünyasında idi. Ziyâret etmiş olduğu mübarek ecdâdının vakur sîmâları ve derin sözleri dimağında ve gönlünde silinmez izler bırakmıştı. Gözlerinde onların hayâlleri, gönlünde hâtıralarıyla birlikte târihimizin o şanlı mîmarlarının türbelerini ve eşsiz mîrâslarını tek tek ziyârete başladı. Bu arada gönlünde derin bir tarih merakı uyanmıştı. Şanlı mâzîye âid köklü eserleri okumaya azmetti. Okudukça, görmüş olduğu rü'yâ, kendisi için daha bir mânâ ve ihtişam kazandı.
Ancak?
Satırlar, Lâle Devri'ne geldiğinde, yâni şan, ihtişam, gayret ve Hak yolunda hizmetin yerini ten ve nefsâniyet plânındaki yönelişlerin aldığı demleri okumaya başlayınca içine târifsiz hüzünler çöktü. Koskoca bir mîrâsın nasıl hân-ı yağma, yâni çar-çur edildiğini öğrendikçe yüreği burkuldu. Bilhassa şu cümleler dimağını kanattı: yücelten mânevî güç kaybolup dünyevî boş övünme yarışları ve nefsânî meyillerin başlaması ve Sâdâbâd safâlarının ön plana çıkmasıyla fetih rûhu zedelenerek fütûhât akâmete uğradı. Böylece mânevî ve maddî güç kayboldu. Hacimli topraklar korunamaz hâle geldi. Koca imparatorluk, güçlü devletlerin erozyonunda sürüklendi…
Onların tesiriyle rûhî fazîletler daha bir cılızlaştı ve nefsânî temâyüller ön plâna geçti. Öyle ki, bir lâle soğanının bir altına satıldığı zamanlar oldu. Böylece koca bir devletin kaderi değişti. Lüks yaşayış isrâfı artırdı. Batı devletleriyle ilim, irfan, teknik, terakkî güç ve kudretinden ziyâde lüks bakımından ihtişâm yarışları başladı. İbrettir ki, Topkapı Sarayı dışında bütün saraylar, Osmanlı'nın son yıllarının saraylarıdır."
Delikanlı, artık bu gerçeklerin hazin neticelerinin ağırlığı altında muzdaripti. Günleri artık çok mahzûn bir hâlde geçiyordu. Izdırapla:
"Âh Târih Baba! Sen beni bu ızdıraplara salmak için mi karşıma çıktın?" dedi.
Sonra cevabını yine kendi verdi:
"Hayır! Tarih Baba'nın yaptığı; farkında olmadığım gerçekleri bana gösterip aynı hatâlara düşmemem, yâni geçmişten ibret almam içindi…"
Suskunlaştı. Oysa etrafındaki yakın arkadaşlarına okuduklarını anlatıyor, anlatıyordu o âna kadar. Fakat şimdi… Okuduklarını anlatmaya utanır gibiydi.
Bir gece iyice bunalmış bir vaziyette yastığa başını koydu. Saatlerce uyuyamadı. Bir ara dalar gibi oldu. O da ne? Tarih Baba yine karşısındaydı. Keskin bakışları ve derin nazarları ile ona bakıyordu… Tarih Baba, tane tane konuştu:
"- İşte oğlum! Devletler de doğar, büyür ve ölür. Bu kaderdir. Ancak mühim olan, ibret ve hikmetleri kavramak ve gerekli dersleri almaktır. Senin de idrâk ettiğin gibi ten plânı girince rahmet hazîneleri kapanıyor…
Kısacası devletler, bir aşîret olarak doğarlar. Tekâmül ederek devlet olurlar. Daha da geliştiklerinde bir imparatorluk hâline gelirler. Lâkin meziyetlerini kaybetmeye başladıklarında da küçülür ve târih sahnesinden çekilirler. Nihâyet yenileri doğar. Bunlar da, imkânlarına göre hayatiyetlerini devam ettirirler. Bu hâl, târih sahnesinde milletlerin bir kader programıdır. Çünkü bu âlemde bekâ yoktur. Yükselişler, sonunda düşüşe müncer olur. Lâkin o düşüşte de bekâ yoktur. Yine bir yükseliş başlar. Bu gerçeğe sadece düşüşlerin penceresinden bakanlar, senin gibi böyle bedbin ve muzdarip olurlar. Aksine yükseliş penceresinden bakanlar da, gereğinden fazla şen şatır olurlar. Kader sırrına vâkıf olanlar ve ilâhî gidişâttaki hikmete nazar edenler ise, ne fazla sevinir ve ne de fazlaca üzülürler. Zîrâ hâdiselerin arkasındaki murâd-ı ilâhîye vukûfun huzur ve sükûnuna ererler. Sadece üzerlerine düşen vazîfeleri en güzel şekilde îfâ etmeye çalışırlar. Bilirler ki, tarihteki birçok hâdiseler, med-cezirler, yâni kalb grafiği gibi iniş-çıkışlar, öncekilerden ibret alınmadığı için tekerrür etmektedir. Deden Âkif bu gerçeği ne güzel ifade etmiştir:
Târîhi tekerrür diye târif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi!.."
Sözlerinin burasında Tarih Baba, derin bir iç çekti ve ekledi:
"- Gel evlâdım! Geçen sefer yaptığımız yolculukta uğramadığımız birkaç yere daha gidelim. Böylece hikmet ve ibreti mezcetmesini de öğrenmiş olursun!.."
Önce II. Mahmud Han'a gittiler. Mahmud Han, üzüntülüydü. Gözlerinde kurumaya hiç fırsat bulamamış nemler vardı. Bünyesi de zayıf, nahif ve cılızdı. Huzuruna gelen gence doğru başını yavaşça döndürüp şöyle dedi:
"- Evlâdım! Haremeyn'deki vakıfların birçoğunda benim tuğrâm var. Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz'in muhabbetiyle o mübârek beldelere güzel hizmetler götürdüm.
Ancak batının ve gâfil, menfaatperest devlet adamlarının tesiri altında yaptığım yanlışlıklar yüzünden halk bana "gavur pâdişah" dedi. Bunu duyunca dünya başıma yıkıldı. Benim hayatım size bir misâl olsun! Ben yanlış bir siyaset takip edip koca bir medeniyetin sarsılmasına sebep oldum. Aslında böyle olmasını istememiştim. Batıya râm olmak, onu körü körüne taklîd etmek, bana ve milletime zül idi. Lâkin ilmî ve rûhî bir hamle yapacağım yerde şeklî ve nefsânî bir hendesenin içine sıkıştım. Hayatımın son demleri de bu hatâmın acı meyvelerini yemekle geçti. Hatâlarımı anlayarak sonunda:
"- Beni bir câmîye götürün! Son nefesimi Allâh'ın bir mâbedinde vermek istiyorum…" dedim.
Aman evlâdım, benim yaptıklarımdan ve hazin neticelerinden ders alın da kendi dinî ve millî şahsiyet ve ahlâkınızı kaybetmeyin!.."
Sultan daha fazla bir şeyler söylemek istemediğinden ayağa kalktı. Gözlerinden akan yaşları göstermek istemiyor gibiydi. Tarih Baba ve genç, huzurdan ayrılıp II. Mahmud'un oğlu şehîd Sultan Abdülazîz Han'ın yanına gittiler. Abdülazîz Han, babasına nisbetle oldukça heybetliydi. Yaklaşık iki metre boyunda endamlı bir yapıya sahipti. Ceddi Yavuz Sultan Selîm Han'ı andırıyordu. Şehîd edildiği hâl içerisindeydi. Önündeki küçük masada Sûre-i Yûsuf sayfaları açık bir Kur'ân-ı Kerîm vardı. Mübarek Mushaf'ın üzerine de kan damlaları sıçramıştı. Ancak Abdülazîz Han, nâil olduğu ebedî mükâfât ile mütebessimdi. Huzuruna gelen delikanlıyı iyice süzdükten sonra konuşmaya başladı:
"- Evlâdım! Benim devrimde Osmanlıyı çökertmek isteyenler bize hasta adam yaftasını vurmaya kalktılar. Ancak ben bu yaftayı silmeye muvaffak oldum. Dünyanın en güçlü donanmasını kurdum. Donanmam, İngiliz donanmasını Hint Okyanusu'ndan öteye geçirmedi. Batılılar gemilerini benim tersanelerimde tamir ettirir oldular. Böylece ben, Tanzîmat'la başlayan yılgınlıktan milletçe silkinip doğrulma temâyüllerinin bir başlangıcı oldum. Fransa'ya gittiğim zaman Marsilya'dan Paris'e kadar sevinçten yer yerinden oynadı. Benim bu ziyâretim Fransa için bütün dünya memleketlerine karşı bir izzet ve şeref vesilesi oldu. Mısır'a gittiğimde ise, daha evvel babamı mağlub eden Mısır vâlisi, o gün benim atımın yularını tutar oldu.
Faâliyetlerimin ana hedefi, Tanzîmat'la birlikte başlayan ve terakkî adı altında daha çok ahlâkî, dînî, millî ve kültürel sâhada gerçekleştirilmeye çalışılan dış mihraklı batılılaşma ve mânevî çöküntü hareketlerini durdurmak, kendi dînî ve millî hüviyetine sâdık kalmak ve bu yolda ilerlemekti. Bu uğurda şehâdet şerbetini içtim.
Oğlum! Bilesin ki şu an bulunduğum makâma nâil olmamın yegâne sebebi, anatın ihtişam ve debdebesine kapılmayıp dürüst, dindârâne ve intizamlı bir hayat yaşamamdır. Hayatım boyunca su yerine zemzem içtim. Hattâ Avrupa'ya seyahate gittiğim zaman, abdest suyumu beraberimde götürdüm. Muntazaman namaz kılar ve çok çok Kur'ân-ı Kerîm okurdum. Gönlüm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in aşkıyla doluydu. Bunun için ehl-i Medîne'ye hürmetkâr oldum. Birgün hasta yatağımda baygın ve sararmış bir vaziyette yatarken bana:
"Medîne-i Münevvere mücâvîrlerinden (Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in ravzasına komşu olanlardan) bir dilekçe var!" denildiğinde yâverlerime:
"- Derhal beni ayağa kaldırınız! Harameyn'den gelen talebleri ayakta dinleyeyim! Allâh Rasûlü'ne komşu olanların talebleri, böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenmez!.." diyerek Medîne'ye ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e olan muhabbet edebini kendime şiâr edindim. Her Medîne-i Münevvere postası geldiğinde abdest tâzeledikten sonra mektupları: "- Bunlarda Medîne-i Münevvere'nin tozu var!" diye öpüp alnıma götürür, ondan sonra başkâtibe uzatarak: "- Aç, oku!" derdim. Şimdi bu muhabbet ve edebin berekâtıyla rûhum âsûde ve huzur içerisindedir."
Bu sözleriyle gencin gönül dünyâsına ve dimağına farklı bir pencere açan Sultan Abdülazîz Han, sadrındaki sırları ve hikmetleri onu almaya müsâid bir sadra emanet etmiş olmanın memnuniyetiyle görüşmenin bittiğini ifade için ayağa kalktı. Delikanlının gönlü, artık sürûr ile hüznün birleştiği bir kab hâlindeydi. Dalgın bir şekilde Tarih Baba'nın ardından yürümeye devam etti. O hâle gelmişti ki, aldığı nasibleri hazmederek kendi kendisini yeniden inşa etmek ihtiyacını hissediyordu. Bu oluşun heyecan ve ağırlığı ile başı dönüyor, kalbi sıkışıyordu. Tarih Baba, ona dönerek:
"- Evlâdım, dedi. Ecdâddan bu ziyaretlerimizde aldığımız îkaz ve irşad derslerini iyi hazmetmelisin! Bunların çoğu büyük kalabalıklar için anlaşılmaz bir sırdır. Bunlar sana fâş edildi. Bir insan için en ağır yük, sır ve hikmettir. Görüyorum ki, bunaldın. Şimdi en dirâyetli sultanların sonuncusu olan koca bir sultanı, II. Abdülhamid Han'ı da ziyaret edelim."
Sultan Abdülhamid Han, hayattayken her ziyaretçisine davrandığı gibi onları da ayakta karşıladı. Çünkü sultanın bir kimseye ayağa kalkması hükümdarlık mehâbetine aykırı sayılmaktaydı.
Kendilerini ayakta karşılayan bu koca sultanın karşısında genç, şaşkınlaştı. Büyük bir hayranlıkla ulu hakanı seyre koyuldu. II. Abdülhamid Han, hep ufuklara bakıyor gibiydi. Düşünceliydi. Sanki Tarih Baba'nın sîması, onun yüzünde kendisini sergiliyordu. O çehrede, tarihin bütün ince tecellîlerini seyretmek mümkündü. Hani hiçbir söz söylemese bile bakışlarının ve sîmâsının anlattıkları kâfî olurdu. Ancak gence müşahhas mâlûmatlar lâzım ve zarûrî olduğundan Sultan, hafif ve tesirli bir sesle konuşmaya başladı:
nbsp; "- Evlâdım! İlâhî tecellîde kahır ve lutuf , bir terazinin iki kefesi gibidir. Cenâb-ı Hak, kahır kefesine ağırlık vermek isterse, lutuf kefesi; lutuf kefesine ağırlık vermek isterse kahır kefesi kendiliğinden havaya kalkar. Ekseriyetle kahır inançsızlara, lutufsa mü'minlere müteveccihtir. Zaten küfür, kahır tecellînin, îmansa lutuf tecellînin zirvesidir. Böyle olduğu hâlde bazen kâfirler küfür ve isyanlarına rağmen lutfa nâil; zıddına mü'minler ise îmanlarına rağmen kahra dûçâr olabilirler. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu âlemde zıtların birbirini yok edemeyip birbirlerine âdeta nöbetleşe üstünlük kurmaları şeklinde hikmet dolu yüce takdîrinin bir neticesidir.
Benim hükümdarlık zamanım, dünyanın iklim itibariyle yavaş yavaş kış mevsimini idrâk etmekte olması gibi kahır tecellînin mü'minlere, lutfunsa ehl-i küfre takdir edilmesi istikâmetinde bir gelişmeye sahne idi.
Zîrâ beni tahttan indiren heyet, devlet adamı kabiliyeti bakımından değerlendirsem, bana siyasette talebe olabilecek bir vasıfta bile değillerdi. Lâkin Allâh'ın murad-ı ilâhîsine onların şer ve kahır olan niyetlerinin denk düşmesi neticesiyle sırtım yere geldi. Bir cihan pehlivanının kudreti karşısında ancak yok denecek kadar küçücük bir mikrobun ne ehemmiyeti olabilir? Lâkin o mikrop, murâd-ı ilâhîye denk düşmesiyle güçlenirse, o pehlivanı öldürmeye kâdir olur. Hasımlarım ne elde ettilerse, Cenâb-ı Allâh'ın, mü'min kullarına işledikleri mâsıyetler mukâbilinde veya bir imtihan olarak kahırla muâmele etmeyi murâd eylediği bir mevsimde iş başına gelmek sayesinde elde etmişlerdir.
Çünkü bu âlemde her şey fânîdir, saltanat da. Bu sebeple tahtımdan: " " "Bu izzet ve ilim sâhibi Allâh'ın takdîridir." diyerek indim.
Kısacası evlâdım! Bu hakîkatlere muvazî ölçüde devr-i saltanatımda en büyük bir çöküşün önüne geçen güçlü bir bend olmaya çalıştım. Dünya siyasetine vurduğum mühre yabancı devlet adamları bile boyun büktü. Ancak içerde beni anlayamayan gâfiller yüzünden koca bir imparatorluk sonunda hâk ile yeksân oldu. Bazı Paşalar, evlâd-ı fâtihânı ateşin ortasına attılar. Onlar, bir haritaya bakmayı bile akıl edemeyen kimselerdi...
Cihan sathında esen fırtınaları saltanatım müddetince bâdiresiz atlatmaya çalıştım, ama bazı mâceraperest gâfiller, devleti ve milleti, neticesi çok ağır bâdirelere körükörüne yuvarladılar. Doksan bin vatan evlâdını Erzurum dağlarında dondurdular.
Aman evlâdım, siz milleti böyle bâdirelere atmayın. Akıllı olun! Cenâb-ı Hak Kur'ân'da sık sık "akıl sahipleri, akıl sahipleri" demiyor mu? Kur'ân ve Sünnet, aklın bileyi taşı değil mi?..
Evlâdım! Ben, Filistin'in ilk mazlûmuyum. Ora ahâlîsi benim yetimimdir. Bilmiyorum, İslâm âlemi bugün o yetimlere ne kadar sahip çıkıyor...
Oğlum! Ömrüm boyunca edindiğim büyük tecrübelerden biri de şudur ki, birtakım insanların yüzlerinde maske vardır. Aslında kimi tilki, kimi sırtlan, kimi yılan, kimi domuz, kimi de maymun karakterindedir, ama hepsi insanlık maskesi takmıştır. İşte bunun için firâsetli olman gerekir. O maskelerin ardındaki asıl çehreleri göremezsen, sonunda büyük ziyanlara uğrarsın.
Evlâdım! Biz Âl-i Osman, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e muhabbet ve bağlılığı kendimize en yüce şiâr bildik. Ben de ceddimin yolundan gittim. Mü'minler o mübarek topraklara rahatça ulaşabilsinler diye İstanbul'dan Medîne-i Münevvere'ye kadar tren yolu yaptırdım. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in seferlerinde konakladığı yerlerde de istasyon kurdurdum. Tâ ki onun mübârek hâtıralarıyla teberrük edilsin!..
Kısacası ömrüm boyu dünya saltanatı değil, âhiret saltanatı için çalıştım. Çünkü dünya saltanat ve debdebesine kapılanlar, tarih boyu hep hüsrana uğramışlardır. Nitekim sarayların debdebeleri ile harâbât yerlerin üzerine doğan güneş aynı güneştir. Dünyevî debdebeye râm olanlar, daima tarihin çöplüğünde kaybolmuşlardır. Arkalarından ne semâ ağlamıştır, ne de gönüller. Yâni hep şerefsizce ölmüşlerdir... Buna mukabil âhiret saâdetine râm olanlar, hem tarihin altın tahtına kurulmuşlar, hem de arkalarında hayırlı bir nâm ve nice şerefli hâtıralar bırakmışlardır…
Haydi evlâdım! Yolun, îman parıltılarıyla münevver ve alnın gibi açık olsun!.."
Sultan Abdülhamid Han'ın bu hatm-i kelâmından sonra Tarih Baba'yla birlikte huzurdan ayrılan genç, yeni vâkıf olduğu derin hakîkatlerle tefekkür âleminde hayli mesafe almış, artık kuru kuruya bir hüzün okyanusunda boğulmaktan kurtulmuştu.
Bundan sonra Tarih Baba, genci, îmânlı Türk milletinin artık bitmiş, tükenmiş sanıldığı demlerde dahî nice zaferlere mühür vurabilecek kudrette olduğunu ermek için onu Çanakkale şühedâsının yanlarına götürdü.
Çanakkale şehidlerinden kanlar içinde kalkan biri gence şöyle hitap etti:
"- Torunum! Bugün Anadolu'da tüten her evin kudsî hâtırâsında bir Çanakkale şehîdinin olduğu muhakkaktır. Her âile bir Çanakkale yetimidir. Bu hâl, nesilden nesile intikâl eden bir şeref madalyasıdır. Çanakkale, târihe müşahhas şehîdlik mefhûmunu bir daha nakşetmiştir. Bu şehîdlerin kabirleri sîne-i millettedir.
Yavrucuğum! Sen de bizim bıraktığımız yetimimizsin, oğlumuzsun! Bizim gayretlerimiz, maddî ve mânevî yapımız, sizlerde de devam etsin!.."
Bir başka Çanakkale şehîdi şunları söyledi:
"- Bak oğlum, ben buraya gelirken ninen sana hamileydi. Ben ona bir kova buğday bile bırakamadım. İstanbul'dan buraya kadar ayağımdaki postal parça parça oldu. Üstümde elbiselerim yamalıydı. Ancak verdi
ğimiz şerefli mücadele neticesinde şimdi öyle bir durumdayız ki, nâil olduğumuz ilâhî rızıkları saymakla bitiremem!..Nasıl Bedir'deki ihlâsa melekler indiyse, biz de burada meleklerin kucaklarında can verdik. Buna düşman bile şâhit oldu. Evlâdım! Güç Allâh'ın gücü. Biz ne kadar kul olursak o kadar kuvvet gelir. Allâh, yerlerin ve göklerin hazinelerinin kendisine ait olduğunu bildirmiyor mu? İşte biz bunu bildik. Nasibimizi aldık. Sizler de bizim hâlimizden nasib alın!..
Asıl hayat buradaki hayat imiş! Dünyadaki gafletler bunu nasıl da perdeliyormuş! Şimdi kabrimizde cennet huzuru içindeyiz...
Aman evlâdım; tarihine, diline, dînine sahip çık! Deden Mehmed Âkif'in şu ifadelerini hiç unutma:
Îmândır o cevher ki ilâhî ne büyüktür,
Îmânsız olan paslı yürek sînede yüktür!..
........
Sahipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır...
Evlâdım! Kendine dön; ta derinlere giden köklerini iyi bil! Bil ki, ecdâdın beldelerden daha çok kalbleri fethetti. Çünkü kılıç, gönülle kullanılırsa zafere götürür. Gönül yoksa, kılıç, bir demir parçasından ibarettir. Sen de kılıçtan ziyâde gönlünle insanlığın fâtihi ol! Üstelik kılıcın zaferi geçici, kalemin ve gönlün zaferi dâimîdir."
Bir başka şehîd:
"- Evlâdım! Çanakkale'den alacağın bir ders de şudur ki; eğer bir harpte Allâh için, vatan ve millet için hakîkî şehîdler can veriyorsa, bu kurbanların arkasında zafer vardır. Eğer bunun tersine bir muhârebede sadece molozlar, yâni iç dünyası bomboş yürekler ölüyorsa, onların ardında da yalnızca bir enkaz yığını oluşur…"
Bir başka şehîd:
"- Evlâdım! Her zafer bir fedâkârlığın mahsûlüdür. Cenâb-ı Hak, kâinattaki ilâhî tanzimde her şeyi bir bedel mukâbili taltif etmiştir. Bir tohuma emek verdiğin ölçüde o çınar olur. Zaferler, sabır, sebat ve çilenin eseri olduğu gibi bu dünya da âhıret bedelidir. Hakîkaten nasıl yaşarsanız öyle ölüyorsunuz. Bunun için îmân ve hizmeti aşk hâline getirerek yaşayın!
Ulvî bir aşkla yaşarsanız bu âlemde ve mahşerde Arş sizi gölgeleyecek, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- kucağını açacaktır..."
Bir başka şehîd:
"- Oğlum! Japonlar, nesillerine, Amerika tarafından atom bombasının atıldığı yerleri gösteriyor ve onlara, eğitimlerinin ciddî bir temel dâvâsı olarak: "Eğer gayret etmez ve maddî-mânevî her bakımdan güçlü olmazsanız karşılaşacağınız felâket böyle olur. Yaşadığımız bu acı tabloyu unutmayın; onu daima hatırda tutarak ileriye yürüyün, çalışın, çalışın!.." diyorlar...
O hâlde sen de gel bak; tarihten bu yana şu Anadolu topraklarında, Balkanlarda, Yemen'de, Cezayir'de, Kırım'da ve daha nice yerlerde ceddinin yaşadığı acı-tatlı hatıraları unutma! En son olarak bilhassa Çanakkale'yi ve İstiklâl Harbini devamlı hatırında canlı tut! Ayrıca yer altında ve yer üstünde hem maddî, hem mânevî nice hazînelerin var. Bunları en güzel şekilde kullanmayı bil!
Sakın kendini küçük görme! Şunu bil ki, bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir memleketi kurtarabilir!.."
Son olarak genç ve Tarih Baba, bir de Seyyid Çavuş'un annesine uğradılar. Etrafında melekler ve şühedâ hizmet ediyordu. Konuşmaya başladı:
"- Oğulcağızım! Hiç unutma ki, bir millet için daima iffetli, îmânlı ve vatanperver annelerle zafer vardır. Cennet, ancak hakîkî annelerin ayakları altındadır. Böyle annelerle toplum âbâd olur; böyle olmayanlarla da berbâd olur! Zîrâ her evlâd, müsbet veya menfî ilk feyzini annesinden emer.
Evlâdım! Eğer bir cemiyette fedâkâr, vefâkâr ve çilekeş, yâni gerçek anneler varsa, Fâtihler, cihangirler ve evliyâullâh vardır... Anneler ki, tarihin gözükmeyen kahramanlarıdır. Bizler, evlâdını hep Yâsin'lerle emziren annelerin çocuklarıyız..."
Bundan sonra Tarih Baba, genci bugünlere getirdi. Delikanlının önünde şimdi bir vîrâne vardı; kültür, dil ve târihinin talan edildiği bir vîrâne... Genç sordu:
"- Tarih Baba! Buradaki arslan yürekli delikanlılara ne oldu? Yağız yiğitler vardı; ne oldu onlar?"
Tarih Baba mahzunlaştı. Gözlerinden boşalan yaşlar sakalını ıslatmaya başladı:
"- Evlâdım! Az evvel gördün ya; yüce bir sevdâ ile onların kimi Kosova'ya, kimi Niğbolu'ya, kimi Viyana'ya, kimi Çanakkale'ye gitti. Sonuncuları da İstiklâl harbine koştu. Onlar, târihin şeref sayfalarına îmânları, ilimleri, irfanları, malları, canları ve kanlarıyla imza attılar. Sonra da seni mirasçı bıraktılar. Şimdi sana düşen, o mirasa sahip olmaktır! Sakın ye'se kapılma; sen onların torunusun! Osmanlı Devleti'nin 623 senelik şan ve şeref dolu târîhini temessül etmiş bir şahıs gibi konuşturan şu mısraları dinledin mi hiç:
A'sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?
Bir başka denizdim, kürenin rub'u benimdi!..
A'sâr elimin çizdiği mecrâdan akardı,
Üç kıt'ada mağrûr atımın izleri vardı...
Hançerdi hayâlim, bütün akvâm ona kındı,
Gûyâ küre şeydâ-yı irâdemdi, kadındı...
A'sâbına kalbimdeki âhengi verirdim,
Kasd eylediğim şekli verir, rengi verirdim...
Dünyâ bilir iclâlimi, ben böyle değildim!
"Ben altı asırdan beri bir defa eğildim!.."
Evet evlâdım! Sen bir defa da olsa eğilmek zorunda kaldın.. Niçin? Çünkü vasıflı insanların ve buna paralel olarak da güçlü dînî ve millî şevk ve ideallerin azalmış, hattâ yön değiştirmişti. İşler, cılız şahsiyetlerin ellerinde perişan olmuştu. Bu itibarla bilesin ki:
Toplumu mahveden şey, vasıflı insan noksanlığıdır. Osmanlı'nın başlangıcında nasıl ki zirve şahsiyetler devleti yüceltmişlerse, son demlerinde de cılız kimseler cüceleştirdiler. Vasıflı insan yokluğu ve eksikliği sebebiyle son Osmanlı'da orman bakanı bir Rum idi. Ticaret kötü niyetli etnik grupların eline geçmişti. Siz liyâkatli adam yetiştiremeyince insanlarınızı yabancılar yetiştirir oldu. Bu yabancılar, sizin gençlerinizi kendi memleketlerine götürüp onlara bir nevî kalb ameliyatı yaptılar. Böylece onları sizin yurdunuza iç dünyaları batılı, sadece dış dünyaları, yâni apoletleri Türk olarak aranıza geri gönderdiler. Yâni böyle yetişen kimselerin dışı sizden, içi ise birer yabancı oldu... Tahterevalli oyunu gibi biri gitse, bir benzeri geldi. Maskeli dolaştıkları için temiz halk, onların iç dünyalarını sezemedi. Sezse
e elinden bir şey gelmedi. Şu hâdise pek ibretlidir:
1911'de İtalyanlar eski bir Osmanlı toprağı olan Trablusgarb'a (Libya'ya) saldırmışlardı. İttihatçıların hâin Sadrazamı İbrahim Hakkı Paşa burasını âdetâ işgale âmâde bir hâle getirmişti. Oradaki askeri Yemen'e sevketmiş, askerî vâli ve kumandanı da bir bahâneyle İstanbul'a celbetmişti. Halbuki kendisi, Roma büyükelçiliğinden sadrazamlığa intikal etmiş bulunuyordu. İtalyanlar'ın niyetlerini, herkesten iyi bilmesi gerekirdi. Ancak bütün bunlar bir tarafa, Trablusgarb çıkarması hakkındaki İtalyan ültimatomu kendisine ulaştığında dahî Osmanlı ordusunda müşâvir olarak çalışmakta bulunan İtalyan asıllı Robilan ile "briç" oynamaktaydı. Arzedilen ültimatomu:
"- Şuraya koyun; oyunum bitsin!.." diyerek saatler sonra açmak gibi bir gaflet ve ihânet göstermişti.
Hâsılı böyle gaflet tezâhürleri neticesinde de milletinizi âbideleştiren emânet, liyâkatle taşınamaz oldu. Yâni yüce ve kudsî hisler, faâliyetler ve emânetler ihmal edildiği an çöküş başladı... Tahribat fecî oldu. İhtişamlı bir millete yazık oldu...
Bu itibarla dikkat edeceğin en mühim husus, nefsini aşmak ve onun aldatmacalarına kanmamaktır. Gönlün Allâh, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ve vatan muhabbeti ile dolu olsun!.. Sakın dünyânın ihtiraslarına meyledip gönlünü gel-geç boş sevdâlarla ziyan etme!
Evlâdım, bilesin ki:
Milletler, îmanları, edebiyatları ve tarihleriyle yaşar. Topraklar bu muazzez varlıkların üzerinde vatandır. Sizler bu idealde olduğunuz zaman tarih, elinizin çizdiği mecrâdan aktı.
Dünyâ sizin için bir ringdi. Avrupa ovaları bir hipodromdu. Sizler, tarih sayfalarından kazınamayacak sayısız madalyalar aldınız. Bu şerefi düşün; mîrâs olarak böyle bir şeref yeter sana!..
Oğlum!
Köklü ve muhteşem bir mâzîye sahip bir evlâd olarak şunu aslâ unutma:
Anadolu'nun kapılarını açarken bembeyaz elbisesini giyip: "Bu benim kefenimdir!" diyerek savaşan bir Alparslan'ın mevcutsa,
Hazret-i Mevlânâlar, Yûnuslar ve Hüdâyîler gibi yüreğini dergâh yapan gönül insanları, onların izinde giden yürekler ve bunlardan feyz almış insanların varsa,
Osman Gâzî ve nesli gibi diğergâm, gönül eri ve kendisini Cenâb-ı Hakk'a adayan âbide insanlara sahipsen,
Bu zaferin kurbanı ben olayım, diyen I. Murad Han'ın varsa,
Teb'asıyla mahkemeye çıkan ve adâlet tevzî eden bir Fâtih'in varsa, SEN BÜYÜK MİLLETSİN!..
"- Pâdişahım, benim vazifem, senin âhiretini kurtarmaktır!" diyerek sultanı yanlış kararından vazgeçirebilen, Hakk'ı cesaretle tevzî eden bir Zenbilli Ali Efendi'n varsa, bunları yetiştiriyorsan, sen mâzînin olduğu gibi istikbâlin de büyük milletisin!..
Yabancı teb'ayı, onların idarecilerinden daha çok memnun eden değerli şahsiyetlerin varsa ve senin adâlet idealin cemiyeti bir ağ gibi dokuyorsa,
İstanbul fethinde kızgın alevlerin üzerine atılan ve: "Şehidlik sırası bizde!" diyerek netîcede surlara zafer sancağını diken Ulubatlı Hasanların varsa,
Bir karıncayı düşünen Kânûnî Sultan Süleyman'ın varsa,
Ufkunda Allâh Rasûlü'nün muhabbeti ile kavrulan ve hislerini sulara nakşeden bir Fuzûlî gözüküyorsa veya yeni bir Fuzûlî yetiştirme idealin varsa,
Sînesi Kur'ân'la dolmuş analar, arslan yürekli yiğitler doğuruyorsa,
Dünya, senin gözünde küçülmüş, âhıret seâdeti ve Allâh rızâsı ise bir ideal hâline gelmişse, SEN BÜYÜK MİLLETSİN!..
Üzülme! Dün şahlanıp istiklâlini temin eden Anadolu'daki kuvâ-yı milliye rûhu bugün de dimdik ayaktadır…
Hâdiseler karşısında aslâ me'yus ve bedbîn (karamsar) olma! Mü'min, daimâ nikbin (iyimser) olur. Rabbine ilticâ eder. Çünkü yeis haramdır.
Şu coşkun ezanlar sana rûhâniyet ve engin, hür semâlarda dalganan ay-yıldızlı bayrağın da sana güç veriyorsa, sen bu mukaddes emânetlere sahipsin demektir!.."
Tarih Baba, konuşmasına böyle devam ederken yine Süleymaniye'nin minarelerinden İstanbul'u seher feyziyle dolduran muhrik bir sadâ ile okunan sabah ezânı gencin rü'yâsını nihâyete erdirdi. Artık gencin dimağı rahatlamıştı. Beyni, tarihin ve kaderin handikaplarına vukûfun huzur ve sükûnuyla doluydu. Lâkin başlayan bu yeni gün, nasıl gelişecek ve ona ne ibretli sahneler gösterecekti!.. Kendi kendine:
"Bugün yine bambaşka mehâbetli bir sabâh oldu!.." diyerek şükür hissiyle dolu bir hâlde kıbleye yöneldi... Ellerini yüce dergâha kaldırdı:
Allâh'ım! Bu milletin, yeni bir yükselişe mazhariyetiyle neticelenecek sabah aydınlığını bizlere nasip et!
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt