Tarih Baba ile Sohbet -1-

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Doğuş Pertez

Doğuş Pertez

Admin
    Konu Sahibi
Tarih Baba ile Sohbet -1-
Tarih sayfaları incelendiğinde büyük oluş ve hâdiselerin temelinde büyük hayâl, düşünce ve ideallerin bir başlangıç teşkil ettiği açıkça görülür. Bu oluşlar, Hakk'ın rızâsına muvâfık bir vasıfta ise, bunların tezahürleri de, azim ve irâdeleri güçlendirici bir müjdeyle başlar.
Cihan tarihinin en mübârek ve en azametli bir safhasını teşkil eden Osmanlı'nın başlangıcı da, Allâh'ın lutuf ve keremiyle böyle bir müjdeyle gerçekleşmiştir. Bütün kaynakların şehadetiyle sâbit olduğu üzere Osmanlı Devleti'nin velî bânîsi Osman Gâzî Hazretleri, büyük Allâh dostu Şeyh Edebali Hazretleri'nin hâne-i saâdetlerinde bir rüyâ görmüştür:
Şeyh Edebali Hazretleri'nin evinde misâfir kaldığı bir gece Osman Bey, rûhuna sükûnet veren, nefsinin çırpınışlarını dindiren sohbetin huzuru içinde heyecan dolu anlar yaşamıştı. Bir rivâyette, kendisine yatması için gösterilen odanın duvarında asılı bir Kur'ân-ı Kerîm olduğu için ona hürmeten ayağını uzatmayıp, oturduğu yerde tatlı bir uykuya dalmıştı. Rüyâsında, Şeyh Edebali Hazretleri'nin göğsünden çıkan ve giderek hilâl şeklini alan Ay'ın, bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebali Hazretleri arasından çıkan bir fidanın çınar hâline geldiğini ve bu çınarın dallarının üç kıtaya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını gördü. Bu topraklarda haşmetli kule ve kubbeler üzerinde Ezân-ı Muhammedî okunuyor; bülbüller Kur'ân-ı Kerîm tilâvet ediyorlardı. Semânın görülebilen her yeri gülşen olmuştu.
Osman Bey, rüyâsında bu güzel manzaraları büyük bir hayranlıkla seyrederken, âniden bir ceylanın ortaya çıktığını gördü. Batıya doğru kaçmaya çalışan ceylana ok atmak üzere nişan alırken uyandı.
Abdest aldı. Müsâade alarak Edebali Hazretleri'nin huzûruna girdi. rüyâsını anlatmağa başladı. Anlattıkça şeyhin yüzünde tatlı tebessümler beliriyor, gözleri, nûrânî bir ışık ile parlıyordu. Zîrâ Edebali Hazretleri, kalb gözüyle bu rüyânın sırrını çözmüştü. Osman Bey susunca, Şeyh, başını kaldırdı; gözlerinin içine bakarak yumuşak, âhenkli sesi ile şöyle dedi:
"-Oğlum! Gâibi ancak Allâh bilir. Lâkin gördüğün bu rüyâda dolu dolu hayır vardır. Cenâb-ı Hak sana ve soyuna saltanat nasîb edecektir. Dünyâ, oğullarının himâyesine girecektir. Benim zürriyetimden bir kız ile evleneceksin. Bu izdivaçtan doğanlar, senin kuracağın ve giderek büyüyecek olan büyük bir devletin başına geçeceklerdir. Bu devlet de Batı'ya doğru genişleyecektir..."
Osman Bey'in gençlik zindeliği ile kaynaşan müthiş bir enerji, böylece devreye girdi ve dinamik bir ilerleyiş ve yükselişin âmili oldu. Muazzam bir medeniyetin temelini teşkil etti. Bu gençlik enerjisi, bir kudret menbaı hâline gelerek bütün cihana yayılan adâlet ve îlâ-yı kelimetullah güneşinin güçlü bir kaynağı oldu. İnsanlık semâsı parıl parıl aydınlandı...
Ancak!
Dün Osman Gazi'nin gençlik yıllarında gördüğü ve gerçekleştirdiği rüyaya mukabil bugünün gençleri ne gibi bir rüya görebilir? Bunu hayâlimizde şöyle canlandırabilir miyiz:
Yirmi yaşlarında bir delikanlı...
Kemâl, zevâl dengesiyle akıp giden bu âlemdeki hâlden hâle geçişlerin sonsuzluğuna berrak bir şekilde vâkıf olamıyordu. Birbirine dolaşmış iplik yumakları gibi karmakarışık his ve fikirlerin zebûnu olmaktan kendini kurtaramıyordu.
Zihninde müthiş bir yangın vardı. Yüreğinde sanki mahşer kaynıyordu... İdrâki, dünyâya geliş ve dünyadan gidiş gibi iki muazzam sırrın arasına sıkışmış kalmıştı... Aklı, hayatın türlü iniş ve çıkışları; sayısız aldanmalar, kazanmalar, kaybetmelerle dolu ihtilâç zincirleri ile âdeta bağlanmıştı... Esrar yüklü muammâları aşamıyordu. Sayısız mahlûkatın, birbirinden değişik kader programları neyin nesiydi? Velhâsıl binbir türlü çalkantı içinde yüzüp gidiyor, âdeta kendisini köksüz bir ağaç gibi kurumaya mahkûm görüyordu...
Genç, böylece gönlüne huzur verecek bir görüş berraklığına ulaşamadan saatlerce önündeki tarih kitabının sonsuza tutulmuş bir aynanın içi kadar derinleşmiş sahifelerine loş nazarlarla bakmaya devam ediyordu. Uyku ile uyanıklık arasında, yâni yakaza hâlinde âdeta bir zaman tüneline girmişçesine mânidar bir rüyâ gördü.
Rüyasında Âdem -aleyhisselâm- ile hayata başlayan ve asırları elinde tutan bir ihtiyarla karşılaşmıştı. Bu yaşlının adı Tarih Baba'ydı. Yüzü, binlerce yıllık beşerî tarihin acı-tatlı hâtıralarından binbir iz taşıyordu. Sayısız dramlar, trajediler; sevinçler, üzüntüler ve insanlığa ait daha neler neler onun bakışlarından yansıyordu. Sanki geçmişteki bütün vâkıalar onda, üstüste çakışan milyonlarca gölgeler gibi girift bir hâlde idi. Nice zaferlerin sevinci ve mağlubiyetlerin hüznü, bir arada onun hâlinden okunmaktaydı. Gelen geçen hâdiselerin akisler yığınıydı. Çok yaşlı olduğu, yaşadığı hâdiselerle iki büklüm olan beli ve uzun hırpânî saçı ve sakalının bembeyaz kesilmesinden anlaşılan Tarih Baba, sanki haritalar mecmuasıydı. Muzdarip delikanlının alnını şefkatle okşadı ve:
"-Evlâdım! Seni çok bedbin, sıkıntılı ve muzdarip görüyorum. Sonsuz bir sûrette akıp giden insanlık tarihinin yalnız bir tek kesitine nazar edenler, dar bir ufuktan bakanlar, hakîkate vâsıl olamazlar. Sen mü'min ve şerefli bir ecdâdın mirasçısısın; hayatın ilâhî tecellî itibarıyla müthiş bir karakış mevsimine rastlasa bile kederlenip ye'se düşme! İstikbâldeki baharın ümîd ve tesellîsiyle kendini teskîn edebilmelisin. Bu dirayeti kazanabilmen için seninle şimdi bir seyâhate çıkacağız." dedi.
Sonra gencin elinden tuttu ve dolaştırmaya başladı. Garîb ve meçhul bir âlemdeydiler. Tarih Baba:
"- Evlâdım! Fazla vaktimiz yok; onun için mübarek ceddinden bazılarını ziyaretle iktifâ edeceğiz!" dedi ve genci, Kosova fâtihi ve şehid sultan I. Murad Han'ın yanına götürdü.
I. Murad Han'ın üzerindeki şehâdet kanları henüz kurumamıştı. Muazzam, cengâver bir devletin haritasını çizen kalemin mübârek mürekkebi acaba o şehadet kanı mıydı? Sultanın yüzü sürûr ve neş'e ile doluydu. İlâhî dergâha ak yüzle varabilmiş olmanın saâdet ve vicdan huzuru içindeydi. Genci görünce uzun uzun süzdü ve gür bir sesle konuşmaya başladı:
"-Oğlum! Bütün iş, mal ve canı onların verilişlerindeki gâyeye göre kullanabilmeyi bilmek. Bilirsen, bunlar ebedî yaşar. Bu sebeple ben Kosova meydan muharebesinde bir oğlumu bir yanıma, diğer oğlumu öbür yanıma alarak harbe girdim ve duam kabul oldu; zaferin şükür kurbanı da ben oldum...
Kosova'da hâlâ devam eden ezanlar, benim rûhumu nasıl mes'ûd ediyor bilemezsin!.. Şimdi cennet bahçesinde hep o lâhûtî hoş sadâların içindeyim...
Çünkü oğlum, insanlığın hidayete kavuşması yolunda yapılan seferler ve bu seferlerde şehadet şerbetini içmek, bizler için birer şeb-i arûs (düğün gecesi) ve ilâhî şenlikti. Hakîkaten biz:
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!..
Oğlum! Babam Orhan Gâzî bana: "Îlâ-yı kelimetullâh (Allâh'ın dînini yüceltip insanları seadete kavuşturma) azmi iki kıt'aya sığmaz!" demişti. Ben de bu yolda yürüdüm ve nice fetihlerde bulunarak ardımda büyük bir devlet ve memleket bıraktım. Rabbim, yüce dîni te'yid ve takviye için sebepler plânında bizi seçmişti. Bunca şan ve şereflere o yüce takdîr sâyesinde mazhar olduk."
Genç, bu söylenilenleri teessür ve sükût ile dinlerken bir yandan da buram buram terlemeye başladı. Hiçbir şey diyemedi. Derin bir iç çekti, yutkundu ve I. Murad Han'ın huzurundan Tarih
a'yla beraber edeble ayrıldılar. Sonra Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanına vardılar.Fâtih, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in: "Ne güzel kumandan!" diye buyurduğu iltifatın güzellik ve ihtişâmı içindeydi. Dünyada hayâl edilemeyecek muazzam bir sarayda yine şanlı bir taht üzerinde oturuyordu. Genç büyük bir huşû ve temennâ ile zihnindeki istifhamları arz etmeye teşebbüs etmişti ki, Sultan Fâtih elini havaya kaldırarak buna meydan vermedi ve ona şöyle hitap etti:
"-Evlâdım! Bilesin ki ben, 14 yaşından beri İstanbul'un projeleriyle yatıp kalktım. 53 gün Istanbul surlarında ne çileler yaşadım!.. Öyle bir hâle geldim ki: "Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul'u!.." dedim. Arslan yürekli cengâver askerlerim de, İstanbul surlarına ateş lavları arasında tırmanırken âdetâ şehîdliği paylaşamayıp:
"-Bugün şehîdlik sırası bizde!" diyerek birbiriyle yarış ediyordu.
İşte benim ve sînesi îmân dolu askerimin kalbi bu kıvama varınca Rabbim bize zafer nasib etti. Böylece ben Peygamber müjdesinin bereketiyle çağ kapatıp çağ açtım..."
Fâtih'in hitabından gencin dimağ ve idrâkine sunulan bu hakîkatler, onu derin bir tefekküre sevketti. Ancak genç, hâlâ rûhî ihtilâçlarının girdabında kıvranıyordu. Oysa onun, su içen bir ceylan sükûneti ile huzur bulması gerekirdi. Genci binbir endişenin zebûnu görmesi sultanı üzdü. Ayağa kalktı; böylece görüşmenin bittiğine işaret etmiş oldu.
Buradan Osmanlı kültür ve medeniyetinin bânîsi olan II. Bâyezid Han'ın yanına vardılar. Velî lâkabıyla anılan o zâhir ve bâtın sultanı, huzuruna gelen gencin gönlündeki bulanıklığı yüzünden okuyarak onun bir şey sormasına meydan vermeden söze başladı ve:
"-Oğlum!" dedi: "İslâm gönüllere huzur veren bir râyiha gibidir. Bu şuurla ben tahta çıktığım zaman garb âleminin en büyük mimarı olan Leonarda de Vinci, Istanbul'u imar etmek ve camilerle donatmak için bize müracaat etmişti. Paşalarım, çok istekli bir alâka ile bunu kabule yanaşırken ben, o hristiyan mimarın teklifini reddettim. Bunu yapmasaydım, Mimar Sinan'ı idrâk edemezdik. Kendi öz şahsiyetimize kavuşamazdık. Mabedlerimize hristiyanî bir ruh hâkim olurdu.
Şunu da unutma ki, felâketler gibi saâdetler de daha ziyade baht işidir. Cehd işi olan, ilim tahsilidir; ilmin dışındakilerde bahtın rolü gâliptir. Herkes, kardeşim Cem'in sultan olmasını istiyordu. Tahta onu lâyık görüyordu. Lâkin o, ülkeyi bölerek milletin birlik ve beraberliğine zarar vermek gibi bir bedbaht arzu ve düşüncenin bedelini yâd ellerde ölerek ödedi. Onun için oğlum! Vatan toprağı aslâ bölünmez!.."
Sultan ayağa kalktı. Muhatabının içindeki kör düğümlere bir neşter atmıştı ve onun bir dolunay hâlindeki rûhunda yaşanan küsûfun (ay tutulmasının) azaldığı müşâhedesiyle vedâ temennâlarını kabul etti.
Bundan sonra Tarih Baba'yla genç, Yavuz Sultan Selîm Han'ın huzûruna vardılar. Yavuz'un çehresinde dehşetli bir mehâbet vardı. Çaldıran, Mercidâbık ve Ridâniye'nin çileli hâtıraları hâlâ dipdiriydi. Cenk meydanlarından gelen tekbir seslerini dinliyor gibiydi. Diğer taraftan Hicaz'ın iki Mübârek belde olan Mekke ve Medîne'nin hizmetini deruhte etmekle müftehir bir derviş vasfındaydı. Adetâ iki dünyayı mezcetmişti. Şöyle konuştu:
"-Oğlum! Başarıyı nefsinden bilerek gurura kapılan, o nimete liyâkat kazanamamış demektir. Allâh'ın lutf u keremiyle hâdimü'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn olduk. Lâkin bu nimeti nefsimizden bilip gurura kapılmaktan son derece hazer ettik. Bütün nimetler Allâh'ın lutfundan ibarettir.
Evlâdım! Bir seferde devrimin meşhûr âlimlerinden Kemâl Paşazâde'nin atının ayağından sıçrayan çamur, kaftanımı baştan başa boyamıştı. Büyük üstâdın üzülmesine mukâbil ben âdeta sevinmiş ve:
"Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir. Mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın ki, gelecek neslime bir ibret müzesi olsun!" demiştim.
Çünkü gerçek zafer, kalbin zaferidir. Onun için böylesi bir zaferle sonsuz vuslattan nasibdâr olabilmek yolunda bu çamurlu kaftan, benim için nice sırlar taşıyan müstesnâ bir semboldür.
Lâkin ne eseftir ki, artık ibret alacak ziyaretçiler bile kalmadı! Nerede o mübârek nesil?!.
Evlâdım! Sekiz senelik saltanatım, Rabbimin lutfu ile kazandığım zaferler, şanlar, şerefler ve fânîlerin iltifatları, bizleri sekre sürükleyip mağlûb etmedi. Şu hakîkati çok iyi bildim:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a'lâ imiş!..
Oğlum! Sen de iyi bilesin ki, gerçek muvaffakıyetlerin temeli, "nefs engelini aşmak ve onun aldatmacalarına kanmamak"tır. Anadolu'nun dirilik ve canlılığı, hep böyle bir muhteşem düstûr ile gerçekleşmiştir. Böylece oluşan mânevî ve millî şuur sayesinde Anadolu, daima genç kalmıştır. Nice düşman istilâları görse bile, kurumuş ağaçların kökünden filizlenen yeni sürgünler gibi daima mübârek bir yeşerme ve gelişme tezahür etmiştir..."
Yavuz Han'ın huzûrundan da iki büklüm olarak ayrılan genç, Tarih Baba'nın peşisıra bu defa Kânûnî'nin yanına vardı. Kânûnî dalgındı. Ufuklara bakıyordu. Sanki hâlâ Akdeniz'den gelen top seslerini dinliyordu. Onları görünce derin bir iç çekerek:
"-Ben üç kıt'ada hakkın ve adâletin bükülmez bileği oldum. At sırtında tâ Almanya'ya gittim; şimdi de gidenler var; hem de teknik vâsıtalarla ve çok kısa bir zamanda... Ama gidişlerdeki gâyeler nedir ve izzetimiz ne durumda?!.
Evlâdım! Preveze deniz zaferinden sonra Barbaros, esir dolu düşman kadırgalarını önüne katmış olduğu hâlde donanmasıyla Haliç'e giriyordu. Ben de zamanın devlet erkânıyla birlikte Sarayburnu'ndaki sahil saraylarının birinin önünden bu manzarayı seyrediyordum. Gemiler beni selâmlıyordu. Halk, çoşkun bir tezâhüratla Barbaros'un zaferini tes'îd ediyordu. Yanımdaki paşalardan biri bana dönerek:
"-Efendimiz! Zaman-ı saltanatınızda böyle bir zafer müyesser olduğu için ne kadar iftihar etseniz azdır! Acaba tarih, böyle bir zaferi kaç kere kaydetti?" dedi.
O anda Allâh'ın müstesna bir lutuf ve keremiyle kalbim, iradem, dimağım yalpalamadan ona şu cevabı verdim:
"-İftihar mı, şükür mü? Paşa! Zaferi ihsan eden kimdir?"
Bence uzun saltanatım boyunca kazandığım zaferlerin en büyüğü, şu iki kelimelik cevapla nefsime karşı kazandığımdır." dedi ve ayağa kalktı.
Tarih Baba ve genç, buradan idrak berraklığına medâr olacak büyük bir nasib almış olarak ayrılıp o büyük sultanın arkasındaki mânevî güç, müftiü's-sekaleyn Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi'yi ziyaret ettiler. Büyük âlim bir hâtıra nakletti:
Birgün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için benden aşağıdaki beyitle fetvâ istemişti:
Dırahta ger ziyân etse karınca
Zararı var mıdır ânı kırınca?
Pâdişâh'ın bu fetvâ talebi üzerine, ben de, bir beyitle şöyle cevap vermiştim:
Yarın Hakk'ın dîvânına varınca;
Süleyman'dan hakkın alır karınca!.
Böylece o cihan pâdişahının bir karıncayı bile incitmekten kaçınacak derecede bir adâlet ve merhamet duyguları içinde yaşamasına yardımcı ve muvaffak oldum.
Oğlum! Devrinizin kendi öz bünyesinde kaybettiği ahlâk, zerafet, incelik, diğergâmlık, sebat ve doğruluk gibi ölçüleri yeniden kazanmanız zarûrîdir. Yoksa maddî ve zâhirî mânâda tâlip olduğunuz yükselişlere ulaşmış bulunsanız bile bu, öz iyle ham ve sakat kalmaya mahkûmdur. Hayat ve hâdiseleri böyle ince ve derin bir perspektiften telâkkî etmedikçe üzerinizdeki îmân nimetinin icab ettirdiği olgunluğa kavuşabildiğinizi sanmamalısınız..."
Tarih Baba'nın, elinden tutarak dolaştırdığı genç, şahid olduğu manzaralar ve îmâlı ders, tavsiye, îkâz ve irşadlarla o hâle gelmişti ki, aldığı nasibleri hazmederek kendi kendisini yeniden inşa etmek ihtiyacını hissediyordu. Bu oluşun heyecan ve ağırlığı ile başı dönüyor, kalbi sıkışıyordu. Tarih Baba, kendisine dönerek:
"-Evlâdım, dedi. Ecdâddan bu ziyaretlerimizde aldığımız îkaz ve irşad derslerini iyi hazmetmelisin! Bunların çoğu büyük kalabalıklar için gayb-i izâfîdir. Bunlar sana fâş edildi. Bir insan için en ağır yük, sır ve hikmettir. Görüyorum ki, bunaldın.
Evlâdım! Daha sonra bir başka âlem-i mânâda duraklama ve çöküş devirlerine uğrayacağız, Çanakkale'ye gideceğiz, Istiklâl Harbinin kahramanları olan kuvvâyı milliyye ile görüşeceğiz... Ancak bugün, son olarak I. Ahmed Han ile Hüdâyî Hazretleri'ni ziyaretle iktifâ edeceğiz."Fâtih, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in: "Ne güzel kumandan!" diye buyurduğu iltifatın güzellik ve ihtişâmı içindeydi. Dünyada hayâl edilemeyecek muazzam bir sarayda yine şanlı bir taht üzerinde oturuyordu. Genç büyük bir huşû ve temennâ ile zihnindeki istifhamları arz etmeye teşebbüs etmişti ki, Sultan Fâtih elini havaya kaldırarak buna meydan vermedi ve ona şöyle hitap etti:
"-Evlâdım! Bilesin ki ben, 14 yaşından beri İstanbul'un projeleriyle yatıp kalktım. 53 gün Istanbul surlarında ne çileler yaşadım!.. Öyle bir hâle geldim ki: "Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul'u!.." dedim. Arslan yürekli cengâver askerlerim de, İstanbul surlarına ateş lavları arasında tırmanırken âdetâ şehîdliği paylaşamayıp:
"-Bugün şehîdlik sırası bizde!" diyerek birbiriyle yarış ediyordu.
İşte benim ve sînesi îmân dolu askerimin kalbi bu kıvama varınca Rabbim bize zafer nasib etti. Böylece ben Peygamber müjdesinin bereketiyle çağ kapatıp çağ açtım..."
Fâtih'in hitabından gencin dimağ ve idrâkine sunulan bu hakîkatler, onu derin bir tefekküre sevketti. Ancak genç, hâlâ rûhî ihtilâçlarının girdabında kıvranıyordu. Oysa onun, su içen bir ceylan sükûneti ile huzur bulması gerekirdi. Genci binbir endişenin zebûnu görmesi sultanı üzdü. Ayağa kalktı; böylece görüşmenin bittiğine işaret etmiş oldu.
Buradan Osmanlı kültür ve medeniyetinin bânîsi olan II. Bâyezid Han'ın yanına vardılar. Velî lâkabıyla anılan o zâhir ve bâtın sultanı, huzuruna gelen gencin gönlündeki bulanıklığı yüzünden okuyarak onun bir şey sormasına meydan vermeden söze başladı ve:
"-Oğlum!" dedi: "İslâm gönüllere huzur veren bir râyiha gibidir. Bu şuurla ben tahta çıktığım zaman garb âleminin en büyük mimarı olan Leonarda de Vinci, Istanbul'u imar etmek ve camilerle donatmak için bize müracaat etmişti. Paşalarım, çok istekli bir alâka ile bunu kabule yanaşırken ben, o hristiyan mimarın teklifini reddettim. Bunu yapmasaydım, Mimar Sinan'ı idrâk edemezdik. Kendi öz şahsiyetimize kavuşamazdık. Mabedlerimize hristiyanî bir ruh hâkim olurdu.
Şunu da unutma ki, felâketler gibi saâdetler de daha ziyade baht işidir. Cehd işi olan, ilim tahsilidir; ilmin dışındakilerde bahtın rolü gâliptir. Herkes, kardeşim Cem'in sultan olmasını istiyordu. Tahta onu lâyık görüyordu. Lâkin o, ülkeyi bölerek milletin birlik ve beraberliğine zarar vermek gibi bir bedbaht arzu ve düşüncenin bedelini yâd ellerde ölerek ödedi. Onun için oğlum! Vatan toprağı aslâ bölünmez!.."
Sultan ayağa kalktı. Muhatabının içindeki kör düğümlere bir neşter atmıştı ve onun bir dolunay hâlindeki rûhunda yaşanan küsûfun (ay tutulmasının) azaldığı müşâhedesiyle vedâ temennâlarını kabul etti.
Bundan sonra Tarih Baba'yla genç, Yavuz Sultan Selîm Han'ın huzûruna vardılar. Yavuz'un çehresinde dehşetli bir mehâbet vardı. Çaldıran, Mercidâbık ve Ridâniye'nin çileli hâtıraları hâlâ dipdiriydi. Cenk meydanlarından gelen tekbir seslerini dinliyor gibiydi. Diğer taraftan Hicaz'ın iki Mübârek belde olan Mekke ve Medîne'nin hizmetini deruhte etmekle müftehir bir derviş vasfındaydı. Adetâ iki dünyayı mezcetmişti. Şöyle konuştu:
"-Oğlum! Başarıyı nefsinden bilerek gurura kapılan, o nimete liyâkat kazanamamış demektir. Allâh'ın lutf u keremiyle hâdimü'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn olduk. Lâkin bu nimeti nefsimizden bilip gurura kapılmaktan son derece hazer ettik. Bütün nimetler Allâh'ın lutfundan ibarettir.
Evlâdım! Bir seferde devrimin meşhûr âlimlerinden Kemâl Paşazâde'nin atının ayağından sıçrayan çamur, kaftanımı baştan başa boyamıştı. Büyük üstâdın üzülmesine mukâbil ben âdeta sevinmiş ve:
"Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir. Mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın ki, gelecek neslime bir ibret müzesi olsun!" demiştim.
Çünkü gerçek zafer, kalbin zaferidir. Onun için böylesi bir zaferle sonsuz vuslattan nasibdâr olabilmek yolunda bu çamurlu kaftan, benim için nice sırlar taşıyan müstesnâ bir semboldür.
Lâkin ne eseftir ki, artık ibret alacak ziyaretçiler bile kalmadı! Nerede o mübârek nesil?!.
Evlâdım! Sekiz senelik saltanatım, Rabbimin lutfu ile kazandığım zaferler, şanlar, şerefler ve fânîlerin iltifatları, bizleri sekre sürükleyip mağlûb etmedi. Şu hakîkati çok iyi bildim:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a'lâ imiş!..
Oğlum! Sen de iyi bilesin ki, gerçek muvaffakıyetlerin temeli, "nefs engelini aşmak ve onun aldatmacalarına kanmamak"tır. Anadolu'nun dirilik ve canlılığı, hep böyle bir muhteşem düstûr ile gerçekleşmiştir. Böylece oluşan mânevî ve millî şuur sayesinde Anadolu, daima genç kalmıştır. Nice düşman istilâları görse bile, kurumuş ağaçların kökünden filizlenen yeni sürgünler gibi daima mübârek bir yeşerme ve gelişme tezahür etmiştir..."
Yavuz Han'ın huzûrundan da iki büklüm olarak ayrılan genç, Tarih Baba'nın peşisıra bu defa Kânûnî'nin yanına vardı. Kânûnî dalgındı. Ufuklara bakıyordu. Sanki hâlâ Akdeniz'den gelen top seslerini dinliyordu. Onları görünce derin bir iç çekerek:
"-Ben üç kıt'ada hakkın ve adâletin bükülmez bileği oldum. At sırtında tâ Almanya'ya gittim; şimdi de gidenler var; hem de teknik vâsıtalarla ve çok kısa bir zamanda... Ama gidişlerdeki gâyeler nedir ve izzetimiz ne durumda?!.
Evlâdım! Preveze deniz zaferinden sonra Barbaros, esir dolu düşman kadırgalarını önüne katmış olduğu hâlde donanmasıyla Haliç'e giriyordu. Ben de zamanın devlet erkânıyla birlikte Sarayburnu'ndaki sahil saraylarının birinin önünden bu manzarayı seyrediyordum. Gemiler beni selâmlıyordu. Halk, çoşkun bir tezâhüratla Barbaros'un zaferini tes'îd ediyordu. Yanımdaki paşalardan biri bana dönerek:
"-Efendimiz! Zaman-ı saltanatınızda böyle bir zafer müyesser olduğu için ne kadar iftihar etseniz azdır! Acaba tarih, böyle bir zaferi kaç kere kaydetti?" dedi.
O anda Allâh'ın müstesna bir lutuf ve keremiyle kalbim, iradem, dimağım yalpalamadan ona şu cevabı verdim:
"-İftihar mı, şükür mü? Paşa! Zaferi ihsan eden kimdir?"
Bence uzun saltanatım boyunca kazandığım zaferlerin en büyüğü, şu iki kelimelik cevapla nefsime karşı kazandığımdır." dedi ve ayağa kalktı.
Tarih Baba ve genç, buradan idrak berraklığına medâr olacak büyük bir nasib almış olarak ayrılıp o büyük sultanın arkasındaki mânevî güç, müftiü's-sekaleyn Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi'yi ziyaret Büyük âlim bir hâtıra nakletti:
Birgün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için benden aşağıdaki beyitle fetvâ istemişti:
Dırahta ger ziyân etse karınca
Zararı var mıdır ânı kırınca?
Pâdişâh'ın bu fetvâ talebi üzerine, ben de, bir beyitle şöyle cevap vermiştim:
Yarın Hakk'ın dîvânına varınca;
Süleyman'dan hakkın alır karınca!.
Böylece o cihan pâdişahının bir karıncayı bile incitmekten kaçınacak derecede bir adâlet ve merhamet duyguları içinde yaşamasına yardımcı ve muvaffak oldum.
Oğlum! Devrinizin kendi öz bünyesinde kaybettiği ahlâk, zerafet, incelik, diğergâmlık, sebat ve doğruluk gibi ölçüleri yeniden kazanmanız zarûrîdir. Yoksa maddî ve zâhirî mânâda tâlip olduğunuz yükselişlere ulaşmış bulunsanız bile bu, öz itibariyle ham ve sakat kalmaya mahkûmdur. Hayat ve hâdiseleri böyle ince ve derin bir perspektiften telâkkî etmedikçe üzerinizdeki îmân nimetinin icab ettirdiği olgunluğa kavuşabildiğinizi sanmamalısınız..."
Tarih Baba'nın, elinden tutarak dolaştırdığı genç, şahid olduğu manzaralar ve îmâlı ders, tavsiye, îkâz ve irşadlarla o hâle gelmişti ki, aldığı nasibleri hazmederek kendi kendisini yeniden inşa etmek ihtiyacını hissediyordu. Bu oluşun heyecan ve ağırlığı ile başı dönüyor, kalbi sıkışıyordu. Tarih Baba, kendisine dönerek:
"-Evlâdım, dedi. Ecdâddan bu ziyaretlerimizde aldığımız îkaz ve irşad derslerini iyi hazmetmelisin! Bunların çoğu büyük kalabalıklar için gayb-i izâfîdir. Bunlar sana fâş edildi. Bir insan için en ağır yük, sır ve hikmettir. Görüyorum ki, bunaldın.
Evlâdım! Daha sonra bir başka âlem-i mânâda duraklama ve çöküş devirlerine uğrayacağız, Çanakkale'ye gideceğiz, Istiklâl Harbinin kahramanları olan kuvvâyı milliyye ile görüşeceğiz... Ancak bugün, son olarak I. Ahmed Han ile Hüdâyî Hazretleri'ni ziyaretle iktifâ edeceğiz."Huzuruna girdiklerinde I. Ahmed Han, yine Peygamber aşkının coşkunluğu içindeydi. Sanki kendi yazdığı:
N'ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün
mısrâlarını duygulu bir şekilde yaşıyordu. Hemen yanıbaşında heybetli bir zât vardı. Gözleri dünyâya kapalı, âhirete açıktı. Ufuklara sığmayan bakışları derin, mehtaplı bir gece gibi başka âlemlerden akisler dağıtıyordu. Bu zât, velîler pîri Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri'ydi. Çehresi, tebessüm ve huzur doluydu. Sanki etrafındaki melekler ona pervâne olmuştu. Civârında bulunan dervişânın ise, gözlerinden bahar dallarında biriken şebnemler misâli yaşlar sızıyordu. Cihan sultanı I. Ahmed Han ise derin bir sükûtun içindeydi. Ancak bu sükût, kelimelerin hudutlarını aşan ifadeler hâlindeydi. Bu sebeple sultan konuşmadı. Fakat hikmet ve sırrı ancak kelimeler çerçevesinde idrâk edebilen genci düşünen Hüdâyî Hazretleri, delikanlıya döndü. Mütebessim bir çehre ile şu öğütlerde bulundu:
"-Evlâdım! Benim garip gurebâ, fakir fukarâ, dul, yetim, muhtaç, kimsesiz ve zavallı insanlar ile talebe hizmetleri için kurmuş olduğum vakfımda yine sadakalar, infaklar ve Hak için hizmetler her dâim devam eyleye! Garipler bir tas olsun sıcak çorba içeler!
Hüdâyî yuvasından uçan kuşlar, ufuklara kanat çırpalar! Bileler ki, bir kuş, yuvasında yumurtalar yapar. Bu yumurtalardan da yavrular çıkar. Sonra bu yavrular palazlanırlar. Sonra da bir başka yuva daha inşâ etmek sevdasında olurlar. Onun için bizim öz iklîmimizde yetişenler de, her gittiği mekâna bu sıcak yuvanın güzel iklîmini taşıya, böyle şefkat, merhamet ve hizmet yuvalarını artıralar!..
Evlâdım! Vakfın ehemmiyeti çok mühimdir. Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, sahip olduğu arazîleri vakfetmesi, bizler için ne mükemmel bir nümûnedir. Hak için menkul veya gayr-i menkul vakfedenlerin "ecirlerini vefatlarından sonra da devam edeceğine" dikkat çeken hadîs-i şerîfler, tarihte merhamet ve şefkat akışının bir çığır hâline gelmesine vesîle olmuştur.
Bu sebeple asr-ı saâdetten günümüze kadar nice mü'minler bu nûrlu yola tâbî olarak vakıf ve hayır müesseseleri kurmuşlar, hizmet yolunda gayret ederek âhiret kazançlarının devamını hedeflemişlerdir. Böylece o merhametli müşfik gönüller, âdeta bütün varlıkları içine alan bir dergâh, bir anne kucağı olmuştur...
Oğlum! Her zaman Hüdâyîler yetişir. Bunu iyi belle. Bil ki, sizin zamanınız da yeni Hüdâyîler bekliyor. Lâkin bu sevdâda olmak lâzım.
Bir zamanlar ecdâdınız öyle bir sevdâya nâil olmuştu ki, bu sevdâ onlara Hint okyanusunda yelken açtırmıştı. Bu sevdânın bahşettiği heyecan, aşk ve vecd rüzgârları, üç kıt'ada birden esmişti; Kafkas yamaçlarını dolaşmıştı. Balkanlar'ı kucaklamıştı... İstanbul'u fethettiren rûh da bu sevdâ idi. Bu sevdâ ile ecdâd altı yüz küsur sene cihâna adâlet tevzî etti. Bu sevdâ ile mübârek beldelerin hâdimliğini yaptı. Neydi bu sevdâ?
Bu sevdâ, Allâh aşkıyla yoğrulmuş zinde gönüllerin iksîriydi. Bu sevdâ Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in muhabbetini kazanmış âşık gönüller arasına girebilmekti. Bu sevdâ milletçe şahlanıp ufukları doldurmak ve bütün âleme adâlet bahşedebilmekti. Bu sevdâ insan sevdâsıydı. Bu sevdâ ebedî saâdet sevdâsıydı... Onun içindir ki, şanlı ecdâd, bu sevdânın iksîriyle her sahâda îmân zindeliğinde bir faâliyet, sayısız zafer, maddî ve mânevî muvaffakıyet ile bir cihan devleti hâline geldi. Düşmanlarının hayâl bile edemeyeceği fikir, ilim, sanat, ahlâk ve fazîlet faâli-yetlerini gerçekleştirdi...
Bak oğlum! Kur'ân-ı Kerîm'de beyan buyurulduğu üzere kulunu Allâh sevdiriyor. Buna mazhar olduğum için bak şimdi ne kadar ziyaretçilerim var; dolu dolu, grup grup, fevc fevc...
Bu bereketle, şükürler olsun ki nâil olduğumuz rûhâniyetin füyûzâtı, aradan 400 küsûr sene geçmiş olmasına rağmen devam etmektedir. Sizlerin gayretleri ile kıyâmete kadar da devam etmelidir. Çünkü insanların asıl yaradılış gâyelerine ulaşmaları, ancak yüce bir olgunluğun elde edilmesi ile mümkündür. Aksi halde nesil ham kalmaya mahkûm olur. Nitekim bugün bu gerçekten uzak kalan, yâni rûhânî ve millî gücünü kaybeden nice genç, âdeta yirmi yaşında ölü-yor, yetmiş yaşında gömülüyor...
Şunu unutma ki evlâdım; yüreksiz cübbelerden hiçbir fayda beklenmez! İnsanı pişiren çile, ızdırap ve dertlerdir.
Toprak, kışın çilesini çekmeden bahara kavuşamaz. Anne, yavrusunun dokuz aylık çilesine katlanmadan ona sahip olamaz.
Evlâdım, nasıl ki toprak, daima yağmur dolu bahar bulutlarının hasretini çekiyorsa, sizler de istikbâli bahara döndürecek bereket bulutlarının iştiyâkı içinde olmalısınız!..
Evlâdım! Ben burada daha yakînen gördüm ki, ancak millî ve mânevî kahramanlar hiçbir zaman ölmez; onların yüce eseri olan mukaddes hâtıraları ve müesseseleri de aslâ çürümez ve pörsümez. Dayandıkları kökün altındaki pınardan dâimâ beslenir ve yeşerir. Etrafını inbât ederek gülistâna çevirir. Yâni millete ve memlekete yapılan yüce hizmet ve gayretlerin şeref ve izzeti, tarif edilemeyecek derecede büyüktür.
Sen de bu istikamette yürü! Yürürken de, unutma ki, bütün yaptıklarınla sen, yüce bir gâye ve yolda lutfen ve keremen kabûl ve istihdâm olunan en kıymetli hizmet ehli vasfında Hüdâyî Hazretleri, daha neler neler söyleyecekti. Ancak o anda sabâ makamından bir ezânın, mücessem bir rûhaniyetle gencin odasından içeriye dolması, onun bu uzun rüyâsına nihâyet verdi.
Bambaşka bir hâlet-i rûhiye ile uyanmış bulunan genç, kendi kendine:
"Bugün bir başka sabah oldu!.." dedi ve pencereden engin göklere doğru bakarak şu duâda bulundu:
Allâh'ım! Bizleri de ecdâdımız gibi azîz ve şanlı eyle!.. Enerjimizi; îmân, irfân, fazîlet, vatan ve millete hizmet duygu ve şuuru ile istikâmetlendir!
Amîn!..
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Benzer Konular

Emrevitus
Cevap
0
Görüntüleme
433
Emrevitus
Marco Laren
Cevap
0
Görüntüleme
302
Marco Laren
Kurtuluş40
Cevap
1
Görüntüleme
407
Mad EagLe


Üst Alt