Talihsiz Bir Son Osmanlı : Sultan Vahdeddin

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
HeiLmasTer®

HeiLmasTer®

Üye
    Konu Sahibi
Talihsiz Bir Son Osmanlı : Sultan Vahdeddin
İstanbul-Şam Hattında Talihsiz Bir ‘Son Osmanlı’:
SULTAN VAHDEDDİN
İsmail ÇOLAK

Sultan Vahdeddin, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden ayrılmasıyla kader çizgisi kesişen talihsiz bir “Son Osmanlı”dır. Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu Ali Nuri Paşa’nın deyişiyle, “Onun çektiği acıyı tarihte hiçbir hükümdar çekmemiştir!” Öyle ki, başına gelen talihsizlikler silsilesi, Şam’da ebedî istirahata çekilene kadar onun peşini bırakmadığı gibi, hakkındaki paranoyak tartışmalar hâlâ durulmadığı ve tarihî-manevî itibarı henüz iade edilmediğinden dolayı maalesef bugün de devam etmektedir. Eski Bahriye Nâzırı Avni Paşa, şu sözlerinde galiba çok haklı: “Avam tabakası arasında bile Vahdeddin’den daha tâlihsizi, bütün tarih ve edebiyat âlemi içinde aransa bulunamaz!”
Batmakta olan Osmanlı’yı kıyıya çekmeye çabalamasına; işgal altındaki Anadolu’da istiklal meşalesini yeniden ateşlemesine ve vatanın bağımsızlığına kavuşmasındaki rolü tarihen ve ilmen sabit olmasına rağmen, maalesef “hain” damgası vurularak yakın tarihimizin en çok karalanan şahsı olmaktan kurtulamamıştır. Vahdeddin’in, işgaller ve esaretin cehennemî anaforuna aldırış etmeksizin vatan ve milletin selameti için adeta çırpınmasına karşılık hak etmediği bir muameleye maruz kalmasını tutarlı biçimde anlatanlardan biri de Tarihçi R. Ekrem Koçu’dur: “Memleket felakete düştükten sonra işbaşına geçen, ağır sorumluluk yüklenen, düşmanlara dostça el uzatmak durumunda kalan o kara bahtlı insanlar tarihin sigorta lambalarına benzer. Kendilerinin yanması vatan ve milletin kurtulmasını temin eder!” İşte “Son Osmanlı’nın”, İmparatorluğun koca bir fil gibi çökertildiğinde tahta çıkışından vatanı hazin bir şekilde terk edişine, gurbet ellerde sefalet içindeki acı yaşamından haczedilen tabutuna, oradan da sergüzeşt-i hayatının son durağı Şam’a defnedilişine uzanan talihsiz kader çizgisinden dramatik kesitler:
Hicretin Sebepleri ve Hazin Veda
1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması Vahdeddin açısından, bundan sonra zincirleme bir surette sökün edecek büyük felâketlerin ilk habercisi olmuştu. Saadetten dengesini kaybedecek kadar zatına tesir eden Büyük Zafer’in gerçekleşmesi sonucu İstanbul’da başlayan şenlikler münasebetiyle Vahdeddin de Yıldız Sarayı’nın da zafer şerefine donatılmasını istemişti. Ancak aynı gün kalabalık bir grubun, saray önüne gelerek “Kahrolsun Vahdeddin!” diye birtakım gösteriler yapması padişahı şoka uğratmış ve derin bir kaygı ve tedirginliğe sürükletmişti. Hele Diyarbakır Mebusu Hacı Şükrü’nün şu sözleri bardağı taşırmıştı: “Şeytandan, Lloyd George’dan daha şenî alçak olan Vahdeddin’in besmele ile taşlanmasını teklif ederim!” Daha da fenası, saltanatın kaldırılması vesilesiyle meclisteki görüşmelerde her Vahdeddin ismi geçtikçe mebusların “Taçlı Hain”, nidalarıyla bağrışmaları padişahı hepten kahretmişti. Hâsılı Vahdeddin, hâdiselerin ağır psikolojik ve ruhî baskısıyla hayatının tehlike altına girdiğine inanmaya başlamış; yargılanıp idam ettirileceğine dair bir korkuya kapılmıştı.
En nihayetinde, başına büyük felaket geleceği yönünde çevresindekilerin telkinlerinin de etkisiyle kesin kararını verecek ve çok sevdiği vatanına elveda demek zorunda kalacaktı. Osmanlı Hânedanı’nın son temsilcisi, hem Devlet-i Âli Osman’ın azametine gölge düşürmemek hem padişahlık haysiyetine zarar getirmemek hem de bilhassa memleketinde iç harp çıkmasına sebebiyet vermemek düşüncesiyle âdeta kendini feda etmişti. İngiliz Başkomiserliği’ne iltica başvurusunun kabul edilmesiyle birlikte 17 Kasım 1922’de sabaha doğru Malaya zırhlı gemisiyle sessiz sedasız; fakat fevkalade kırgın, mahzun ve kederli bir vaziyette yurttan, taç ve tahtından ayrılacaktı. Vahdeddin, elinde fırsat varken ve etrafındakilerden ısrarlı teklifler almışken, giderken hazineye el sürmekten şiddetle kaçınmış; kalabalık maiyetiyle beraber meçhul bir âleme gitmesine ve padişah hazinesini son kuruşuna kadar boşaltma imkânına sahip olmasına karşın; kendini ömür boyu “Karunlar” gibi zevk ve sefa içerisinde yaşatacak ölçüdeki mal varlığını ve şahsına ait değerli hediyeleri bile hazineye iade etmiş ve milletine bağışlamıştır. İ. Hami Danişmend’in bu konudaki değerlendirmesi oldukça çarpıcı: “Vahdeddin’in bunları götürmeye tenezzül etmemesi efsanevî bir namus ve istikamet eseridir!” Torunu Hümeyra Hanımsultan (Özbaş) ise bunu, Şahbaba’sının “Osmanlı” oluşuna bağlamakta: “20 bin sterlin parası varmış. Yanındaki mücevher kutusunu bile iade etmiş. Selamlığı ve haremiyle, kaç sene yaşayacağını bilmeden dımdızlak çıkmış. Osmanlı işte böyle çıkar.”
Acı Gurbet ve Kirli Emellere Direniş
17 Kasım 1922’de Dolmabahçe’den hareket eden Vahdeddin önce, acı gurbet hayatının ilk durağı olan Malta Adası’na yöneldi. Hicaz’da halifelik hayalleri kuran Kral Hüseyin, Vahdeddin’in Malta’ya geçtiğini öğrenince hemen bir mektup yazmış ve onu Hacca davet etmişti. İhtiraslı emirin son arzusu, aciz durumdaki sultanın elinden bir punduna getirip halifelik yetkisini koparmak ve halifeliği kullanarak Arap Yarımadası’nda bir siyasî birlik kurmaktı. Vahdeddin ise, teselli için Ravzâ-i Mutahhara’ya giderek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şefkatli sinesine sığınma kararına çoktan varmıştı. Mezkûr şartlar altında böylesi bir Hac ziyaretinin ne tür riskler içerdiğinin ve hangi siyasî suistimâllere yol açabileceğinin fazlasıyla idrakindeydi. Hele de Kral Hüseyin’in, kendisini bir padişah gibi ihtişamla karşılaması, ikamet ettiği sürece kesenin ağzını alabildiğince açıp her türlü izzet ve ikramı ayaklarına sermesi, kuşkularını iyice kabartmıştı. Rahatsızlığını sık sık şu sözlerle dile getiriyordu: “Bu adamın bu derece ısrarlı ikramları beni sıkmaya başladı. Allah verede altından çapanoğlu çıkmasa!” Öte yandan, bu şahsın hilafet hakkında çirkin emeller beslemesini bir türlü hazmedemiyor; hürriyetini tehdit eden bu ortamdan biran evvel kurtulmak için çareler düşünüyordu. Nitekim Hicaz Kralı’nın Suriye, Filistin ve Amman’da birtakım tertiplerle halifeliğini ilân ettiği ve Arap Âlemi’nin temsilcilerini Hicaz’a davet edip kendine biat ettirerek Vahdeddin üzerinde caydırıcı olmaya çalıştığı bir esnada Hicaz’dan ayrılacak ve bu iğrenç tuzağı bozacaktı.
Cereyan eden bu hâdiselerden gerekli dersi çıkartarak, hiçbir oyuna gelmeden rahat yaşamak düşüncesi ve baskıdan uzak memleket kaydı ile İtalya yolunu tutmuştu. Kral Hüseyin’in kursağında kalan bu hilafet oyununda, İngiliz parmağının olduğu açıktı. Zira İngilizlerin hedefi, Vahdeddin’den, sömürge topraklarında çok etkili olan Hilafet’i almak ve Kral Hüseyin gibi kendi güdümlerinde bir şahıs eliyle kontrol altında tutmaktı. Nitekim Şeyh Said İsyanı (1925) esnasında, İngilizler Vahdeddin’i San Remo’da, Türk halkına Halife sıfatıyla bir isyan bildirisi yazması için sıkıştıracak ve bunu yerine getirdiği takdirde tüm maddî sıkıntılarının “şerefine gölge düşmeyecek biçimde” karşılanacağını vaat edecekti. Fakat Vahdeddin, en sefil günlerine rastlayan ve önüne milyonlarca sterlinin konduğu bu çirkin teklifi tereddütsüz reddetmişti. Vatanı aleyhindeki hiç bir kirli oyuna gurbetin en serbest ortamında dâhi âlet olmayacağını, İngilizlerin söz konusu hain planlarını Türkiye’nin Roma Temsilciliği’ne ihbar ederek göstermişti.
Vahdeddin’i kullanmada İtalyanlar da at başı gidecekti. San Remo’ya ayak bastığında onu bir padişah gibi karşılayıp şeref misafiri olarak ağırlayan İtalya öncelikle, sultan üzerinde hoş bir intiba bırakmayı hedeflemişti. Vahdeddin yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu. Bundan sonra da, gıyabında yapılan tezgâhlara düşmemek ve siyasi heveslere boyun eğmemek için yoğun bir çaba sarf edecekti. Kral Emanuele, kendisine dilediği konağı seçmekte serbest olduğunu, tüm masrafların tarafından karşılanacağını teklif ettiğinde, şu haysiyetli cevabı vererek içine çekilmek istendiği tuzağı büyük bir maharetle bozmuştu: “Ben Müslümanların ruhanî reisiyim; Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dininden olmayan bir zatın teklifini kabulden beni men eder!” Mussolini ve İtalya Kralının Vahdeddin üstünde bu derece durmalarında esas gaye; halifelik sıfatından yararlanarak Güneybatı Anadolu üzerindeki işgal planını gerçekleştirmekti. Ancak, yüklü paralar teklif etmek de dâhil, çevrilen türlü melânetlere Vahdeddin hiçbir surette pirim vermemişti. Neticede, İtalyanlar emellerine ulaşamayınca, Vahdeddin’le olan ilişkilerini kesmek zorunda kalacak; hattâ vefat ettiğinde, İtalyan esnafına ödeyemediği borçtan ötürü cenazesine konan haczi kaldırmak için bile -intikam fikriyle- kıllarını kıpırdatmayacaklardı.
Hasretle Ölüm, Hacizli Tabut ve Şam’a Defin
Devrik hükümdar, kendisine tahtını iade edecek insana minnettar kalacaktı; ama bu uğurda yabancı devletlerin karanlık oyunlarına, vatan ve milleti aleyhine iç savaş türü ihanetlere gelmeyecek kadar da basiret abidesiydi. “Devlet-i Osmânî, Türkiye demektir; orada sükunet ve huzura ihtiyaç var!” yaklaşımındaydı. Gurbet felaketine inanılmaz bir dirençle dayanmış ve hiç bir zaman devlet ve milletine kırgınlık ve küskünlük beslememişti. Şu sözü bunun açık deliliydi: “Biz bir paratonerdik; devlet ve milletin varlığına yıldırım düştü üzerimize çektik. Biz yandık, fakat devlet ve millet kurtuldu.” Vatana dönüş hayalinin Vahdeddin’i hiç terk etmediği kaynaklardan anlaşılmakta. Vahdeddin bunu özellikle, şeref ve haysiyetine sürülen lekeleri temizlemek ve tarihte lâyık olduğu yeri almak için istiyordu. Buna erişemeyeceğini anlayınca yakınlarına şu vasiyette bulunmuştu: “Döndükten sonra benim hain olmadığımı anlatın!” Ne acı ki, hayatının son anlarında dâhi vatanını hasretle yâd etmekten vazgeçmemişti. Öldüğü gece bütün maiyetini odasına toplamış; geç vakitlere kadar neşeli sohbetlere dalmış ve geçmiş refah yıllarına ait tatlı hatıralar anlatmıştı. Maalesef ömrü, eski âsûde yılları bir kez daha idrak etmeye izin vermeyecek ve 1926 yılı 16 Mayıs gecesinde dünyaya gözlerini kapayacaktı. Hayatı boyunca sağanağa dönüşen talihsizlikler ölüm anında da yakasını bırakmamış ve hazin kaderinin finalini yaşamıştı. Çünkü İtalyan esnafına ödeyemediği 120 bin liralık borçtan ötürü tabutuna haciz konulup yaklaşık bir ay rehin tutulmuştu. 600 yıllık imparatorluk tarihi böyle bir zillet ve meskenete tanık olmamıştı. O kadar ki, ölümü üzerine açılan küçük çekmeceden servet namına çıkan 17 çeyreklik Osmanlı altını ile taşları sökülmüş bir hanedan nişanı bile bu borcu karşılamaya yetmemişti. Muhtemelen, Nice’deki son Halife Abdülmecid Efendi de dâhil, hanedan üyesi kişilerden ve İslâm Dünyası’ndan gelen yardımlarla haciz ancak kaldırılabilmişti.
Cenazenin defni için Şam’ın seçilmesi, Sultan Vahdeddin’in vasiyeti olarak zikredilmişse de aslında aile içi bir karardı. Zira Türkiye hiçbir şekilde düşünülemezdi ve o sırada Türkiye dışında bağımsız bir Müslüman ülke de mevcut değildi. II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’ın eski kocası Ahmet Nami Bey’in, o esnada Suriye hükümet başkanı olması Şam tercihini güçlendirmişti. Nihayet cenaze, hükümdar olarak karşılandığı İtalya’dan avamdan bir insan gibi, damadı Ömer Faruk Efendi nezaretinde 17 Haziran’da gemiyle selametlendi ve Haziran sonunda Beyrut’a ulaştı. Trenle Şam’a nakledilen naşı orada Nami Bey; hükümet erkânı, askerler, eski Osmanlı subayları, eşraf ve halktan kalabalık bir kitle refakatinde askeri törenle karşıladı. Üzeri kıymetli şallar ve Kâbe örtüsüyle örtülen tabut arabaya bindirilerek, Mevlevî, Kadirî ve Rufaî dervişlerinin okuduğu ilahiler, tekbir ve tehliller eşliğinde şehir merkezindeki Sultan Selim Camiine getirildi. Başında Suriye askerleri ve eski Osmanlı subayları ihtiram nöbeti tuttu. Ömer Faruk Efendi’nin ifadesiyle, cenaze sanki yabancı bir toprakta değil kendi memleketindeydi. Ve en sonunda naaş Temmuz başında, camii avlusundaki Süleymaniye Külliyesine defnedilerek, çile ve elem dolu fâni hayattan ebedî istirahatgâhına çekildi. Son söz olarak diyoruz ki, vatan hasretiyle ebediyete göçmüş ve tarih/toplum vicdanında “aklanmış” bu “Son Osmanlı’nın” bedeninin memleket toprağıyla buluşmasına ve itibarı iade edilip tarihte hak ettiği yeri almasına artık izin verilmelidir.
Kaynakça:
N. Fazıl Kısakürek, Sultan Vahidüddin, İstanbul 1976; Yılmaz Çetiner, Son Padişah Vahdeddin, İstanbul 1993; Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul 1998; İlhan Bardakçı, Vahdeddin’den Mustafa Kemal’e, İstanbul 1993; A. Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1984; Kadir Mısıroğlu, Osmanoğullarının Dramı, İstanbul 1990; T. Mümtaz Göztepe, Vahdeddin Gurbet Cehenneminde, İstanbul 1991; İsmail Çolak, Vahdettin Hain mi?, İstanbul 2005, Lamure Yay.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt