Doğuş Pertez
Admin
Sünnetin tesbiti ve teşideki yeri
Sünnetin tesbiti ve teşrideki yeri, günümüzün en mühim meselelerindendir. Çünkü sünnet bir yönüyle din demektir. Din ne derece önemli ise, sünnet de o derece önemlidir. Durum böyle olunca evvela sünnete bir tarif getirmek icap eder. Sünnet nedir, ne değildir? Tarif efradını cami, ağyarını mani olacağına göre sünnetin ne olduğunu tesbit, bir bakıma ne olmadığını da tayin demektir. Onun içindir ki, Müellif, eserinin bu bölümünde sünnetin tarifi üzerinde durmuş ve olmayanların çizelgesini tutmak manasına gelecek söz israfından kaçınmıştır. Eserin bütününe hakim olan rivayetten ziyade dirayet metodu bu bölüme de hakimdir. Bu sebeple de sünnetin bilhassa üç ana tarifi üzerinde durulmuştur. Bu tarifler sırasıyla şunlardır:
1- Muhaddislere Göre Sünnet.
2- Usulcülere Göre Sünnet.
3- Fıkıhçılara Göre Sünnet.
Muhaddisler sünneti: Hükme ve amele esas teşkil etsin etmesin yaptıkları veya kaçındıklarıyla Allah Rasûlünün hayat tarzı ve yaşantısının bütünüdür diye tarif ederler. Usulcülerin tarifinde ise çok küçük bir ayrıntı yer alır. Onlara göre sünnet: Söz, fiil veya takrir olarak Efendimizden sadır olan herşeydir. Fıkıhçılar ise sünneti bidat kelimesinin zıddı olarak kullanırlar ve değerlendirmelerinde sünnetin farza, vacibe veya harama esas teşkil etmesi ağırlık kazanır. Bu manada sünnet, hadîs kelimesinin müradifidir. Hadîs ise, İbn-i Hacerin ifadesiyle: Efendimize isnad edilen herşeydir.
Alimlerden bazıları ise, hadîs sözünden kadim ve İlâhî olanı anlamışlardır ki, bu da Kurân ve sünnetin ilk ayrım noktasını işaretlemesi bakımından yerinde ve oldukça derin bir seziştir.
Sünnet, kavlî, fiilî ve takrirî olmak üzere üçe ayrılır. Kurânda olmayan bazı nas ve hükümlerin sünnetin bu üç şeklinden birine dayandırılarak hükme bağlanması nazara alınıp değerlendirilecek olursa, sünneti bilmenin ve sünnetin teşrideki yerini tesbit etmenin ne kadar önemli bir realite olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Teşriye esas kabul edilen sünnete ait misallerin hepsini, sünnetin önemini ve yerini isbatı konu alan bir eserde bütünüyle zikretmek elbette konu dışına çıkmak olurdu. Onun için, eserde bu hususa ait sadece birkaç misal zikredilmiştir.
Dine ait hükümlerde sünnetin yeri ve değeri nedir? sorusunun cevabı öncelikle Kurânda aranmalıdır. Zira bu hususta söz doğrudan doğruya Cenab-ı Hakka ve elbetteki Onun ezelî kelamı olan Kurâna aittir.
Kurân-ı Kerim, sünnetin önem ve değeri hakkında pekçok tahşidatta bulunmuştur:
Ey iman edenler! Allaha ve Rasûlüne itaat edin ve Ondan yüz çevirmeyin (Enfal, 8/20)
Allaha itaat edin, Rasûle itaat edin (Nisa, 4/59)
Ey iman edenler! Allaha itaat edin. Rasûle itaat edin ve sizden olan ulûlemre itaat edin (Nisa, 4/59)
De ki: Allahı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.. (Âl-i İmran, 3/31) gibi âyetleri bu cümleden sayabiliriz. Konuyla ilgili daha pek çok âyet vardır ki, Kurânda Sünnet başlıklı bölümde bu âyetlere ve yorumlarına yer verilmiştir.
Allah Rasûlü de bizzat kendi sünnetinin önemi hakkında tahşidatta bulunmuştur. Buhari ve Müslimin ittifak ederek haber verdikleri şu hadîs bu hususu teyid etmesi bakımından oldukça önemlidir. İki Cihan Serveri bu hadîslerinde şöyle buyurmaktadırlar: Bana itaat eden hiç şüphesiz Allaha itaat etmiştir, bana isyan eden de yine hiç şüphesiz Allaha isyan etmiştir. Müellif, Hadîs-i Şeriflerde Sünnet bölümünde bu hadîslere yer vermekle, sünnetin teşrideki yerini ve önemini isbatta tam bir isabet kaydetmiştir. Çünkü Kurândan sonra bizim müraacat merciimiz hadîslerdir ve görüldüğü gibi Sünnetin Önemi ile ilgili tez bizzat hadîslerin kendisinden teyid görmektedir. Ayrıca sünnetin önemi ve yerini yine sünnetten sormak düşüncede bütünlüğün de bir göstergesidir. Yani, işin başında sünnetin önemli olduğu kabullenilmiş ve bu kabul, meseleyi yine bizzat sünnetten sormak suretiyle fiilen de gösterilmiştir.
Eserin birinci bölümünün son konusu Sünnetin Fonksiyonudur. Sünnetin önem ve yerini bildikten sonra fonksiyonunu bilmeye de ihtiyaç vardır. Sünnetin Fonksiyonu başlığı altında bu ihtiyacı giderecek ölçüde düşünce ve değerlendirmelere yer verilmiştir. Ne var ki bu konu başlı başına bir incelemeyi gerektirecek ve müstakil bir esere mevzu olabilecek genişliktedir. Halbuki elinizdeki eser meseleye sadece ihtiyacı karşılayacak ölçüde yer ayırma durumundadır. Onun için de olması gereken miktar baz alınmış ve tafsilata dalınmamıştır. Konuya, daha sonra teker teker misallendirilecek hususlara işâret edilerek başlanmış ve şöyle denilmiştir:
Sünnetin Kurân-ı Kerimden ayrı bir teşri kaynağı olmasının ve Kurân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacib, sünnet, müstehap, mübah, âdâb, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kurân-ı Kerimin mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlakını takyid fonksiyonu da vardır.
Ve konunun sonundaki şu değerlendirme hakikaten çok önemli ve bir bakıma eserin telif gayesi üzerinde temerküz ediyor:
Kitabın yanında, başlı başına müstakil bir teşrî kaynağı olarak sünnet, Kurân-ı Kerimin inmeğe başladığı andan itibaren fonksiyonunu icrâya başlamış ve hep Kurânla içli dışlı olmuştur. Ne var ki, dünden bugüne cumhur-u ümmet ve ulema tarafından böyle kabul edilegelmiş olan sünnet, Yunan felsefesinin tesiriyle Nazzam gibi birtakım Mutezile imamları ve daha sonra da garazkâr ve İslâmı temelinden dinamitlemeye çalışan bir kısım batılı müsteşrikler, bu dupduru kaynağı kendilerince hep bulandırmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki, bir-iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da meseleye böyle bir kompleks içinde yaklaşarak, kısmen müsteşriklerin oyununa gelmiş ve hatta sünneti sorgulamaya kalkışmışlardır. Ancak, dîn-i mübîn-i İslâm adına, kitab ve sünnet adına selef-i salihinin çalışmaları ve çalışmalarının semeresi sayılan bıraktıkları eserler, o kadar muhteşem ve parlaktır ki, sünnete bulaştırılmaya çalışılan lekelerin, bu dupduru kaynak üzerinde hiçbir tesiri olmayacaktır.
Kitabın ikinci bölümünde Sünnetin Tesbiti ele alınıp tahlil ediliyor. Öncelikle sünnetin tesbitine tesir eden amil ve sebepler üzerinde duruluyor. Bu sebepleri şu maddelerde toplamak mümkündür.
1- Sünnetin tesbitinin zaruri oluşu.
2- Kurânın mevzu ile ilgili teşvikleri.
3- Rasûlullahın teşvikleri.
4- Sahâbenin tarifi imkânsız iştiyakı ve ciddiyeti.
5- İz bırakan hâdiselerin ve asla unutulamayan sözlerin müsbet manadaki zorlayıcılığı.
6- Kurân ve sünnetin oluşturduğu orijinal ortam.
Bütün bunlar ve bunlara benzer sebeplerin sevkiyledir ki, sünnet korunup muhafaza edilmiş ve altın bir zincirle bizlere kadar ulaştırılmıştır. Kati kanaatimiz odur ki, sünneti nesilden nesile aktarma ve ulaştırma vazifesi kıyamete kadar devam edecek ve her devirde mutlaka bu kutlu misyonu omuzlayacak seçkin insanlar bulunacaktır. Bazı talihsizler bunun aksini düşünseler de bu böyledir ve bu hükmü cerhe hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Zira bu din, Cenab-ı Hakkın koruması altındadır. Sünnet de dinin bir bölümü olduğuna göre elbette o da koruma altındadır.
Sünnete ittibada sahâbenin gösterdiği hassasiyeti de burada anmakta zaruret vardır. Zira onlardaki bu hassasiyettir ki, sünneti yaşanır hale getirmiş ve bu yaşantının daha sonraki asırlara naklinde müessir olmuştur. Zaten sahâbe için başka türlüsü de düşünülemezdi. Nasıl aksi söylenebilir ki, Kurân bu meseleyi bir iman ve inanç meselesi haline getirmiş ve: Hayır, hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa götüren problemlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana bağlanmadan iman etmiş olmazlar demişti. Böyle bir ifade karşısında, imanı herşeye tercih eden sahâbenin başka türlü davranması nasıl mümkün olabilirdi!.
Hemen her sahâbenin hayatında sünnete ittibadaki hassasiyeti gösteren pek çok misal bulmak mümkündür. Durum böyle olunca, burada nakledilen misallerin mevcudun bütününü içine almayacağı açıktır. Ama yine de yeterince ve okuyucuyu en azından ikna edecek ölçüde misal aktarıldığı söylenebilir. Aktarılan misallerden sonra konuyu noktalayan şu cümle vardığımız kanaati pekiştirmektedir: ... işte sünnet, bu hassas ruhlar (sahâbe) meşcereliğinde, şok seviyesindeki hâdiselerle beslene beslene ve hayatla yoğrula yoğrula hadîs muhakkiklerinin kitaplarına aktı... Ve gelip bize ulaştı.
Sahâbenin ve onların rahle-i tedrisinde yetişen tâbiînin ve tâbiîni takiben gelen etbâ-i tabiînin hadîsleri rivayette gösterdikleri hassasiyet ve titizlik neredeyse cinnet derecesindedir. Bunun böyle bilinmesinin önemi çok büyüktür. Zira sünnete dil uzatanları ve ileride dil uzatmaya yeltenecekleri susturacak ve bu hususta meydana getirilmek istenen şüphe ve tereddütleri izale edecek en mühim ve en güçlü delillerden birisi hiç şüphesiz sözünü ettiğimiz tabakaların sünneti rivayette gösterdikleri hassasiyetin isbatı olacaktır. İşte Muhterem Müellif, bu önemi sezmiş ve bu konuya da eserinde yeterince yer ayırmıştır. İsterseniz şimdi bu konunun satır aralarında kısa bir gezinti yapalım:
Herşeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Rasûlullah Efendimiz: Kim benim üzerime yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın buyurmuşlardı. Doğruyla yalan arasındaki farkın, Rasûlullah ile Müseylemetül-Kezzab veya yerle gök arası kadar birbirinden uzak bulunduğu bir dönemde, en büyük ve en mühim hususun doğruluk olduğu düşünülecek olursa, o ışık asrında her mümin, hele bu mümin sahâbi ve sahâbiyi takip eden tâbiînden ise, bırakın Efendimize karşı yalan söylemeyi en ufak bir yalanı bile söylemeleri mümkün değildi. O kadar ki, Hz. Ali Efendimiz bu husustaki hassasiyetini şöyle dile getirmiştir: Gökten yere düşüp parça parça olmak, Rasûlullaha karşı yalan uydurmaktan benim için daha iyidir...
Meselenin bu derece hassasiyet istemesi sahâbeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadîs rivayet etmekten âdetâ ürkerdi.
Sahâbe-i kirâm, bir taraftan hadîs naklinde bu derece titiz davranıyor, diğer taraftan da mevcud hadîsleri kendi aralarında müzakere etmek suretiyle hafızalarına iyice kaydediyorlardı. Tabii ki onların bu davranışları rahle-i tedrislerinde yetiştirdikleri talebeleri için de güzel bir ders oluyordu. Aynı zamanda böyle davranılmasını talebelerine bizzat tavsiye eden sahâbiler de vardı. İbn-i Abbas ve Ebû Said el-Hudrî bunlardandı. Şöyle derlerdi: Hadîsleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Zira onlardan bazısı bazısını hatırlatacaktır..
Burada üzerinde ısrarla durulması gereken konulardan biri de sahâbe ve tâbiînin hadîsleri tetkik ve tahkik etmedeki hassasiyetleridir. Bilhassa sahabenin hepsi adil kabul edilmesine rağmen onlar kendi aralarında bile her duyduklarını hemen kabul etmemişler ve o hadîsi birkaç kişiden daha sorarak tahkik etmişlerdir.
Bir defasında bir kadın, torununun mirasından pay almak için Hz. Ebû Bekire (ra) müracaatta bulundu. Rasûlullahın Halifesi: Kitabullahda sana bir şey verileceğine dair bir âyet görmediğim gibi, Rasûlullahın da (sav) bu mevzûda birşey buyurduklarını hatırlamıyorum cevabını verdi. Bunun üzerine Muğire bin Şube (ra), ayağa kalkıp: Rasûlullah (sav), nineye altıda bir hisse verirdi dedi. Hz. Ebû Bekirin (ra): Senden başka bunu bilen var mı? sorusu üzerine, Muhammed bin Mesleme (ra), Muğire bin Şubeyi tasdik ederek: Ben de aynı şeyi Rasûl-i Ekremden (sav) duydum diye şahitlikte bulundu. O zaman, Hz. Ebû Bekir (ra), o kadına altıda bir hisse verdi.
Yine, bir gün Ebû Mûsâ el-Eşârî, Hz. Ömeri ziyarete gelmişti; kapıyı üç kere çaldığı halde, girmesi için müsaade çıkmayınca geriye döndü. Hz. Ömer, meşguliyeti bitince: Abdullah b. Kaysın sesini işitmiştim; izin verin, girsin diye emretti. Gitti! dediler. Bunun üzerine, adam gönderip çağırttı ve Ebû Mûsâya: Neden gittin? diye sordu. O da: Resûlullah bize, Bir yere girmek istediğinizde üç defa kapıyı çalıp, izin isteyin. İzin verilmezse geri dönün! diye emretti dedi. Hz. Ömer: Ben bunu duymadım. Böyle olduğuna dair muhakkak bir beyyine getirmelisin diye gürledi. Ebû Mûsâ, hemen Mescid-i Nebevîye koştu ve meseleyi oradakilere açtı. Übeyy b. Kab: Bunun için büyüklerin şehadeti gerekmez; küçüklerimiz de bilir bunu diyerek, Ebû Said el-Hudrîyi Hz. Ömere gönderdiler. Hz. Ömer (ra), bu şekilde davranmasının sebebini şöyle açıkladı: Vâkıa, ben seni itham etmek istemedim. Fakat, rastgele insanların Resûlullaha yalan isnad etmelerinden korkarım.
Hadîsleri tahkik adına yapılan yolculuklar (rihlet) ise apayrı bir destandır. Bu nasıl bir şuurdur ki, kişi hem de bildiği bir hadîsi bir başka bilen var mı yok mu? diyerek araştırıyor ve eğer varsa o şahsı bulmak ve o hadîsi ondan bizzat işitmek için günlerce yolculuk yapıyordu. Bu hem sahâbe hem de tâbiîn döneminde böyleydi. Nitekim elinizdeki eserin konuyla ilgili bölümlerinde bu husus pek çok misal verilerek anlatılmış ve böylece hadîse niçin güven duyulması gerektiği meselesine bu açıdan da vuzuh getirilmiştir.
Yalanı ve yalancıyı yakın takibe alma da, hadîsleri koruma ve kollamada kullanılan metod ve usullerden biridir. Bu sayede rivayetlerin altın zincirine kalp halkanın takılması önlenmiş ve müdahele fırsatı olmadan gerçekleşen sızmalar da yine bu yolla kurutulmuştur.
Daha sonraki dönemlerde bu iş oldukça sistemleştirilmiş ve yalancıları ve yalan sözleri ele veren ilel kitapları vücuda getirilmiştir. Bu kitaplar bir bakıma yalan hadîs uyduranların veya uydurdukları yalanların kütük defteri olmuş ve bu sayede sadece o devrin insanları değil, daha sonrakiler de istediklerinde bu şahısları bulabilme ve onlardan gelecek yalan tehlikesine karşı kapalı kalma imkânına kavuşmuşlardır.
Bu arada yüzbinlerce hadîsi ezberine alan hadîs hafızlarının yetiştiğini de hatırlatmakta yarar var. Zira hadîsin en önemli korunma yollarından birisi de bu dev hafızların unutma nedir bilmeyen hafızaları olmuştur. Öyle ki, meselâ, Ahmed b. Hanbelin bir milyon hadîsi ezbere bildiği rivayet edilmektedir. Halbuki tekrarlarla Müsnedde kırkbin hadîs vardır. Ve Büyük İmam bu kırkbin hadîsi üçyüzbin hadîsten süzerek almıştır. Bu hassasiyet sadece birkaç insanla sınırlı da değildir. O dönemin tanınmış bütün hadîs hafızları aynı hassasiyeti taşımaktadır. Mevzû hadîslerin ayıklanması ve bu ayıklamanın pek çok kereler tekrar edilmiş olması da bu gerçeği teyid etmektedir. Titizlik bu kadarla da kalmadı. Belki tek-tük mevzû hadîs sızmıştır diye, hadîsler yeni baştan elekten geçirilerek bir kere daha, inciler sunî incilerden tefrîk edilerek, ayrı ayrı telifler meydana getirildi. Bu mevzuda ilk defa Makdisî, Tezkiratül-Kübrasında mevzû hadîsleri bir araya topladı. O ve diğerleri bu hususta insafsız denilecek ölçüde öylesine hassas ve hakperestçe davrandılar ki, meselâ İbnül-Cevzî, kendi mezheb imamı olmasına rağmen, Ahmed İbn Hanbelin yaklaşık kırkbin hadîs ihtivâ eden Müsnedindeki bir hayli hadîsin mevzû, zayıf ve metrûk olduğuna hükmetti. Daha sonra gelen İbn Hacer el-Askalânî, İbnül-Cevzînin mevzû, zayıf veya metrûk hükmünü verdiği hadîsleri yeniden elden geçirdi ve on üçü dışında geri kalanların hepsini değişik kanallarla sıhhatini tesbit edip, on üçünü sağlam bir esasa dayayamadığını el-Kavlul-Müsedded fiz-Zebbi an Müsned-i Ahmed isimli eserinde belirtti.
Burada şu noktayı ifade etmek gerekiyor ki, hadîsçiler, İbnül-Cevzî için, fazla dikkatli olmadığından pek çok sahih hadîse mevzû veya metrûk damgası vurması sebebiyle mütesahil derler. Onun mevzû olduğuna hükmettiği hadîsleri İbn Hacer gibi, hâtimül-huffaz ve Resûlullahla yirmisekiz defa vicahî görüşen Celâleddin es-Süyûtî de yeniden tetkikten geçirmiş ve:Ben bunların içinde mevzû hadîs görmedim; belki zayıf olabilir demiştir. Süyûtî, ayrıca İbnül-Cevzînin Mevzûâtül-Kübrasını da tetkik ederek, yapma inciler manasına gelen meşhur el-Leâlil-Masnûasını yazmış ve İbnül-Cevzînin mevzû dediği hadîslerden hangisinin gerçekten mevzû, hangisinin metrûk ve hangilerinin sahih olduğunu göstermiştir.
Şimdi, bu kadar tahkik, bu kadar ince eleyip sık dokuma ve rivayet hususunda gösterilen bu kadar titizlikten sonra, sahih hadîs külliyatı ve sahih hadîs mecmuaları hakkında hâlâ şüpheler irâd etmek İslâmın ikinci büyük ve mühim kaynağına leke sürmeye çalışmak, acaba neyle izah olunabilir?
Muhterem Müellif, soru ifadeli bu hükmü verdikten sonra, mevzû hadîslerin tahliline geçer. Hakikaten mevzû kabul edilmesi gereken bazı hadîsleri aktarır önce ve bu hadîslerin neden mevzû kabul edilmeleri gerektiğinin izahını yapar. Sonra da konuyu can alıcı bir noktaya getirir ve sözlerine şöyle devam eder:
Misal olarak getirdiğimiz bunlar ve daha bunlar gibi yüzlerce mevzû hadîse dokunulmaz, hattâ konuşmalara konu edilirken, bugün Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitteden diğer dört kitapta geçen ve muhaddisîn-i kirâmca sahih kabul edilen pek çok sahih hadîse dil uzatılmaktadır. Meselâ, bunlardan biri, Buhârînin rivayet ettiği şu hadîstir: Tevratta (Rasûlullah (sav) hakkında) şu âyet vardır: Ey Nebî, seni şâhid, (ümmet-i Muhammedin imanlarına, İslâmlarına şehâdet ve nezâret edici), (doğru yolu, doğru yolun encâmı cenneti) müjdeleyen (eğri yolun encâmından) sakındıran, şu ümmî cemaate bir zırh, bir kale olarak gönderdik. Sen, Benim kulum ve rasûlümsün. Ben, seni Mütevekkil (her nebî tevekkül etmişse de, husûsiyle seni hakkıyla tevekkül eden) olarak isimlendirdim. O, haşin, kaba, öfkeli, hiddetli, şiddetli ve sokaklarda gezerken bağıran bir insan değildir. Kötülüğü kötülükle savmaz. Fakat affeder, bağışlar. Şu binbir puta tapan, eğri (büğrü yollara sapmış) kavmi lâ ilâhe illallah diyerek doğrultuncaya ve bununla görmeyen gözleri, duymayan kulakları ve kapalı kalpleri açıncaya kadar Allah Onun ruhunu kabzetmeyecektir.
Müsteşrikler ve İslâm dünyasında, onların çizgisini takip edenler, bu hadîsi tenkid, hatta onun mevzû olduğu iddiasında bulunmaktadırlar. Sebep ise basit, gayr-i ilmî ve gayr-i mantıkî; hadîsin ravîsinin Abdullah İbn Amr İbn el-Âs olması ve İbn Abbas, Enes, Ebû Hureyre gibi onun da, rivayetlerinde Kabül-Ahbâr kaynaklı hadîslerin bulunması...
Evvela, bu hadîsin Efendimizin sıfatlarına, tarihî vâkıalara ve Kurân-ı Kerîmin Efendimizle (sav) alâkalı ifadelerine zıt hiçbir yönü, hiçbir harfi yoktur. İkinci olarak, Tevrat ve İncilde hem de bunca tahrifden sonra, hâlâ Efendimiz hakkında dünya kadar işaret ve beşaretin var olduğunu söyleyebiliriz.
Üçüncü olarak, İslâma giren çoğunluk ya müşrik ya Hıristiyan veya Yahudi idi. Kâbül-Ahbâr da Yahudilikten gelme bir Müslümandı. Asrımızın dev mütefekkirinin ifadesiyle: Malûmatı da kendisiyle beraber Müslüman olmuştu. Kurân ve sünnete ters düşmeyen ve hakkında Kurân ve sünnetin sükût ettiği mevzularda İsrâiliyata ait bazı şeyler naklediyordu. İddia edildiği gibi, katı, mutaassıb, İslâm düşmanı ve sert biri de değildi. Onu Hz. Ömerin katliyle alâkalı göstermek ise, daha sonraki asırlarda uydurulmuş bir hezayandır. İbn Abbas, Ebû Hureyre, Enes b. Malik ve Abdullah İbn Amr gibi büyük sahâbîler, onun Tevrattan yaptığı nakilleri dinlerlerdi; ama ne Kâbül-Ahbar yalan söylerdi ne de bu büyük sahabîler. Abdullah İbn Amr ki kılı kırk yaran, âbid, zâhid bir sahabîydi. Evlendiğinde: Bu kadın benim ibadetime manî olacak diye beş-on gün hanımının yanına varmamış ve ancak Efendimizin (sav):Hanımının da senin üzerinde hakkı vardır diye zorlamasıyla gitmişti. Yalan, onun rüyalarına bile girmemişti. Tarihî vakalar böylesine berrak ve açıkken, son derece indî mütâlaalarla sahih hadîslere ve bu hadîslerin ravîsi sahabîlere dil uzatmak, İslâmın ikinci büyük rüknü olan sünneti yıkma gayesinden başka bir şey değildir.
Müsteşriklerin ve onların içimizdeki bazı uzantılarının mevzû deyip reddetmeye çalıştıkları hadîslerden birkaçına daha temas eden ve onlara gereken cevabı veren Muhterem Müellif, daha sonra akla gelebilecek bir tereddütü daha izale ediyor ve hadîslerin sayı bakımından bu kadar çok olmasına şu madde başlıkları altında izah getiriyor:
1 Hadîsin yeri ve İslâm Dinindeki önemi.
2- Efendimize karşı duyulan sonsuz sevgi ve hürmet sebebiyle Ona ait en küçük hatıraların dahi dikkatle saklanıp muhafaza edilmesine gösterilen itina.
3- İlmi ve hadîsleri muhafaza etmeyi teşvik eden âyet ve hadîslerin sahabe ve sonradan gelenler üzerindeki müsbet tesirleri.
4- Sahâbe ve tâbiînde mevcut ilim aşkı.
5- O dönemde sosyal zeminin, böyle bir ilmin tekevvününe, gelişip boy atmasına müsait oluşu.
6- Herbirinin birer hafıza dâhisi oluşu.
7- Şartlarına uygun olmak kaydıyla hadîsleri mana ile rivayetin cevazı.
1- Muhaddislere Göre Sünnet.
2- Usulcülere Göre Sünnet.
3- Fıkıhçılara Göre Sünnet.
Muhaddisler sünneti: Hükme ve amele esas teşkil etsin etmesin yaptıkları veya kaçındıklarıyla Allah Rasûlünün hayat tarzı ve yaşantısının bütünüdür diye tarif ederler. Usulcülerin tarifinde ise çok küçük bir ayrıntı yer alır. Onlara göre sünnet: Söz, fiil veya takrir olarak Efendimizden sadır olan herşeydir. Fıkıhçılar ise sünneti bidat kelimesinin zıddı olarak kullanırlar ve değerlendirmelerinde sünnetin farza, vacibe veya harama esas teşkil etmesi ağırlık kazanır. Bu manada sünnet, hadîs kelimesinin müradifidir. Hadîs ise, İbn-i Hacerin ifadesiyle: Efendimize isnad edilen herşeydir.
Alimlerden bazıları ise, hadîs sözünden kadim ve İlâhî olanı anlamışlardır ki, bu da Kurân ve sünnetin ilk ayrım noktasını işaretlemesi bakımından yerinde ve oldukça derin bir seziştir.
Sünnet, kavlî, fiilî ve takrirî olmak üzere üçe ayrılır. Kurânda olmayan bazı nas ve hükümlerin sünnetin bu üç şeklinden birine dayandırılarak hükme bağlanması nazara alınıp değerlendirilecek olursa, sünneti bilmenin ve sünnetin teşrideki yerini tesbit etmenin ne kadar önemli bir realite olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Teşriye esas kabul edilen sünnete ait misallerin hepsini, sünnetin önemini ve yerini isbatı konu alan bir eserde bütünüyle zikretmek elbette konu dışına çıkmak olurdu. Onun için, eserde bu hususa ait sadece birkaç misal zikredilmiştir.
Dine ait hükümlerde sünnetin yeri ve değeri nedir? sorusunun cevabı öncelikle Kurânda aranmalıdır. Zira bu hususta söz doğrudan doğruya Cenab-ı Hakka ve elbetteki Onun ezelî kelamı olan Kurâna aittir.
Kurân-ı Kerim, sünnetin önem ve değeri hakkında pekçok tahşidatta bulunmuştur:
Ey iman edenler! Allaha ve Rasûlüne itaat edin ve Ondan yüz çevirmeyin (Enfal, 8/20)
Allaha itaat edin, Rasûle itaat edin (Nisa, 4/59)
Ey iman edenler! Allaha itaat edin. Rasûle itaat edin ve sizden olan ulûlemre itaat edin (Nisa, 4/59)
De ki: Allahı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.. (Âl-i İmran, 3/31) gibi âyetleri bu cümleden sayabiliriz. Konuyla ilgili daha pek çok âyet vardır ki, Kurânda Sünnet başlıklı bölümde bu âyetlere ve yorumlarına yer verilmiştir.
Allah Rasûlü de bizzat kendi sünnetinin önemi hakkında tahşidatta bulunmuştur. Buhari ve Müslimin ittifak ederek haber verdikleri şu hadîs bu hususu teyid etmesi bakımından oldukça önemlidir. İki Cihan Serveri bu hadîslerinde şöyle buyurmaktadırlar: Bana itaat eden hiç şüphesiz Allaha itaat etmiştir, bana isyan eden de yine hiç şüphesiz Allaha isyan etmiştir. Müellif, Hadîs-i Şeriflerde Sünnet bölümünde bu hadîslere yer vermekle, sünnetin teşrideki yerini ve önemini isbatta tam bir isabet kaydetmiştir. Çünkü Kurândan sonra bizim müraacat merciimiz hadîslerdir ve görüldüğü gibi Sünnetin Önemi ile ilgili tez bizzat hadîslerin kendisinden teyid görmektedir. Ayrıca sünnetin önemi ve yerini yine sünnetten sormak düşüncede bütünlüğün de bir göstergesidir. Yani, işin başında sünnetin önemli olduğu kabullenilmiş ve bu kabul, meseleyi yine bizzat sünnetten sormak suretiyle fiilen de gösterilmiştir.
Eserin birinci bölümünün son konusu Sünnetin Fonksiyonudur. Sünnetin önem ve yerini bildikten sonra fonksiyonunu bilmeye de ihtiyaç vardır. Sünnetin Fonksiyonu başlığı altında bu ihtiyacı giderecek ölçüde düşünce ve değerlendirmelere yer verilmiştir. Ne var ki bu konu başlı başına bir incelemeyi gerektirecek ve müstakil bir esere mevzu olabilecek genişliktedir. Halbuki elinizdeki eser meseleye sadece ihtiyacı karşılayacak ölçüde yer ayırma durumundadır. Onun için de olması gereken miktar baz alınmış ve tafsilata dalınmamıştır. Konuya, daha sonra teker teker misallendirilecek hususlara işâret edilerek başlanmış ve şöyle denilmiştir:
Sünnetin Kurân-ı Kerimden ayrı bir teşri kaynağı olmasının ve Kurân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacib, sünnet, müstehap, mübah, âdâb, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kurân-ı Kerimin mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlakını takyid fonksiyonu da vardır.
Ve konunun sonundaki şu değerlendirme hakikaten çok önemli ve bir bakıma eserin telif gayesi üzerinde temerküz ediyor:
Kitabın yanında, başlı başına müstakil bir teşrî kaynağı olarak sünnet, Kurân-ı Kerimin inmeğe başladığı andan itibaren fonksiyonunu icrâya başlamış ve hep Kurânla içli dışlı olmuştur. Ne var ki, dünden bugüne cumhur-u ümmet ve ulema tarafından böyle kabul edilegelmiş olan sünnet, Yunan felsefesinin tesiriyle Nazzam gibi birtakım Mutezile imamları ve daha sonra da garazkâr ve İslâmı temelinden dinamitlemeye çalışan bir kısım batılı müsteşrikler, bu dupduru kaynağı kendilerince hep bulandırmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki, bir-iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da meseleye böyle bir kompleks içinde yaklaşarak, kısmen müsteşriklerin oyununa gelmiş ve hatta sünneti sorgulamaya kalkışmışlardır. Ancak, dîn-i mübîn-i İslâm adına, kitab ve sünnet adına selef-i salihinin çalışmaları ve çalışmalarının semeresi sayılan bıraktıkları eserler, o kadar muhteşem ve parlaktır ki, sünnete bulaştırılmaya çalışılan lekelerin, bu dupduru kaynak üzerinde hiçbir tesiri olmayacaktır.
Kitabın ikinci bölümünde Sünnetin Tesbiti ele alınıp tahlil ediliyor. Öncelikle sünnetin tesbitine tesir eden amil ve sebepler üzerinde duruluyor. Bu sebepleri şu maddelerde toplamak mümkündür.
1- Sünnetin tesbitinin zaruri oluşu.
2- Kurânın mevzu ile ilgili teşvikleri.
3- Rasûlullahın teşvikleri.
4- Sahâbenin tarifi imkânsız iştiyakı ve ciddiyeti.
5- İz bırakan hâdiselerin ve asla unutulamayan sözlerin müsbet manadaki zorlayıcılığı.
6- Kurân ve sünnetin oluşturduğu orijinal ortam.
Bütün bunlar ve bunlara benzer sebeplerin sevkiyledir ki, sünnet korunup muhafaza edilmiş ve altın bir zincirle bizlere kadar ulaştırılmıştır. Kati kanaatimiz odur ki, sünneti nesilden nesile aktarma ve ulaştırma vazifesi kıyamete kadar devam edecek ve her devirde mutlaka bu kutlu misyonu omuzlayacak seçkin insanlar bulunacaktır. Bazı talihsizler bunun aksini düşünseler de bu böyledir ve bu hükmü cerhe hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Zira bu din, Cenab-ı Hakkın koruması altındadır. Sünnet de dinin bir bölümü olduğuna göre elbette o da koruma altındadır.
Sünnete ittibada sahâbenin gösterdiği hassasiyeti de burada anmakta zaruret vardır. Zira onlardaki bu hassasiyettir ki, sünneti yaşanır hale getirmiş ve bu yaşantının daha sonraki asırlara naklinde müessir olmuştur. Zaten sahâbe için başka türlüsü de düşünülemezdi. Nasıl aksi söylenebilir ki, Kurân bu meseleyi bir iman ve inanç meselesi haline getirmiş ve: Hayır, hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa götüren problemlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana bağlanmadan iman etmiş olmazlar demişti. Böyle bir ifade karşısında, imanı herşeye tercih eden sahâbenin başka türlü davranması nasıl mümkün olabilirdi!.
Hemen her sahâbenin hayatında sünnete ittibadaki hassasiyeti gösteren pek çok misal bulmak mümkündür. Durum böyle olunca, burada nakledilen misallerin mevcudun bütününü içine almayacağı açıktır. Ama yine de yeterince ve okuyucuyu en azından ikna edecek ölçüde misal aktarıldığı söylenebilir. Aktarılan misallerden sonra konuyu noktalayan şu cümle vardığımız kanaati pekiştirmektedir: ... işte sünnet, bu hassas ruhlar (sahâbe) meşcereliğinde, şok seviyesindeki hâdiselerle beslene beslene ve hayatla yoğrula yoğrula hadîs muhakkiklerinin kitaplarına aktı... Ve gelip bize ulaştı.
Sahâbenin ve onların rahle-i tedrisinde yetişen tâbiînin ve tâbiîni takiben gelen etbâ-i tabiînin hadîsleri rivayette gösterdikleri hassasiyet ve titizlik neredeyse cinnet derecesindedir. Bunun böyle bilinmesinin önemi çok büyüktür. Zira sünnete dil uzatanları ve ileride dil uzatmaya yeltenecekleri susturacak ve bu hususta meydana getirilmek istenen şüphe ve tereddütleri izale edecek en mühim ve en güçlü delillerden birisi hiç şüphesiz sözünü ettiğimiz tabakaların sünneti rivayette gösterdikleri hassasiyetin isbatı olacaktır. İşte Muhterem Müellif, bu önemi sezmiş ve bu konuya da eserinde yeterince yer ayırmıştır. İsterseniz şimdi bu konunun satır aralarında kısa bir gezinti yapalım:
Herşeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Rasûlullah Efendimiz: Kim benim üzerime yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın buyurmuşlardı. Doğruyla yalan arasındaki farkın, Rasûlullah ile Müseylemetül-Kezzab veya yerle gök arası kadar birbirinden uzak bulunduğu bir dönemde, en büyük ve en mühim hususun doğruluk olduğu düşünülecek olursa, o ışık asrında her mümin, hele bu mümin sahâbi ve sahâbiyi takip eden tâbiînden ise, bırakın Efendimize karşı yalan söylemeyi en ufak bir yalanı bile söylemeleri mümkün değildi. O kadar ki, Hz. Ali Efendimiz bu husustaki hassasiyetini şöyle dile getirmiştir: Gökten yere düşüp parça parça olmak, Rasûlullaha karşı yalan uydurmaktan benim için daha iyidir...
Meselenin bu derece hassasiyet istemesi sahâbeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadîs rivayet etmekten âdetâ ürkerdi.
Sahâbe-i kirâm, bir taraftan hadîs naklinde bu derece titiz davranıyor, diğer taraftan da mevcud hadîsleri kendi aralarında müzakere etmek suretiyle hafızalarına iyice kaydediyorlardı. Tabii ki onların bu davranışları rahle-i tedrislerinde yetiştirdikleri talebeleri için de güzel bir ders oluyordu. Aynı zamanda böyle davranılmasını talebelerine bizzat tavsiye eden sahâbiler de vardı. İbn-i Abbas ve Ebû Said el-Hudrî bunlardandı. Şöyle derlerdi: Hadîsleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Zira onlardan bazısı bazısını hatırlatacaktır..
Burada üzerinde ısrarla durulması gereken konulardan biri de sahâbe ve tâbiînin hadîsleri tetkik ve tahkik etmedeki hassasiyetleridir. Bilhassa sahabenin hepsi adil kabul edilmesine rağmen onlar kendi aralarında bile her duyduklarını hemen kabul etmemişler ve o hadîsi birkaç kişiden daha sorarak tahkik etmişlerdir.
Bir defasında bir kadın, torununun mirasından pay almak için Hz. Ebû Bekire (ra) müracaatta bulundu. Rasûlullahın Halifesi: Kitabullahda sana bir şey verileceğine dair bir âyet görmediğim gibi, Rasûlullahın da (sav) bu mevzûda birşey buyurduklarını hatırlamıyorum cevabını verdi. Bunun üzerine Muğire bin Şube (ra), ayağa kalkıp: Rasûlullah (sav), nineye altıda bir hisse verirdi dedi. Hz. Ebû Bekirin (ra): Senden başka bunu bilen var mı? sorusu üzerine, Muhammed bin Mesleme (ra), Muğire bin Şubeyi tasdik ederek: Ben de aynı şeyi Rasûl-i Ekremden (sav) duydum diye şahitlikte bulundu. O zaman, Hz. Ebû Bekir (ra), o kadına altıda bir hisse verdi.
Yine, bir gün Ebû Mûsâ el-Eşârî, Hz. Ömeri ziyarete gelmişti; kapıyı üç kere çaldığı halde, girmesi için müsaade çıkmayınca geriye döndü. Hz. Ömer, meşguliyeti bitince: Abdullah b. Kaysın sesini işitmiştim; izin verin, girsin diye emretti. Gitti! dediler. Bunun üzerine, adam gönderip çağırttı ve Ebû Mûsâya: Neden gittin? diye sordu. O da: Resûlullah bize, Bir yere girmek istediğinizde üç defa kapıyı çalıp, izin isteyin. İzin verilmezse geri dönün! diye emretti dedi. Hz. Ömer: Ben bunu duymadım. Böyle olduğuna dair muhakkak bir beyyine getirmelisin diye gürledi. Ebû Mûsâ, hemen Mescid-i Nebevîye koştu ve meseleyi oradakilere açtı. Übeyy b. Kab: Bunun için büyüklerin şehadeti gerekmez; küçüklerimiz de bilir bunu diyerek, Ebû Said el-Hudrîyi Hz. Ömere gönderdiler. Hz. Ömer (ra), bu şekilde davranmasının sebebini şöyle açıkladı: Vâkıa, ben seni itham etmek istemedim. Fakat, rastgele insanların Resûlullaha yalan isnad etmelerinden korkarım.
Hadîsleri tahkik adına yapılan yolculuklar (rihlet) ise apayrı bir destandır. Bu nasıl bir şuurdur ki, kişi hem de bildiği bir hadîsi bir başka bilen var mı yok mu? diyerek araştırıyor ve eğer varsa o şahsı bulmak ve o hadîsi ondan bizzat işitmek için günlerce yolculuk yapıyordu. Bu hem sahâbe hem de tâbiîn döneminde böyleydi. Nitekim elinizdeki eserin konuyla ilgili bölümlerinde bu husus pek çok misal verilerek anlatılmış ve böylece hadîse niçin güven duyulması gerektiği meselesine bu açıdan da vuzuh getirilmiştir.
Yalanı ve yalancıyı yakın takibe alma da, hadîsleri koruma ve kollamada kullanılan metod ve usullerden biridir. Bu sayede rivayetlerin altın zincirine kalp halkanın takılması önlenmiş ve müdahele fırsatı olmadan gerçekleşen sızmalar da yine bu yolla kurutulmuştur.
Daha sonraki dönemlerde bu iş oldukça sistemleştirilmiş ve yalancıları ve yalan sözleri ele veren ilel kitapları vücuda getirilmiştir. Bu kitaplar bir bakıma yalan hadîs uyduranların veya uydurdukları yalanların kütük defteri olmuş ve bu sayede sadece o devrin insanları değil, daha sonrakiler de istediklerinde bu şahısları bulabilme ve onlardan gelecek yalan tehlikesine karşı kapalı kalma imkânına kavuşmuşlardır.
Bu arada yüzbinlerce hadîsi ezberine alan hadîs hafızlarının yetiştiğini de hatırlatmakta yarar var. Zira hadîsin en önemli korunma yollarından birisi de bu dev hafızların unutma nedir bilmeyen hafızaları olmuştur. Öyle ki, meselâ, Ahmed b. Hanbelin bir milyon hadîsi ezbere bildiği rivayet edilmektedir. Halbuki tekrarlarla Müsnedde kırkbin hadîs vardır. Ve Büyük İmam bu kırkbin hadîsi üçyüzbin hadîsten süzerek almıştır. Bu hassasiyet sadece birkaç insanla sınırlı da değildir. O dönemin tanınmış bütün hadîs hafızları aynı hassasiyeti taşımaktadır. Mevzû hadîslerin ayıklanması ve bu ayıklamanın pek çok kereler tekrar edilmiş olması da bu gerçeği teyid etmektedir. Titizlik bu kadarla da kalmadı. Belki tek-tük mevzû hadîs sızmıştır diye, hadîsler yeni baştan elekten geçirilerek bir kere daha, inciler sunî incilerden tefrîk edilerek, ayrı ayrı telifler meydana getirildi. Bu mevzuda ilk defa Makdisî, Tezkiratül-Kübrasında mevzû hadîsleri bir araya topladı. O ve diğerleri bu hususta insafsız denilecek ölçüde öylesine hassas ve hakperestçe davrandılar ki, meselâ İbnül-Cevzî, kendi mezheb imamı olmasına rağmen, Ahmed İbn Hanbelin yaklaşık kırkbin hadîs ihtivâ eden Müsnedindeki bir hayli hadîsin mevzû, zayıf ve metrûk olduğuna hükmetti. Daha sonra gelen İbn Hacer el-Askalânî, İbnül-Cevzînin mevzû, zayıf veya metrûk hükmünü verdiği hadîsleri yeniden elden geçirdi ve on üçü dışında geri kalanların hepsini değişik kanallarla sıhhatini tesbit edip, on üçünü sağlam bir esasa dayayamadığını el-Kavlul-Müsedded fiz-Zebbi an Müsned-i Ahmed isimli eserinde belirtti.
Burada şu noktayı ifade etmek gerekiyor ki, hadîsçiler, İbnül-Cevzî için, fazla dikkatli olmadığından pek çok sahih hadîse mevzû veya metrûk damgası vurması sebebiyle mütesahil derler. Onun mevzû olduğuna hükmettiği hadîsleri İbn Hacer gibi, hâtimül-huffaz ve Resûlullahla yirmisekiz defa vicahî görüşen Celâleddin es-Süyûtî de yeniden tetkikten geçirmiş ve:Ben bunların içinde mevzû hadîs görmedim; belki zayıf olabilir demiştir. Süyûtî, ayrıca İbnül-Cevzînin Mevzûâtül-Kübrasını da tetkik ederek, yapma inciler manasına gelen meşhur el-Leâlil-Masnûasını yazmış ve İbnül-Cevzînin mevzû dediği hadîslerden hangisinin gerçekten mevzû, hangisinin metrûk ve hangilerinin sahih olduğunu göstermiştir.
Şimdi, bu kadar tahkik, bu kadar ince eleyip sık dokuma ve rivayet hususunda gösterilen bu kadar titizlikten sonra, sahih hadîs külliyatı ve sahih hadîs mecmuaları hakkında hâlâ şüpheler irâd etmek İslâmın ikinci büyük ve mühim kaynağına leke sürmeye çalışmak, acaba neyle izah olunabilir?
Muhterem Müellif, soru ifadeli bu hükmü verdikten sonra, mevzû hadîslerin tahliline geçer. Hakikaten mevzû kabul edilmesi gereken bazı hadîsleri aktarır önce ve bu hadîslerin neden mevzû kabul edilmeleri gerektiğinin izahını yapar. Sonra da konuyu can alıcı bir noktaya getirir ve sözlerine şöyle devam eder:
Misal olarak getirdiğimiz bunlar ve daha bunlar gibi yüzlerce mevzû hadîse dokunulmaz, hattâ konuşmalara konu edilirken, bugün Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitteden diğer dört kitapta geçen ve muhaddisîn-i kirâmca sahih kabul edilen pek çok sahih hadîse dil uzatılmaktadır. Meselâ, bunlardan biri, Buhârînin rivayet ettiği şu hadîstir: Tevratta (Rasûlullah (sav) hakkında) şu âyet vardır: Ey Nebî, seni şâhid, (ümmet-i Muhammedin imanlarına, İslâmlarına şehâdet ve nezâret edici), (doğru yolu, doğru yolun encâmı cenneti) müjdeleyen (eğri yolun encâmından) sakındıran, şu ümmî cemaate bir zırh, bir kale olarak gönderdik. Sen, Benim kulum ve rasûlümsün. Ben, seni Mütevekkil (her nebî tevekkül etmişse de, husûsiyle seni hakkıyla tevekkül eden) olarak isimlendirdim. O, haşin, kaba, öfkeli, hiddetli, şiddetli ve sokaklarda gezerken bağıran bir insan değildir. Kötülüğü kötülükle savmaz. Fakat affeder, bağışlar. Şu binbir puta tapan, eğri (büğrü yollara sapmış) kavmi lâ ilâhe illallah diyerek doğrultuncaya ve bununla görmeyen gözleri, duymayan kulakları ve kapalı kalpleri açıncaya kadar Allah Onun ruhunu kabzetmeyecektir.
Müsteşrikler ve İslâm dünyasında, onların çizgisini takip edenler, bu hadîsi tenkid, hatta onun mevzû olduğu iddiasında bulunmaktadırlar. Sebep ise basit, gayr-i ilmî ve gayr-i mantıkî; hadîsin ravîsinin Abdullah İbn Amr İbn el-Âs olması ve İbn Abbas, Enes, Ebû Hureyre gibi onun da, rivayetlerinde Kabül-Ahbâr kaynaklı hadîslerin bulunması...
Evvela, bu hadîsin Efendimizin sıfatlarına, tarihî vâkıalara ve Kurân-ı Kerîmin Efendimizle (sav) alâkalı ifadelerine zıt hiçbir yönü, hiçbir harfi yoktur. İkinci olarak, Tevrat ve İncilde hem de bunca tahrifden sonra, hâlâ Efendimiz hakkında dünya kadar işaret ve beşaretin var olduğunu söyleyebiliriz.
Üçüncü olarak, İslâma giren çoğunluk ya müşrik ya Hıristiyan veya Yahudi idi. Kâbül-Ahbâr da Yahudilikten gelme bir Müslümandı. Asrımızın dev mütefekkirinin ifadesiyle: Malûmatı da kendisiyle beraber Müslüman olmuştu. Kurân ve sünnete ters düşmeyen ve hakkında Kurân ve sünnetin sükût ettiği mevzularda İsrâiliyata ait bazı şeyler naklediyordu. İddia edildiği gibi, katı, mutaassıb, İslâm düşmanı ve sert biri de değildi. Onu Hz. Ömerin katliyle alâkalı göstermek ise, daha sonraki asırlarda uydurulmuş bir hezayandır. İbn Abbas, Ebû Hureyre, Enes b. Malik ve Abdullah İbn Amr gibi büyük sahâbîler, onun Tevrattan yaptığı nakilleri dinlerlerdi; ama ne Kâbül-Ahbar yalan söylerdi ne de bu büyük sahabîler. Abdullah İbn Amr ki kılı kırk yaran, âbid, zâhid bir sahabîydi. Evlendiğinde: Bu kadın benim ibadetime manî olacak diye beş-on gün hanımının yanına varmamış ve ancak Efendimizin (sav):Hanımının da senin üzerinde hakkı vardır diye zorlamasıyla gitmişti. Yalan, onun rüyalarına bile girmemişti. Tarihî vakalar böylesine berrak ve açıkken, son derece indî mütâlaalarla sahih hadîslere ve bu hadîslerin ravîsi sahabîlere dil uzatmak, İslâmın ikinci büyük rüknü olan sünneti yıkma gayesinden başka bir şey değildir.
Müsteşriklerin ve onların içimizdeki bazı uzantılarının mevzû deyip reddetmeye çalıştıkları hadîslerden birkaçına daha temas eden ve onlara gereken cevabı veren Muhterem Müellif, daha sonra akla gelebilecek bir tereddütü daha izale ediyor ve hadîslerin sayı bakımından bu kadar çok olmasına şu madde başlıkları altında izah getiriyor:
1 Hadîsin yeri ve İslâm Dinindeki önemi.
2- Efendimize karşı duyulan sonsuz sevgi ve hürmet sebebiyle Ona ait en küçük hatıraların dahi dikkatle saklanıp muhafaza edilmesine gösterilen itina.
3- İlmi ve hadîsleri muhafaza etmeyi teşvik eden âyet ve hadîslerin sahabe ve sonradan gelenler üzerindeki müsbet tesirleri.
4- Sahâbe ve tâbiînde mevcut ilim aşkı.
5- O dönemde sosyal zeminin, böyle bir ilmin tekevvününe, gelişip boy atmasına müsait oluşu.
6- Herbirinin birer hafıza dâhisi oluşu.
7- Şartlarına uygun olmak kaydıyla hadîsleri mana ile rivayetin cevazı.