Sinemanın gelişimi / sinemanın doğuşu / sinema nasıl günümüze geldi

Sponsorlu Bağlantılar

Lina_TR

Lina_TR

Üye
    Konu Sahibi
Sinemanın gelişimi / sinemanın doğuşu / sinema nasıl günümüze geldi
SİNEMA...(DOĞUŞU ve GELİŞİMİ)

Yedinci Sanat'ın mucidi olarak bilinen Fransız bilim adamı Louis Lumiére, şu sözü tekrar etmeyi seviyordu:

"Sinema fotoğraf sanatının bir dalı değildir."

Lumiére böyle konuşuyordu ama devam eden hareketlerde çekilen fotoğrafların arka arkaya ve hızlı biçimde döndürülmesinin nasıl efekt vereceğini merak ederek sinema sanatının ilk çimentosunu atan çeşitli yaratıcıların varlığından da haberdardı. Bu yüzden 19. yüzyılın sonuna doğru "sinema" ile tanışan seyirciler, daha bu adı kullanmadan izledikleri "şey"i, "oynayan fotoğraflar" ya da "hareketli fotoğraflar" olarak tanımlıyordu.

Çünkü Lumiére kardeşlerden önce de, 1800'lü yılların başlarından itibaren gerçekleşen hareketli fotoğraflı gösteriler Avrupalıların belleğindeydi. Joseph Plateau, Peter Mark Roget, Emile Reynaud, Etienne Jules Marey (Chronophotographe'ın yaratıcısı), Thomas-Alva Edison (Kinetographe'ın mucidi) gibi onlarca bilim adamı, Lumiére kardeşlere (Louis, Auguste ve Antoine) büyük bir miras bırakmıştı.

Her şey nasıl başladı?

Yirminci yüzyılın başlarında Lumiére kardeşler "sinematograf" denilen aygıtla, hareketli görüntüleri düzenli bir şekilde ilk kez pelikül üzerinden akıtmayı başardıklarında, "hareketli illüzyon"a zaten alışık olanlar pek şaşırmadı ama dünya için bir dönemin başlangıcı oldu bu buluş.

İlk filmler açık havada çekildi. Ne senaryoları vardı ne de yöneticileri. Bunlar belgesel türde röportaj filmleri (Trenin Ciotat İstasyonuna Girişi, Bahçesini Sulayan Bahçıvan), belgeseller, günlük hayattan sahneler saptayan filmler (Bebeğin Öğle Yemeği) ve aktüalite filmleriydi (Arabaya Binen İtalya Kralı ve Kraliçesi, Çar II. Nikola'nın Taç Giyme Töreni).

Teknik olarak görüntüleri saatlerce akıtmanın mümkün olduğu ortaya çıkınca, beyaz perdede bu görüntülerle belirli bir öykü de anlatılabileceği anlaşıldı.

Fransız yönetmen Georges Méliés, Lumiére kardeşler tarafından "ticari geleceği olmayan ve bilimsel bir merak konusu" olarak görülen bu yeni tekniğin önündeki parlak geleceği farketti. 1914'e kadar 400'den fazla (bazıları 700 metre uzunluğunda) film çekti.

Bunlardan 1902'de çekilen "Aya Seyahat", ticari değer taşıyan ilk gösteri filmi olarak kabul edilebilir. Bugün bile kullanılmakta olan sinema tekniklerinin çoğunu George Méliés'e borçluyuz.

Tiyatro eserleri ve romanlardan uyarlama dönemi:

Film pazarı önceleri Fransızların elindeydi. Zanaat aşamasını geçen Charles Pathé, 1900'de Vincennes'de bir film şirketi kurdu. Bu firma yalnız çekim ve gösterim malzemesi üretmekle kalmıyor; ham film üretiyor, filmlerin banyo edilmesi için atölyeler kuruyor, hemen her yanda stüdyolar inşa edip, kendi filmlerinin dağıtımını yapıyordu.

Bu gelişmeler Léon Gaumont'un ve "Eclair" şirketinin, Charles Pathé'yi izleyerek sektöre girmelerine yol açtı. 1908 yılından I. Dünya Savaşı öncesine kadar, filme alınan tiyatro eserleri modası yaşandı. Fransız tiyatrosunun neredeyse tümü filme çekildi.

Fransa'daki gelişmeye paralel olarak İtalya, Rusya ve İsveç'te; hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda sinema için ciddi adımlar atıldı. Osmanlılar belki de gölge oyunu Karagöz-Hacivat'a aşina oldukları için bu yeni buluşu çabucak bağrına bastı.
Öyle ki Lumiére kardeşlerin 28 Aralık 1895'deki ilk gösteriminden birkaç ay sonra, Yıldız Sarayı'nın hokkabazlarından Bertrand'ın çalışmaları sonucunda 1896'da ilk sinema gösterimi yapıldı.
Bunu diğerleri izledi ama zamanın padişahı II. Abdülhamid�in kendisine yapılabilecek olası bir suikastı önleyebilmek amacıyla İstanbul'a elektrik bağlanmasına izin vermemesi, ilk yerleşik sinemanın açılmasını 1908 yılına erteledi.

Tiyatro modasının ardından sine-roman modası başladı. Victorien Jasset, "birkaç bölümlü" seri filmleri icat etti ve Eclair firması için 1908'de büyük başarı kazanan ilk "polisiye" serisini; Nick Carter'leri, ardından Zigomar serisini ve 1913'de Protéa'yı çekti.

O dönemin bir diğer önemli yönetmeni ise (Fantoma serisi: Judex, Vampirler) "seri" ve sine-romanlar çeken Louis Feullade. Yönetmen sonraları İki Küçük Kız ve Yetim Kız olmak üzere iki film daha çekti.

Yine de, üretime sine-romanlardan çok güldürü filmleri egemendi. Fransız Güldürü Okulu bu konudaki üstünlüğünü dünyaya kabul ettirdi. Bu yıllarda sinema hemen her yerde gelişimini sürdürdü.

Danimarka, İsveç (Sjöström ve Stiller'in yönetmenlikleri sayesinde) ve özellikle yapımcıların doğal dekor ve sinema yöneticiliğinin tüm olanaklarını sonuna dek kullanabildikleri İtalya bunların başında gelir.

Amerika Birleşik Devletleri'nde ise Griffith, Ince ve Mack Sennett gibi iyi yönetmenler, etkileyici sahneye koyma denemelerine giriştikleri uzun metrajlı filmler çektiler.

İlk sinema tekeli:


Griffith, Ince ve Mack Sennett, o dönem sinemasının üç büyük yapımcısının (Aitken, Adam Kessel ve Charles Bauman) denetimindeki üç ayrı şirket adına tek bir şirket kurdu. Bu yeni şirket, 1915-1917 arasında 400 film çekti ve ABD ile İngiltere'de 4500'den fazla sinema salonunu denetler duruma geldi.

Bu hızlı yükselişe rağmen, 1917'te Griffth'in "Hoşgörüsüzlük" adlı filminin uğradığı ticari başarısızlığın ardından dağıldı. Muazzam bir servete malolan bu film, çekildiği dönemde vasat kabul edildi ancak bugün sessiz sinema sanatının en büyük eserlerinden ve sinemanın başyapıtlarından biri sayılıyor.

Bu üç şirketin oluşturduğu konsorsiyumun yaşamı kısa sürdü ama, yeni boyutlarla (dramatik etkiler, gerilim, sanatsal araştırma, düşünce) zenginleştirdiği Amerikan sinemasına yaptığı katkı, ona fevkalade saygın bir yer kazandırdı.

Mack Sennett, komedinin büyük ustalarını keşfetti: "Şaşı" filmiyle Ben Turpin, "Şişko" filmiyle Fatty, "Hiç Gülmeyen Adam" lakabını kazanan "Denizci", "General" ve özellikle başyapıtı olan "Konukseverliğimiz" filmleriyle bugün hâlâ güldüren Buster Keaton, Harold Lloyd, Harry Langton, herkesin sevgisini kazanan, tüm dünyanın Şarlo diye tanıdığı, yavaş yavaş ünlü Max Linder'in yerini alan büyük komedi ustası Charlie Chaplin.

Chaplin, kişiliğini bir dizi önemli ve unutulmaz kısa metrajlı filmle kabul ettirdi: Köpek Hayatı, Şarlo Asker, Kırda Aşk, Şarlo Hacı ve hepsinden önemlisi en eğlenceli, en etkileyici filmlerinden biri olan Yumurcak.

Savaş sırasında Fransız sineması geriledi. Pathe, fabrikasını rakip firma Kodak'a sattı ve üreticilerin çoğu yabancı film ithal etme zorunluluğuna boyun eğdi.

Ancak bu yıllarda çekilen bazı filmleri hatırlatmakta yarar var:

Germaine Dulac'ın 1917'te Stasya Napierskaya'yla çevirdiği Acımasız Güzel Kadın, Jeanne Marken'le çevirdiği Gerçek Servet (ya da Gizemli Geo) ve 1918'te Louis Delluc'ün nişanlısı Eve Francis'le çevirdiği Dr. Tube'ün Çılgınlığı, Harabe Çiçekleri, Saat Onun Gizemi, Yamaçtaki Deli.

Amerikan sinemasının izleri:

Amerikan sinemasının yayılması karşısında İtalya'nın üretimi yavaş yavaş geriledi ve 1916'da uluslararası ticaretteki durgunluğa paralel olarak durakladı.

"Büyük Gösteri" türünde tarihi filmler yapmakta direnen bir-iki yönetmenin dışında kalan Nino Martiglio gibi yönetmenler, günlük yaşamı dekor olarak kullanan küçük bütçeli filmler çevirdiler (Kayıp Karanlık-1914, Terese Raquine-1915). Geriye kalanlar ise seyircinin güçlü duygular peşinde koşma ve rüya alemine dalarak günlük yaşamı unutma arzusunu körükleyen filmler yaptılar. Bunlar vampların hüküm sürdüğü, kadınlara adanmış diva filmleriydi.

İsveç Sineması da, Amerikan sinemasından darbe almadan önce, Yedinci Sanat'ın gelişmesinde bir dönüm noktası oluşturan ve çok önemli izler bırakan birkaç başyapıt yarattı: Sjöström'ün Kanun Kaçağı ve Karısı (1917) ve Hayalet Araba (1920) filmleriyle, Stiller�in Arne�nin Hazinesi (1919), Gösta Berling Efsanesi (1923) filmleri bunlardan bazılarıydı.

Savaşın başlangıcında Rusya'da yurtseverlik temalarını işleyen çok sayıda önemli film yapılmıştı. Ancak askeri gelişmeler hızla bir felakete dönüşünce, sinemacılar farklı türlere yöneldiler. Kimileri polisiye ya da düpedüz pornografi türünde kaçış filmleri çevirdiler. 1916'da çoğu uzun metrajlı 500'den fazla film çekildi. Bu dönemde Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin gibi büyük Rus yazarlarının romanlarından esinlenen filmler de vardı.

1. Dünya Savaşı Fransız sinemasının gerilemesine yol açarken, bu durum yıldızı bir daha hiç sönmeyen Amerikan sinemasına yaradı. Bağımsızlar denilen grup, 1914'ten başlayarak Amerikan film piyasasına hakim oldu ve 200 nüfuslu, küçük bir yerleşim merkezinde; Hollywood'da şirketler kurdu.
Öte yandan İsveç, İtalyan ve Ayzenştayn (Eisenstein) ile Rus sineması önemli atılımlar yaptı. Sonraki yıllarda Hollywood'da da film çeken Ayzenştayn, sinema sanatına ilk kez kurguyu getirerek Potemkin Zırhlısı ile neredeyse bir sinema devrimi yaptı. 1905 ihtilalinde bir gemideki ayaklanmayı anlatan ve liman kenti Odessa'da geçen film, uzun süre tüm zamanların en iyi filmi olarak anıldı.

Ayzenştayn gibi Yeni Dünya'nın cazibesine kapılıp Amerika'ya, yani Hollywood'a giden sinemacı sayısı hiç de az değildi Avrupa'dan. O gün yerleşenler Hollywood'un bugün dünyanın dev sinema endüstrisinin kalbi olacağını biliyorlar mıydı? Belki...

Yedinci Sanat'ın serüveni ilk günkü hızından hiçbir şey kaybetmeden devam etti ve Hollywood, kurulduğu günden başlayarak giderek güçlendi, dünya sinema endüstrisinin merkezi oldu.


Başka bir Kaynak:
1 Kasım 1895. Berlin'de Max Sklandowsky ve kardeşi Emil, kendi filmlerini gösterime sunmuşlardı. Fakat sinema tarihçilerinin büyük çoğunluğu, Sklandowsky'nin aygıtlarının gerçek anlamda bir projeksiyon makinesi olmadığı görüşündedirler. Onlara göre bu makine ,sürekli hareketli resimler yerine görüntüleri ardarda gösteren genellikle daha kaba bir aygıt olarak nitelendirilir.

Kısa bir süre sonra ise , 28 Aralık 1895' de Paris'de ,Capucines Bulvarı'nda bir bodruma "biletle" girmiş otuz üç kişinin seyrettiği (duyamadığı) yirmi dakikalık programın yaratıcıları olan Lumiere kardeşler "sinemanın babaları" olarak anılmaya başladı. Louıs ve Auguste Lumıere kardeşlerin programında bir trenin istasyona girişi ,paydos saati fabrikadan çıkan işçiler gibi olayların yanı sıra L'Arrseur Arrose' (Sulanan Bahçıvan) adlı bir komedi de vardı.

Hareketli resimlerin ortaya çıkışı ise daha karışıktır. 1880'lerde Britanya'da ve başka bazı yerlerde Eadweard Muybridge , fotoğraflarla önemli deneyler gerçekleştirmiş, bu da Fransa'da Etienne Jules Marey'in çalışmalarını etkilemişti; Amerika'da ise daha önce telefon ,fonograf ve elektrik ampulünün geliştirilmesine katkıda bulunmuş olan Thomas Edison ,William Dickson'ın da yardımıyla bir fonograf plağıyla eş zamanlı olarak film gösteren bir araç icat etmişti.(Edison bu araca 'Kinetofonograf' gibi tuhaf bir isim vermişti ki bu ismin tutmayacağını en baştan anlaması gerekirdi).Ayrıca 1889'da ilkel bir kamera ve projeksiyon makinesi geliştirmiş (ve 1951 tarihli 'Magic Box' adlı filme konu olmuş) olan İngiliz William Fries Greene' i de unutmamak gerekir.

Lumıere kardeşler, şüphesiz kamera ve projeksiyon makinesini birleştiren sinematografı geliştirmekle büyük bir atılım yapıp bu yarışta öne geçmişlerdi. Fakat Fransızlar bile sinemanın tek mucidinin onlar olduğunu iddia edemezler. Yine de Lumınere kardeşler bu avantajı iyi kullanıp, herkes sinemayı müzikhollerde ve panayırlarda sergilenecek ,gelip geçici bir moda olarak görürken, 1897' de ilk sinema salonunu Paris'te açmışlardır. Amerika ise buna benzer birşeyi 1902' de Los Angeles'de gerçekleştirdi (ve bundan 10 yıl sonra Los Angeles Batı dünyasının sinema merkezi olacaktı).

Henüz eksik olan ise, sinemaya 20.yy. sanat formu kazandıracak olan fotoğrafla dram sanatlarının evliliğiydi. Ve Georges Melies adlı bir Fransız çıkar ortaya. Bir illüzyonist olan Melies'e göre ilk filmlerde eksik olan bir olay örgüsü,karakter gelişimiydi. Ona göre sinemanın düşleme ihtiyacı vardı. Salt gerçek olgular değil, biraz kurmaca , biraz illüzyon...Böylece fotoğraf hileleri kullanarak ,bir kadının iskelete ,kadın güreşçilerin erkeklere dönüştüğü ,hayaletlerin dans ettiği filmler yaptı.

Yine de 20yy'ın ilk yarılarına ,kurgunun gelişimine kadar , 'anlatı', sinemanın tali bir öğesi olarak kaldı. Bir hikaye anlatmaya yönelik ilk dönem filmlerinin en iyilerinden biri, Edwin Porter'ın 'The Great Train Robbery' (1903) filmidir. On dakika süren tek makaralık bu film ,on dört sahne içinde bir tren soygununu ardından kaçışı ve soyguncuların yakalanışını anlatır.

İngiltere'de ise daha 1901'de 'Fire' adlı kurgulu bir film yapılmıştı. Fransa'da Georges Melies muhtemelen dünyanın iki makara uzunluğundaki ilk filmi 'Voyage a Travers l'Impossible'ı çekmiş, 1912'de ise Sarah Bernhardt'ın başrol oynadığı dört makara uzunluğundaki 'Queen Elizabeth' çekilmişti. İtalya'da ise Enrico Guazzoni'nin yönettiği 'Qua Vadis', bunun iki katı uzunluğundaydı ve seyircilerin bir iki dakikadan fazla oturmayacaklarını düşünenler yanılmıştı.Ve yine İtalya'da Giovanni Pastrone'nin üç saatlik filmi 'Cabiria' çekildi. Böylece sinemada (ya da o zamanlar Amerika'daki deyimiyle 'nickelodeon'da-giriş parası bir nikeldi-) bir gece geçirmek tiyatroya gitmenin alternatifi olmuştu artık.

Bu aşamada sinema endüstrisi tek bir ülkenin egemenliği altında değildi. Birinci Dünya Savaşı'na değin bu böyle sürdü. Gelişmeler Amerika'da olduğu kadar Avrupa'da da ayni hızla sürüyordu ve sinema görece serbest bir pazardı. Filmler sessizdi ve hiçbir dil engeli yoktu. Birçok ülke film ithal ettiği kadar ,üretip ihraç ediyordu da. Daha star sistemi de yoktu o zamanlar. Bilinen ilk sinema oyuncusu olma özelliği gösteren kişi, kariyeri pek de parlak olmayan ve 1920'lerde yıldızı sönen Florence Lawrence'dir.

Avrupa'da televizyon ilk kez entelektüeller tarafından hayata geçirilmiş, en azından başlangıçta onların denetiminde yürütülmüştü. Amerika'da ise televizyonu başlatan ve denetleyen reklamcılar olmuştu. Bu yüzden televizyon bebeklik yıllarında Avrupa'da bir bilgilendirme ve eğlendirme aracı iken Amerika'da satış yapmaya yardım edecek bir şey olarak ele alınmıştı. Böyle bir görüşte şüphesiz ki gerçek payı vardır. Yine de 'Birth of a Nation' filminin yönetmeni olan D.W.Griffith gibileri, bu yeni oyuncağın sanatsal olanaklarını fark etse de , sinemanın sunduğu para kazanma fırsatlarını aynı çabuklukla fark eden girişimciler de vardı.

Yüzyılın başlarında Amerika'nın ,büyük kısmı İngilizce'yi iyi konuşamayan göçmen nüfusu için sinema ,tiyatro ve kitaptan daha önce geliyordu. Bu geniş kitle için sessiz sinema ve basit öyküler biçilmiş kaftandı. Amerika'da sinemaya olan talebin büyümesinde 1917'ye kadar dışında kalmaya çalıştığı savaşın katkısı da büyük oldu.1914 ve 1918 yılları arasında Avrupa'da ,film yapımı sürse de pek öncelik taşımıyordu. Amerika da ithalattaki düşüşü karşılamak ve kendi üretimini artırmak zorunda kaldı. Bu on yıllın sonunda Hollywood, New York'un yerini alarak bu endüstrinin merkezi olmuş ve Amerika dünya pazarında söz sahibi olma yoluna girmişti.

Amerikan sinemasının altın çağında dokuz büyük stüdyoyu oluşturacak şirketten ilki Hollywood'da kurulan Paramount'du .Daha önce Jesse Lasky Feature Play Company adıyla ortaya çıkmıştı. Lasky bu şirketi 1913 yılında avukatı Samuel Goldwyn ve Cecil B. de Mille adında yeteneği pek olmayan bir aktörle kurdu. İlk yapımları 'The Sguaw Man' adında bir western olacaktı. Filmin konusu Wyoming'de geçiyordu. Çekimi Arizona Flagstaff'da yapmaya karar vermişlerdi . Fakat filmin yönetmeni De Mille ,Flagstaff'a geldiğinde burasını hiç beğenmedi. Ayrıca hava çok kötüydü. De Mille trene atladı ve Los Angeles'in portakal bahçeleriyle dolu güneşli banliyösü Hollywood'a kadar uzandı. De Mille portakallarla pek ilgilenmese de güneş onun için önemliydi. Büyük bir depo kiralayıp filmi çekmeye koyuldu.

Hollywood'da daha önce de film çekildiği olmuştu ama Mille'nin deposu burada kurulan ilk stüdyo olarak adlandırılabilir. Ancak gerçek anlamda ilk stüdyo 1915'te Universal tarafından kuruldu. Kısa sürede digerleri izledi: United Artist, Warner Brothers, Colombia ,1920'lerin sonunda MGM ile RKO ve birkaç yıl sonra da 20th Century Fox. Hepsi de eninde sonunda Hollywood'a gideceklerdi belki ama yine de biraz spekülasyon yapmak ilginç olabilir: De Mille Flagstaff'a gittiği gün ,orada yağmur yağmasaydı neler olurdu? Flagstaff'da bir depo kiralayıp filmi çekmeye başlarmıydı. Sonra diğer şirketler de en uygun yerin burası olduğunu düşünür ve bugün "tipik Hollywood filmi" yerine "tipik Flagstaff filmi" sözümü dillerde dolaşırdı.

1920'lerde Amerika film üretiminde dünyada lider durumuna gelmekle birlikte sinemanın bir sanat biçimine dönüştürülmesine katkısı pek yoktu ve o zamandan beri de olmadı. 1920'lerde Hollywood'un elinde Charlie Chaplin gibi son derece yaratıcı bir sanatçı vardı Hollywood onu (John Lennon'ın daha sonra Beatles için söylediği gibi) dünyada İsa'dan bile daha çok karlı bir star olarak değerlendirdi.Genel olarak sinemanın sınırlarını genişletme çabası başka yerlerde sürdürüldü.Örneğin, Almanya'da savaş sonrası dönemin siyasal ve toplumsal kargaşası dışavurumculuğu ortaya çıkardı. Bu akımın ilk önemli örneği 'Das Kabinett des Dr. Calighari' (Dr. Caligari'nin Odası) filmiydi. The Oxford Companion to Film, dışavurumculuğu "1903-1933 yılları arasında Almanya'da resim, edebiyat, tiyatro ve sinema alanlarında ortaya çıkmış ,insanın içsel dünyasını , özellikle korku, nefret, aşk ve endişe duygularını dışsallaştırmayı amaçlayan akım" olarak tanımlıyor.1920'lerde dışavurumculuk sinema sanatı açısından bir devrim olmuştur.

İngiltere'deyse Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra film yapımcılığı neredeyse ölüm döşeğindeydi.1920'lerin ortasında gösterime giren filmlerin çok büyük çoğunluğu Amerikan yapımıydı ve bu durum 1927'de çıkarılan Sinema (ya da kota) Yasası , filmlerin yüzde beşinin İngiliz yapımı olması zorunluluğu getirilince biraz düzelir gibi oldu(bu oran yirmi yıl içinde yüzde yirmiye çıktı).

Fransız film endüstrisinin de savaşın yol açtığı zarardan kurtulması uzun zaman aldı ama kısa ömürlü de olsa izlenimci ve gerçeküstücü sinema okullarıyla Abel Gance gibi yönetmenlerin ortaya çıkması sinemanın tıpkı müzik, edebiyat ve tiyatro gibi ciddiye alınması gereken bir sanat dalı olduğunu kanıtlamaya yetti.

Bu sırada Rus sinemacıları, özellikle de 'Grev' ve ' Potemkin Zırhlısı' filmlerinin yönetmeni Sergey Eisenstein kurgu ve montajda yeni teknikler geliştiriyorlardı. Potemkin Zırhlısında taştan aslanların ayağa kalkması ya da Asri Zamanlar' da sokaktaki kalabalığın Chaplin'in gözüne koyun sürüsü gibi gözükmesi montaj örnekleri sayılabilir. Hollywood yabancı rakiplarinden öğrenme, onların fikirlerini alıp uygulama konusunda yavaş değildi ama filmlerin içerik ve biçimi açısından öğretmekten çok , öğrenme durumundaydı.

Amerikanın öncülük ettiği alan teknolojik gelişim alanıdır. 1927'de Warner Brothers'ın 'Jazz Singer'ı ile sesli film dönemini başlatmasıyla birlikte tüm sinema endüstrisinde bir devrim gerçekleştiren Amerika olmuştu.1930 yılına gelindiğinde Avrupa ve Amerika'da sessiz film neredeyse ortadan kalkmıştı. Örneğin 1929'da İngiltere'de Hitchcock , 'Blackmail(Şantaj)' filmini sessiz çekmeye başlamış ama sonra sesliye dönüştürmüştü.

Sinema bir ses edinince bazı güçlükler de doğdu tabii ki. Artık yabancı filmlerin yabancı olduğu apaçıktı ve çoğu Amerikalı tarafından anlaşılamıyordu. Seyirci okumayı değil dinlemeyi tercih ettiği için alt yazılar çözüm değildi. Özellikle Amerikan İngilizce'si dışında diğer dillerde çekilmiş filmlere duyulan talep azaldı. İşte bu noktada diğer ülkelerden fikir ve yetenek satın almaya ,ödünç almaya ya da çalmaya hazır olan Hollywood kodamanları ağırlıklarını koydular. Yabancı ülke sanatçılarını işe alıp yeteneklerini popüler eğlencenin hizmetine sokma konusunda onları eğitmekten geri kalmadılar. Macaristan'dan Bela Lugosi, Alexander Korda ve yönetmen Michael Curtiz gibileri, İsveç'ten Greta Garbo ,Almanya ve Avusturya'dan Ernst Lubitsch, Billy Wilder, Otto Preminger, Marlene Dietrich, Erich von Stroheim , Josef von Sternberg , Robert Siodmak, William Wyler ve diğer birçoğu geldi. İngiltere , Ronlad Colman'dan Leslie Howard ve Basil Rathbone'a ,James Whale'den Alfred Hitchcock'a kadar, çok sayıda dikkate değer oyuncu ve yönetmenle Amerikan pazarına katkısını esirgemedi.

Renkli filmin geliştirilmesine de Hollywood öncelik etti. Tümüyle üç bantlı technicolor tekniğiyle çekilen ilk film 1935'de Rouben Mamoulian tarafından yönetilen 'Becky Sharp'tır.1930'lar amerikan film endüstrisinin altın çağıydı. Filmlerin Gable, Tracy, Cagney, Garbo, Cooper , Davis, Shearer, Stanwyck ,Crawford gibi starlara göre tasarlandığı bir dönemdi bu. O günlerde dünyanın herhangi bir köşesinde yayınlanmış yada oynanmamış tek bir kitap veya oyun bile yoktu ki stüdyo patronlarının dikkatine sunulmamış olsun.

1930'larda rekabet de pek yoktu. Japon ve Rus filmleri kendi ülkeleri dışında çok nadiren gösterime giriyordu. Yaratıcı insanlarının çoğunu yitirmiş olan Almanya siyasal propaganda filmleri çekmekle meşguldü. İtalya da öyle. 1932'de Venedik'te dünyanın ilk uluslar arası film festivali düzenlendiyse de pek başarılı olamadı. Bunun üzerine 1939'da Fransa, Cannes'da alternatif bir festival düzenlemeye girişti. Ancak uluslararası durumun karışıklığı nedeniyle festival 1946'ya kadar başlatılamadı. Yine de Fransa , Marcel Carne ,Jean Renoir Rene Clair gibi yönetmenlerin çektiği filmler sayesinde Amerikan film endüstrisine önemli bir alternatif oluşturuyordu.

İngiltere ise Hollywood'u taklit etmeye çabalamakta ve sorunlar yaşamaktaydı(bu taklit çabası Pinewood adında bir stüdyo kurmaya kadar varmıştı). Kotayı oldumak için çekilen filmlerin büyük çoğunluğu önemsiz çalışmalardı. Yine de Korda'nın 'The Private Life of Henry VIII'i ve Anthony Asquith'in 'Pygmalion'u (bu film George Bernard Shaw'a bir Oscar kazandırdı) çok başarılı filmlerdi. Alfred Hitchcock da en iyi filmlerinden ikisi olan 'Thirty Nine Steps'i ve 'The Lady Vanishes'i bu dönemde çekmişti. 1939 yılında akademi ödülleri için aday gösterilen on film (o yıllarda aday sayısı on idi) ise şöyleydi: Gone With the Wind , Goodbye Mr.Chips, Mr. Smith Goes to Washington, Ninotchka, Of Mice and Men ,Stagecoach, The Wizard of Oz ve Wuthering Heigth.

İkinci Dünya Savaşının çıkması büyük değişiklere sebep oldu kuşkusuz. Hollywood'a göçen Rene Clair ve Jean Renoir gibi yönetmenlerden yoksun kalmış Fransız sineması Nazi işgali altında duraklama yaşıyordu. Her senaryo Alman ya da Vichy otoriteleri tarafından sansür ediliyordu. Marcel Carne 1942' de 'Les Visiteurs du soir' adlı güzel olmakla birlikte suya sabuna dokunmayan bir peri masalı çekti. Bu filmde ,şeytanla Hitler arasında bir paralellik kurulabilir ,ancak dikkatli olmak gerekir. Fransa'nın en önemli yönetmenlerinden olacak olan Robert Bresson da 1943'te bir kadınlar manastırında geçen 'Les Anges du Peche' ile emin ve zararsız biçimde sinemaya giriş yaptı.

Alman sineması ise propaganda bakanı Joseph Goebbels'in ellerinde oldukça kötü bir hal almıştı. İngiliz ve Amerikan filmleri yasaklanmıştı. Goebbels'in eleştiriyi yasaklaması sonucu hiçbir Alman filmi eleştirmenler tarafından kötü olarak nitelendirilmemişti. Savaş dönemi propaganda filmlerinin en büyüğü ve en ustaca çekilmiş olanı ,hiç kuşkusuz, Pearl Harbor öncesi Amerika'ya ,daldığı uykudan silkinip Avrupa'da neler olup bittiğine dikkat etmesi çağrısı yapan 'Casablanca' idi. Pearl Harbor'dan sonra Amerika kendi ordusu hakkında propaganda filmleri çekmeye başladı ve İngiltere gibi halkın moralini yüksek tutmak amacıyla komediden oldukça yararlandı. Lubitsch'in muhteşem filmi 'To Be or Not to Be' çok ustaca yapılmış bir anti-Nazi propagandasıydı aslında. 'Film noir' türü de 1944-1945 yıllarında sinemaya yerleşti. Film noir'in temeli karanlıktır. Basit biçimde görünüm olarak karanlık değil, içerik olarak ruh olarak karanlık. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, kimseye özellikle kadınlara güvenilmez; kahraman sert ,karamsar, alaycı ve bezgindir. Bugün bu türdeki ilk filmin John Huston'ın çektiği 'The Maltese Falcon'olduğu söylenir. Ancak tam anlamıyla birkaç yıl sonra Edward Dmytryk'in 'Murder My Sweet (Cinayet Sevgilim)', Billy Wilder'ın 'Double Indemnity (Çifte Tazminat)', Fritz Lang'in 'The Woman in the Window (Penceredeki Kadın)' ve Otto Preminger'İn 'Laura' gibi filmler de ortaya çıktı. Hollywood'un altın çağı, 1950'lerde televizyonun ortaya çıkıp da sinemaları seyircisiz bırakmasıyla söndü.



Türk sineması:
Sinemamızın aldığı eleştiriler üzmekte beni...Türk filmlerinin senaryo yönünden tatmin etmediğinin farkındayım.Çoğu zaman bol reklamlı bol mankenli filmlere gidip boşa para verdik diyoruz.Yada hiçbirzaman ana temada "aşk" "evlilik" "3. sınıf parodiler" olmayan bir filme gidemediğimizi farkediyoruz.

Sanat filmi olarak nitelendirilen ve karanlık ortamlarda karanlık yüzlerle çekilmiş filmlerde "sanat" ile alakası olmayan bir kaç köşe yazarının -sırf filmde anlaşılan birşey olmadığı için- övdüğü basit yapımlar kalıyor (bu noktada hıncal'a katılıyorum).On filmden 8 i kötü olsa 2 si defalarca izlenmeye değer yapımlar oluyor.
Hedef kitle seçiliyor filmlerimizde...Eğer kitle günümüz gençliği ise genelde konu belden aşağı espriler ya da aşk,cinsellik oluyor.Kitle duyarlı eski solcularsa konusu doğuda halkımızın acizliğini anlatan yapımlar oluyor.Yada aile filmi adı altında uyarlamalar yapıyoruz uyarlamaları katlederek.

Buraya kadar herşey tamam 50 film çeksek 40'ı "kötü".Ama yinede halkımızdaki türk filmlerini yerli yersiz eleştirme üzüyor beni dediğim gibi.İyi yönlerden bakmak istiyorum.Sinemamız gelişim sürecine girdi kapanan set'ler açıldı tekrar.Sayemizde bir yönetmen filmden kazandığını tekrar filme harcamakta.O battığımız günler geride kaldı gibi.Elbet kendimizi daha da geliştireceğiz,konu sıkıntımızı aşacağız...Bu sadece bizde yok.Bizler kendi filmlerimizi yerin dibine sokarken; uçakta FBI tarafından kurtarılan 150 yolcu ve süper kahramanları baştacı yapıyoruz.Herkeste var klişeler.Yeterki azimli insanlara maddi destek sağlansın.Yeterki fon olsun.
Nuri Bilge Ceylan gibi altın'larıda yetiştiren bu ülke.Böyle insanlara destek olmak yerine gidip 3-5 mankenin bacağı,göğsü görünüyor diye gereksiz bir filme 10 milyon veren de bizleriz.

Eleştirirken düşünelim demek istedim.Hanginiz istiyor arzu okay'lı aydemir akbaş'lı ***** günlerine dönmeyi.
"Civciv çıkacak kuş çıkacak" "5 dakkada beşiktaş" gibi yüzkarası filmlerin tekrar etmemesi için biraz destek olalım sinemamıza.Acımasızca eleştirmeyelim.Emek varsa karşılığıda olsun
 


Üst Alt