Kültür Nedir?

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Doğuş Pertez

Doğuş Pertez

Admin
    Konu Sahibi
Kültür Nedir?
Kültür kelimesi aslında Latincede “toprağı işlemek, ziraat” demektir. Sonradan bu tabir, Batı Avrupa’da “yüksek umumi bilgi” manası kazanmış ve Türkçeye de bu anlamda girmiştir. Kültür tarihçileri, sosyologlar ve sosyal psikologlar kültürün ıstılahi (belirli bir sahadaki ilmi) manasını değişik ifadelerle belirtmişlerdir.

C.Wisler, kültür; “Bir halkın yaşama tarzıdır.” derken, E.Sapir onu; “Atalardan gelen maddi, manevi değerlerin tamamı” şeklinde tarif etmiş, F.A.Wolf ise; “Bir milletin fertlerinin iştirak halinde bulundukları manevi hayat”ın kültür olduğunu ifade etmiştir.

A.Yong, kültürün, “İnsanın tabiatı ve kendisini idare etme yolu ile bizzat meydana getirdiği eser” olduğunu belirtirken, A.K.Kohen, “Umumi olarak inançlar, değer hükümleri, örf ve atdetler, zevkler kısaca insan tarafından yapılmış ve meydana getirilmiş her şey”in kültür olduğunu ifade etmiştir.

R.Thurnawald, “Kültür, tavırlardan, davranış tarzlarından, örf ve adetlerden, düşüncelerden, ifade şekillerinden, kıymet biçimlerinden, tesislerden ve teşkilattan meydana gelmiş ahenkli bir sistemdin” ‘demiş, fakat E.B.Taylor onu; “bilgiyi, imanı, sanatı, ahlaki, örf ve adetleri, ferdin mensubu olduğu cemiyetin bir üyesi olması itibariyle kazandığı alışkanlıkları ve diğer bütün maharetleri içine alan gayet karışık bir bütündür.” şeklinde tarif etmiştir.

Ziya ‘Gökalp ise; “Hars (kültür), yalnız bir milletin dini, ahlaki, hukuki, adli, estetik, lisani, iktisadi ve fenni hayatlarının ahenkli bir bütünüdür.” demiştir.


Kültürün Doğuşu

Kültürün doğuşu, insanın yaratılışı ile eş zamanlıdır. Şüphesiz kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır. Osmanlı İmparatorluğu üç kıt’ada 600 yıl boyunca gerek kendi uyruğu, gerekse sınır komşusu olarak ticaret yolları, savaşlar, göçler nedeniyle Hıristiyan dininin çeşitli mezheplerine mensup toplumlarla ekonomik, ticari ve kültürel ilişkiler kurmuştur. Bununla beraber Sultan II. Mahmud devrimleriyle başlayan zorunlu Batılılaşma dönemine gelinceye kadar hem özde ve hem de ayrıntılarda Batıyla farklılaşma kararında olan bir kültürün temsilcisi olmuştur.

Bir insan grubu, diğer insan grupları ile hiçbir temasta bulunmayıp ilkel bile olsa, yine kendisine mahsus bir dile, basit de olsa bir dünya görüşüne ve estetiğe ulaşabilmektedir. Nitekim on beşinci asırdan beri yeni kıtalar, topraklar ve diğer insanlarla temas halinde olmayan birçok ada keşfedildi. Buralarda yaşayan insan gruplarının hepsinin seviyelerine uygun bir kültüre sahib oldukları görüldü. Fakat dış dünyaya kapalı olan bu kültürler, başka kültürlerle temas edemedikleri için gelişememişlerdir. Kültür ve medeniyetlerin ileri ve güçlü olduğu ülkeler sosyal ve kültürel temaslara açık ülkelerdir.


Kültür ve Medeniyet

Ekseriya kültür ile yanyana kullanılan, bazan da kültürün eş anlamlısı zannedilen “medeniyet” kelimesinin tarifi ise şu şekilde yapılmaktadır: Medeniyet, “milletler arası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtalarının bütünüdür.Veya aynı medeniyet dairesine giren birçok milletlerin sosyal hayatlarının müşterek bir yekunudur. Batı medeniyeti denildiği zaman, din bakımından Hıristiyan olan toplulukların, sosyal değerleri ile müsbet ilme dayalı teknik anlaşılmaktadır. Halbuki batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur. Fen bilimlerinde benzer bir anlayış içerisinde olmalarına, tekniği bulma ve kullanmada birbirlerine yakın yollar takib etmelerine ra,~men, bu milletler başka başka diller konuşurlar. Adetleri, gelenekleri, ahlak anlayışları, güzel~sanatları, mahalli müzikleri ve giyinişleri bir değildir. Hatta hepsi Hıristiyan inancına sahip bulunmakla beraber, din konusundaki tutumları da farklıdır.

İşte bu ayrı ayrı inanış, meyil (eğilim), düşünce, kullanış ve davranış tarzları her milletin milli kültür’ unsurlarını ‘teşkil etmektedir.’ Yani kültürlerden doğan medeniyet karakter yönünden umumi, kültür ise hususidir. Medeniyet bilme ve yapabilme, kültür takınılmış bir tavır olmaktadır. Her topluluk bir kültür sahibi olduğundan, her kültür ayrı bir topluluğu temsil ettiğinden, bir kültürün varlığı, bir milletin mevcudiyetini göstermekte bir topluluğun varlığı ise bir kültürün varlığına işaret sayılmaktadır. Yalnız milli kültürü olan bir kavim kültür bakımından yükseldikçe, medeniyet doğmaya başlar. Bunun açık örneği İslam medeniyetidir.


Kültürü Oluşturan Unsurlar

Bir milletin manevi kültür değerlerinin yekununu din, dil, sanat, edebiyat, örf ve adetler ile, düşünüş ve yaşayış tarzları meydana getirmektedir. Bu kültür değerleri milletlerin hayatında önemli bir yer tutarlar. Milletler bu tip kültür değerleri üzerinde hassasiyetle dururlar, bunları mümkün mertebe zedelemeden ve hatta geliştirerek kendinden sonraki nesillere devrederler. Çünkü millilik, orijinallik, tabiilik, canlılık gibi vasıfları olan kültürde müştereklik yani sadece yaşayan cemiyetin değil, geçmişteki ve gelecekteki cemiyetlerin de müşterek malı olma keyfiyeti ile devamlılık özelliği çok önemlidir. Eğer bir kültür toptan terk edilecek olursa veya özü bırakılacak olursa o cemiyetten, milletten eser kalmaz. Nitekim 10. asra kadar Türk kavmi olan Bulgarların, kültürleri değişince, o tarihten itibaren slavlaşmış oldukları buna açık bir misaldir. Kültürde bütün cemiyete şamil olma ve nesilden nesile intikal etme durumu da çok mühimdir. Kültür unsurlarının bozulduğu bir cemiyette çeşitli tehlikeler meydana gelir ve bunlara mukavemet çok zorlaşır. Kültürün fertler ve cemiyetler üzerin de icra ettiği hizmet hiçbir zaman inkar edilemez. ‘Zira kültür milli duyguların gelişmesini sağlayıp ferdi vatansever yapar. Bu yolla milli bütünlüğü sağlar. Böy1ece fertleri ve cemiyeti korur. Yine ‘kültür, kişinin insani meziyetlerini takviye edip fazilet ve fedakarlık aşılar. Onu namuslu ve ahlaklı yaptığı gibi şahsiyet sahibi’ kılar. Netice olarak fert ve cemiyet büyür ve sükuna kavuşur. Kültür aynı zamanda millet fertlerine uyanıklık temin eder ve bu sayede ‘millet muhtelif tehlikelerden korunmuş olur. Şu bir vakıadır ki, kültür unsurlarının terk edilmesi, ihmali veya yozlaştırılması cemiyetlerin başlarına sayısız tehlikeler açmaktadır.

Kültür, istiklal isteyen bir yapıya sahiptir. Cemiyetler, kendi topluluklarında başka bir kültürün boy gösterip gelişmesine izin vermezler ve mücadele içine girerler. Cemiyet olduğu müddetçe milli kültür mücadelesi devam eder.

Bir milletin kendine has iman (inanış) ve amelini (yaşayışını) meydana getiren din, asırlardan beri kültürün en önde gelen unsuru olmuştur. Aslında bu unsurlar bir cemiyetteki bütün ferdi hareketleri, örf ve adetleri, sanatı vs.yi tesir altına alır.

Türk kültürünün din ve imandan sonra gelen en mühim unsuru “dili”dir. Dil, gerek fert olarak insanları, gerek cemiyet ve millet olarak toplumların ses dünyaları, ifade şekilleri, konuşmaları olup, fertleri birbirine bağlayan ilk sosyal bağlardan ve ortaklıklardan sayılır. Bir milletin dili, onu diğer milletlerden ayıran en önemli unsurlardandır ve milli yapıyı meydana getiren sağlamlaştıran ve destekleyen en büyük faktör ve dayanaktır;

Bir milletin mazisini, çağlar içinde kendine has yürüyüşünü, hareketini, hayat tarzı ve tavrı teşkil eden tarih, bugünün ve geleceğin ferdlerini de birbirine bağlayan, onlar arasında kader birliğini temsil eden, milletlerin nereden gelip nereye gittiğini gösteren en önemli kültür unsurlarındandır. Millet ferdleri zaferlerle iftihar ve sevinç duyar, hezimet ve yenilgilerle de keder, üzüntü hissederler. O bakımdan tarih bir milletin sosyal akrabalık bağı sayılır.

Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe sahip pek, az millet gösterilebilir. Bütün tarihi boyunca, Türk kültüründe devlet ve hanedan milli varlığın temel direği olarak muhafaza edildi. Türk milleti, sonunda tarihi boyunca kazandığı gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Tarihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova mahiyetindedir. Teşkilatçılık, idarecilik, hakimiyet duygusu, adalet ve şefkat, vakar, yiğitlik, fedakarlık ve feragat gibi kültürümüzün bütün üstün vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir. Osmanlılar kendisini, Allah’ın kullarına hizmet etmek ve Allah’ın adını yüceltmek için kurulmuş bir devletin temsilcisi olarak görüyordu. Onun hizmetinin takdiri ve mükafatı ancak insanların hakiki sahibinden gelebilirdi. Hükümdar kanun karşısında halkının en basit fertleriyle aynı muameleye tabi tutuluyordu. İnsanlar devlet için yaşıyor, devlet için ölüyorlardı. Çünkü onlar dinle devleti aynı şey olarak görüyor, biri yıkılırsa diğerinin de mahvolacağını biliyorlardı. Ayrıca devlet onların inandıkları kültür kıymetlerini korumakla görevliydi.


Osmanlı’nın diğer toplumlarla kültür ilişkileri

Türklerin fethettikleri ülkelerde hakimiyet kurarken mevcut kültür konusundaki anlayış ve hoşgörüsünü, tarih içinde hiçbir millet göstermemiştir. Türkler, diğer milletlerin din, dil, örf ve adetlerine büyük bir müsamaha göstermişler ve onların yok olmaması için çalışmışlardır.

Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman “zorlama” yapılmamak kaydıyla kültür akışı daima gayrimüslim azınlık toplumlarına yöneliktir. Nitekim ortak yaşam süresince gayrimüslim azınlıklar Türk isimlerini kullanmışlar, kadınları Müslümanlar gibi örtünmüşler, çocuklarını devşirme vermek için heves etmişler, Osmanlı mu*****inde üstadlar çıkarmışlar, yazı sanatında hattatlar yetiştirmişlerdir. Edebiyatları Türk edebiyatının etkisinde kalarak “Aşık” tarzının mani, koşma, türkü, destan gibi şekillerini ve “bi’l-bedahe” doğaçlama atışmalarını taklit eden halk şairleri yetiştirmişlerdir. Kültür terminolojisi ile kısaca söylenirse, hakim toplum azınlık toplumları üzerinde kendisiyle ortak davranışlar oluşturabilmiş, çeşitli etnik gruplar arasında “ortak bir kültür” kurulmuş demektir. Nitekim Tanzimat Fermanı Gülhane’de okunduktan sonra hahambaşı’nın Mustafa Reşid Paşa’ya, “Biz Osmanlılar’dan sonra ikinci önemde idik, şimdi bütün gayrimüslimleri Müslümanlarla eşit yaptınız!” diyerek serzenişte bulunduğu rivayet olunur. Azınlıkların tüm davranışlarında hakim Osmanlı kültürüne benzeme isteği her vesileyle açıkça görülmektedir.

Diğer taraftan İslam kültürünün ve Batı toplumlarına karşı yüzyıllarca aralıksız yürütülmüş savaşların etkisiyle Müslüman toplum Hıristiyan kökenli yabancı kültüre özünde karşıdır. Bu bağlamda ele alınırsa Osmanlı kültürünün bir an önce Batılılaşması Avrupa devletlerinin yararınadır. O halde XIX. yüzyıldan önce başlayan Batılılaşma’nın “zorunlu bir kültür değişmesi”ne dönüşüvermesinde pek fazla şaşırtıcı bir taraf yoktur.

Üç kıtaya yayılmış koskoca bir imparatorluğun ordusuyla, memuruyla, halkıyla girişeceği giyim, kuşam, devrimlerinin, yeme, içme, eğlence gelenek ve alışkanlıklarının batılaşması Batı’ nın (özellikle giyim, kuşam, tekstil endüstrisi olmak üzere) pek çok iş kolunda yeni pazarlar oluşturması gibi dolaylı çıkarları da vardı.

Bizans’ın fethine kadar olan dönem Osmanlı Devleti’nde kendi özgün kültürü imal etmekle geçmiştir. Bu kültür esas itibariyle İslam prensiplerinin çerçevesi içinde Orta Asya’dan getirilen ve Anadolu’daki yerleşme sırasındaki törenler, pazarlar, evlenmeler gibi ilişkilerle edinilen yeni ayrıntılardan oluşur. Bu bağlamda Osmanlı toplumunun, Anadolu’da Bizans imparatorluğu ve Rumeli’ye geçişten sonra Avrupa ortalarına kadar olan sahalarda Batı kültürü karşısındaki genel davranışı, tavrı özgün bir kültür bileşiği olarak anılabilir.

İstanbul’un ve Rumeli’nin fethiyle beraber Avrupa içlerine doğru ilerlenildikçe Lale Devri’ne kadar sürecek bir “Serbest Kültür Değişmeleri” dönemi başlar. Yeni kazanılan ülkelerde bu değişmeler, ayrıntılar dışında hakim Osmanlı kültüründen yerli ahaliye yönelik olmuştur. Viyana bozgununa kadar olan tarihinde Avrupa’da yenilgi görmemiş, üç kıtada ve denizlerde yüzyıllarca rakipsiz kalmış olan, kralları tahtından indirip yerlerine hükümdarlar koyan İmparatorluğun işgal ettiği yerlerdeki davranışı elbetteki ancak hakimiyet ve üstünlük olabilirdi.


Osmanlı Kültürü ile Batı Kültürünün Karşılaştırılması

İnanç açısından İslamiyet ve Hıristiyanlık arasındaki karşıtlıkların sosyal projeksiyonları iki kültürün ana ilkelerdeki zıtlıklarını da doğurmuştur.

Kilise sanatında antik çağın iki ve üç boyutlu realist resim ve heykel sanatlarını geliştirirken, İslam inancı da biçime bağlı olmayan yazı ve tezyini sanat1arı meydana getirmiştir. Burada bir somut-soyut (müşahhas- mücerret) karşı1aşması vardır. Yine Hıristiyanlığın ebedi günah inancının etkisinde kalmış kilise mimarisinin katedralleri karanlık kasvetli, dar ve derindir. İs1am’ ın camileri ise aydınlık, yüksek geniş tutulmuştur. Burada da her iki kültürün insan anlayışındaki farklılıklar mekan ve ışıklandırma zıtlıkları biçiminde simgesel olarak görülüyor.

Taaddüd-ü zevcat (sınırlı çok eşlilik) ilkesi Osmanlı ve Batı toplumları arasındaki önemli zıtlaşmalardan biridir. Bu ilke beraberinde bazı hukuki ve ah1aki prensipleri de getirmiştir.

Diğer bir sorun olan mübarek günler, Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar için Cuma, Cumartesi ve Pazar olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bununla beraber ticaret hayatında “faiz”, ekonomide “israf” konuları iki kültür arasındaki önemli diğer karşıtlıklardandır. Faiz ve israf, önce birbirlerinin etkilerini attırırlar. İslam kültürü içinde yer alan Osmanlı kültüründe ise ne faize ne israfa, ne de sebeb oldukları risk faktörü ve acımasız rekabete ya da piyango, lotarya gibi haksız kazanç çeşitleriyle bağıntılı diğer kavramlara yer yoktur.

Osmanlı mimarlığında “iç mekan ve dış mekan” ayrımı, ya da bir anlamda “aile içi dünya ile dış dünya” veya ben-biz ve başkaları” kavramları esastır. Dış dünya ile iç mekanın ayrıldığı yer olan dış kapıda ayakkabı çıkarılmadan evlere girilmez. Dışa açık pencerelerde içeriden dışarıya ve tersi yönde bakışlara göre özel düzenlemeler yapılmıştır. Bahçe duvarları yüksek tutulmuş, selamlık bölümleri ayrılmıştır.

Osmanlılar (ve tüm Müslümanlar) suyu vücutlarının üzerinden akıtarak yıkanırlar. Batılılar ise banyo küvetlerinde, lavabolar ve leğenlerdeki durgun suyun içinde yıkanırlar. Yıkanma kültüründeki bu karşıtlık gerek mesken, gerekse çarşı hamamlarının inşasında farklı mimari oluşturmuştur.

Okuma ve yazma kültüründe Osmanlılar için okumak önceliklidir. Çünkü ilk emir “oku”dur ve Kur’an’ ın okunması mecburiyeti vardır. Çünkü Kur’an bütün hukuk ve ahlak sisteminin, toplum ilişkilerinin karşı çıkılamaz ve değiştirilemez tek düzenleyicisidir. Kur’an okumanın yazılı metin üzerinden olması şart değildir. Ezberden de okunabilir. Ancak okunan metnin aynen ve hatasız tekrarlanması önemlidir. Bu nedenle bilgili insana “okumuş adam , yani okumasını bilen adam” denir. Yazı ise kanıtlamak için esastır. Ama yazısı bulunmayan, fakat ezberden okunan bir metnin geçerliliğinin kanıtlanması, onu aynen tekrarlayan en az iki kişinin bulunmasıyla da mümkündür.

Halbuki Batı kültüründe yazı önceliklidir. Okuma sonra gelir. Bilgili insana “yazı ile iletişim kurabilen, yazı yazabilen” anlamında “lettre”, cahile de tam karşıtı olan “illettre, illeterate” derler.

Osmanlı yazısı sağdan sola, yani kağıdın boş ve görünen kısmına doğru kalemi çekerek, el titremeden yazılabildiği halde, Batılılar soldan sağa doğru ve görüşe kapalı bir alana doğru kalemi iterek yazarlar.

Batı’da bir metindeki önemli kelimelerin altı, Osmanlılar‘da ise üstü çizilir. Kitapları Batılılar kitaplık raflarına dikine Osmanlılar yatırarak dizmişler ve böylece sayfaların zamanla kendi ağırlıklarını taşıyamayarak buruşmalarını, aralarına toz, rutubet ve zararlıların girmesini önlemişlerdir. Askeri birlikler Osmanlılar’da sağ, Batıda sol ayakla yürüyüşe başlarlar.

İslam ve Hıristiyanlık arasındaki inanca bağlı olanlar dışında, toplumların günlük hayatını ve dünya görüşünü etkileyen uyuşmazlıklar kültürler arasındaki serbest değişimi etkilerler.

Batılılar “Güneş” takvimi, Osmanlılar ise “Ay takvimi” kullanırlar. Batı takvimlerinin başlangıcı Hz. İsa’nın veladetini, Müslümanlarınki “Hicret”i esas alır. Batı takvimlerindeki aylar yıl içinde sabit, Osmanlılar’da devingendir. Osmanlılar’da her yeni gün güneşin batışı ile Batı’da gece yarısından itibaren başlar.

Osmanlı kültürünün dönemleri

Osmanlılar uzun bir göç yolculuğundan sonra geldikleri yerleşim bölgesinde yerli halk üzerine kendi hakim kültürlerinin damgasını basmışlardır. Ancak kültürler de tıpkı canlı organizmalar gibi, değişen şartlara göre yıpranan bölümlerini yenilerler. Genel bir ilke olarak maddesel kültür değişiklikleri Osmanlı toplumunu zaman içinde kabul etmesine karşılık manevi kültür sahasında aynı şeyi yaptığı söylenemez. Bu durumda Osmanlı tarihini kültür aktarmaları açısından ele alırsak serbest ve zorunlu kültür değişimleri dönemleri bulunduğu görülür.

Şematik olarak:

1. “Klasik Dönem”,
2. “Serbest Kültür Değişmeleri Dönemi, (Lale Devri’ne kadarki dönem),
3. “Geçiş Dönemi”, (Lale Devri ile 111. Selim Dönemi arası),
4. “Zorunlu Kültür Değişmeleri Dönemi:
a.Sultan II. Mahmud Dönemi,
b. Tanzimat Fermanı Dönemi,
c.Islahat Fermanı Dönemi,
d. 1. Meşrutiyet Dönemi,
e. II. Meşrutiyet Dönemi ve sonrası gibi bölümlemelere ayrılabilir.

Bununla beraber kültür aktarmalarında en önemli etken, temasın sıklığı, uzun ve devamlı olmasından daha çok, Osmanlı toplumunun kültürünün kendisine verilmek istenen yabancı kültür unsurlarına karşı takındığı tavırlar olmuştur. Zira güdümlü ya da zorunlu değişmelerde bile yabancı kültür bir bütün olarak empoze edilemeyeceğinden, II. Mahmud ve sonrasındaki devrimci yöneticilerin temel sorunu, kabul ettirilmek istenen unsurları doğru seçememek ve unsurlar arasındaki ilişkileri dikkate alamamak olmuştur. Osmanlı kültürünün yıpranması açısından ithal edilen yeni unsurların en önemli zararları, kendilerinin topluma ters gelen varlıklarından ziyade, işleyen unsurların fonksiyonunu engellemiş olmalarıdır.


Osmanlı kültürünün geleneksel unsurları

I-Töre ve törenler:

1289’da Selçuklu Sultanı II. Mesud Osman Bey’e tuğ, alem, kılıç ve gümüş takımlı at ve“berat” göndererek Söğüt ile Eskişehir’in bulunduğu bölgeyi Osmanlı Beyliği’ne verdi. Osman Bey kendisine verilen bu beratı gereken törenle okuttu. Artık bir uç beyliği kurulmuş oluyordu.

Aradan geçen 10 yıl içinde Anadolu’yu yakıp yıkan ve ağır vergiler koyan Moğollar’ ın önünden kaçanlarla onlara bağlanmak istemeyen Türkmen boy ve ulusları da beyleriyle beraber Osman Bey’e bağlandılar. Herkes Oğuz Han töresine göre yapılan bir törenle birer birer Osman Bey’in önünde diz çökerek onun verdiği kımızı içtiler ve sadakat yemini ettiler. Kayı boyu bu yeni katılmalarla iyice büyüdü. 1299 yılında Osman Bey bağımsızlığını ilan ederek fiilen ve hukuken Osmanlı Devleti’ni kurdu.

6 yüzyıl sürecek olan Osmanlı. kültürünün de mayası böylece bir yandan Şeriat, diğer yandan örfe uygun biçimdeki bu törenlerle atılmış oluyordu. Daha sonra Şeriat’ın zarfı içindeki örfe dayanan bu anlayış devletin düzenini sağlayacak ve toplumun kültürünü yönlendirecek ve hukuk sisteminin de esasını meydana getirecekti.

Bilindiği gibi “töre” toplumda yerleşmiş örf, adet, ahlak ve davranış biçimlerinin tümüdür. Bu nedenle günümüzde bile hukukun tamamlayıcı kaynaklarındandır. Uygulanmaların vazgeçilmez ve zorunlu olduğu inancından doğan töreler toplum düzeninin manevi bir unsuru olmuşlardır.

Törenler ise toplum hayatında önemi olan olayları ve günleri anmak, kutlamak, bayram tebrikatı, cüluslar, kabuller için yapılan toplantılardır. Katılanların ve görevlilerin yerlerini ve yapacakları işleri belirleyen kesin tören kuralları vardır. Nitekim Türkmen beylerinin Osman Bey’e biat etmeleri sırasında hem töreler, hem de tören kurallarının gerektiği gibi uygulandığı anlaşılıyor.

“Biat”, kabul ve tasdik muamelesine verilen addır. “Biat etmek” ise birinin hakimiyetini kabul etmektir. Osmanlılar’da her Padişahın cülusunda bu maksatla “biat törenleri” yapılması gelenek olmuştur. Törenler devletin kudreti ile orantılı biçimde görkemli yapılmıştır.

Gerek Divan-ı hümayün’da ve gerekse Bab-ı asafi’de (Paşakapısı’nda) yapılan törenlerin kesin kuralları vardı. Nitekim Kanüni Sultan Süleyman zamanında saray merasimini, bütün törenlerin kurallarını bilen, yöneten ve uygulayan “teşrifatçılık” mesleği kurulmuş ve bu makam Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar önemini korumuştur. Osmanlı Devleti’ndeki törenleri asil olanlar, dönüşümlü tekrarl******r ve zuhuruna bağlı yapılanlar biçiminde sınıflandırmak mümkündür.


1.Asli törenler
a. Cülüs (ya da Biat) Merasimi
b. Hil’at-ı umümi

II. Mu’tad (Periyodik) törenler
a.Mevlid-i Şerif Okunması
b.Hırka-i şerif ziyareti
c.Surre-i hümayun alayı
d.Hacıların dönüş haberinin gelmesi
e.Padişah ve Sadrazamla muayede törenleri (ramazan ayı törenleri)
f.Divan-ı hümayun toplantı törenleri
g.Ulufe dağıtım törenleri
h.Donanmanın sefere çıkış törenleri

III. Gerektiğinde yapılan törenler
a.Donanmanın dönüşü törenleri
b.Hanedan-ı ali Osman’ın cenaze törenleri
c.Elçilerim kabulü törenleri


II. Osmanlı Hukuku

Osmanlı hukuk sisteminin tek yöneticisi ve denetleyicisi Şer’i hukuktur. “Padişahi hukuk” ya da örfi hukuk kamu düzenini ve yönetimi sağlar, ancak hükümleri Şer’i hukukun dışına çıkamaz ve kurallarına karşı olamaz. Kısaca söylenirse örfi Osmanlı hukuku Şer’i hukukun vesayeti altındadır.

Diğer taraftan Şer’i ve örfi hukukların dışında, ama onlara karşı olmamak üzere geçerli ve her biri birer küçük sistem olan hukuk düzenleri vardır. Gayrimüslim cemaatlerin kendi dini ve şahsi hukukları, yeni fethedilen ülkelerin (geçerliliğine izin verilen) eski hukukları böyledir. Bir ayrıcalık olarak kapitülasyonlar hukuku da örfi hukukun kurallarına ve denetimine tabi olarak oluşmuş özel bir hukuktur.

İlke olarak Padişahın herhangi bir konudaki emirleri, istekleri kanun sayılır. Ancak bu kanunlar eğer ferman biçiminde değillerse, Sadrazamın telhislerine yazılmış bir kelime, bir cümle ya da çok kısa “Hatt-ı şerif”ler den ibarettirler. Çağdaş terminoloji ile “özel yasalar”, “kanun kuvvetinde kararnameler” hükmündedirler.

Ancak genel kanunlar devletin araştırma ve istihbaratına dayanan ve teknik bilgilere göre “Divan-ı Hümayun”da tartışmalı olarak hazırlanır, nişancılar tarafından usulüne uygun olarak kaleme alınır. Divan kaleminde son şeklini aldıktan sonra Sadrazam başkanlığında vezirler, kazaskerler ve diğer divan üyeleri tarafından Padişaha arz edilir. Padişah tarafından işaretlenen bazı bölümleri üzerinde çalışılıp yeniden arza çıkılır. Son biçimiyle onaylandıktan sonra “mühimme” defterlerine kaydolunup yürürlüğe girer ve bir “ferman, hüküm, buyruldu, kanunname, adaletname olarak uygulanmak üzere ait olduğu beylerbeyi, sancakbeyi veya kadılara gönderilir.

Bütün Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca Osmanlı Devleti’nin belki de yegane “hukuk devleti” olduğu noktasında yabancı araştırmacılar bile birleşmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde “Kanun-i Esasi” yalnız dini meseleler için değil, bireysel ve toplumsal insan davranışlarının düzenlenmesinde mutlak kudret olan “Kur’an”dır. Padişahın bugünkü anlamıyla “özel olarak çıkarılan kanunlar” hükmündekj istekleri, emirleri, fermanları, iradeleri, buyrulduları, hükümleri Şeriate aykırı olamazdı. Genel ve sistematik kanunlar ise «Divan-i Hümayun”da Padişahın vekili olan Sadrazam, özellikle kazaskerler ve diğer divan erkanı tarafından şeriate uygunluğu tartışılarak hazırlanıyordu.

Osmanlı devlet teşkilatında Şer’i işler “kaza” ve “ifta” olarak ikiye ayrılmıştır. İfta (fetva vermek) Şer’i sorunların çözümlenmesi, “kaza” da uygulanması anlamında kullanılmıştır. Şeyhülislam devletin ifta müessesesinin ve ilmiyye teşkilatının başıdır. Kazanın başı ise ilmiyye ricalinden olan Anadolu ve Rumeli kazaskerleridir.

Kadı’nın yetkisi tayin olduğu kaza içinde geçerlidir. Kadılar doğrudan kazaskerlere bağlıdırlar ve memuriyetleri süresince kazalar arasında dolaşırlar.

Kadıların hukukla ilgili asli görevleri tayin oldukları kazalarda (çağdaş terminolojiyle) hukuk, asliye ve ceza davalarına bakmak, kamu hukukunu korumaktır.

Önemli bir görevleri de (günümüzdeki anlamında) noterlik hizmetleridir. Kefa1et, vekalet, mukavele, borçlanma, vasiyet, senet gibi her tür akitleri kadı (veya naibler) yapar ve bunlar tutanak biçiminde sicil defterlerine yazılırdı.

Diğer taraftan kadı (ve naiblerin) en önemli görevlerinden biri de bulundukları şehir ve kasabaların belediye işlerine bakmaktır. Kadıların bu hizmetleri 1855 yılına kadar sürmüştür.

Narhların tanzimi ve sık sık denetlenmesi, esnafın teftiş edilmesi, ihtikar ve istifçiliğin önlenmesi, yolların gidip gelenlere açık ve salim tutulması, kaldırımların onarılmaları, “mail-i inhidam” binaların yıktırılması, talebelere zulmeden mubassır ve hocaların takib edilmeleri, hamalların ve yük hayvanlarının fazla yükletilmemeleri gibi beledi hizmetleri “ayak-naibleri, pazarbaşılar ve muhtesibler” aracılığıyla yürütürler, esnaf loncalarının kethüdalarını esnafın istekleri doğrultusunda tayin ve azlederler, lonca teşkilatının sağlıklı yaşamasına çalışırlardı.

Çok sorumluluk gerektiren yükümlülüklerinden biri de sefer sırasında ordunun iaşe, barut ve diğer mühimmatının hazırlatılması, bunlara ait bedellerin, sonradan hesap görülmek üzere mültezimlere ödettirilmesi, ordunun menzil işlerinin düzenlenmesi, seferden kaçanların cezalandırılmasıdır.

Bütün bu hizmetlerin aksatılmadan yürütülmesi için merkezde oturan kadılar kendilerine bağlı kasabalara naibler tayin etmeğe yetkili idiler


III. Vakıflar

Ortak bilinç ve ortak vicdan her kültür ve hatta her toplumda farklı olmakla birlikte bütün medeniyetlerde insanlara karşılıksız hizmet etmek düşüncesine yönelik kuruluşlar, kurumlar vardır.

İslam toplumlarında sistemli “karşılıksız hizmet” “Vakıf’ müessesesi ile sağlanır. İslam hukukuna göre vakıf, “Yararları insanlara ait olmak üzere Allah’a adanan ve zaman süresi ile tahdid edilmeksizin temlik ve temellükten habs ve men’ edilen mal”dır.

Osmanlı Padişahları başta olmak üzere Sadrazamlar, devlet ricali ve ümera ile diğer varlıklı kişiler vakfetmişlerdir. Çünkü bir Müslümanın “sevab defteri” devam eden bir hayır bıraktığı takdirde ölümünden sonra da kapanmaz. Vakıf ise nassın koruması altına alınmış “ebedi” bir hayırdır.

Diğer taraftan vakıfların Osmanlı şehirlerinin oluşumunda da önemli katkıları vardır. Şehir merkezleri genellikle vakıf bir külliyenin çevresinde kurulmuşlardır. Vakıflarının adıyla anılan mahalleler ise genellikle cami, mescid, hamam veya çeşmelerin etrafında oluşmuştur.

Vakıflar yalnız ibadet, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi toplumsal temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden özele doğru insanların toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, mektep çocuklarının gezdirilmeleri, fakir kızlara çeyiz temini, zayıf hayvanların otlayıp beslenmeleri için çayırlar gibi akla gelebilen tüm ihtiyaçlarını gidermeyi, sıkıntılarını hafifletmeyi hedefler. Bu tür sel, yangın, hastalık, fakirlik, vergi borçları gibi zarüretlenin giderilmesi, acizlerin doyurulup giydirilmesi, tedavi edilmeleri, iş yapacaklara sermaye bulunması, borçtan mahkum olanların borçlarının ödenmesi için “avarız vakıfları” olarak bilinen bir vakıf kategorisi vardır. Yalnız İstanbul’daki imaretlerde günde 30.000 kişiye parasız yemek veriliyordu.

Vakıfların bu karşılıksız yardıma yönelik hizmetleri toplumun psikososyal yapısı üzerinde devletin lehine olumlu etkileri olmuştur. XVIII. yüzyılın sonlarında vakıf gelirlerinin tüm devlet gelirlerinin hemen hemen yarısı, tımar ve zeamet gelirlerinin ise vakıf gelirlerinin yarısından az olduğu göz önüne alınırsa, geleneksel kültürümüzde Osmanlı yönetiminin halka yaklaşışının neden “devlet baba” olarak yorumlandığı daha açık anlaşılacaktır.


IV. Eğitim kurumları

A-Herkese açık “düzensiz öğrenim”

a. İlk öğrenim: Aile içinde veya mahalle mekteplerinde okuma, yazma, hıfz ve hüsn-i hat öğretilirdi. Her ikisi de daha üst bir öğrenime başlamak için yeterli sayılırdı.
Halk arasında genellikle kargir yapıldıkları için “Taş Mekteb” olarak anılan Sibyan mektebleri, Padişahlar, devlet erkanı ve hayır sahipleri tarafından cami, medrese, imaret ve çeşmelerin çevresinde yaptırılmışlardır. Hayrat olduklarından fakir çocuklarının yiyecek ve giyeceklerini sağlamak için vakıfları da vardır.

Sıbyan mekteplerinde çağdaş pedagojide daha henüz önerilen bazı yeni ilkelerin benzerleri yüzyıllarca uygulanmıştır. Şöyle ki; mahalle mekteplerine başlamak için belirli bir yaş gerekli değildir. Ana ve babalar kendi çocuklarının yeterli olgunluğa geldiklerine inandıklarında okula başlatırlardı. Bu da çağımız pedagojisindeki her çocuğun psikolojik ve fizyolojik yaşlarının farklı oldukları görüşüyle uyuşmaktadır. Ayrıca senenin herhangi bir ayında okula başlanabilirdi.

Yine çağdaş görüşe göre ilk öğrenimde önemli olan verilen bilgiler değil, bu bilginin öğrenme yeteneğinin çocuklara kazandırılmasıdır. Bunun iki önemli faktörü çocuğun hafıza ve taklit kabiliyetinin geliştirilmesidir. Kur’an’ın kısa sureleri ve dini bilgiler ezberletilerek ve hat örneklerinden kopyalar yaptırılarak çocuğun bu iki yeteneği geliştirilmiştir. Sıbyan mekteplerinde okuma ve ezberleme melodik diziler biçimine getirilmişti ve çocuklar sallanarak hep birlikte bu ritme katılıyorlardı. Bu da çağdaş eğitim tekniklerine göre düşünülürse müzik ve hareketin yarattığı ritm duygusundan yararlanmaktır.

b. Cami dersleri: Bu dersler Sibyan mektebi tahsilinin bir devamı gibiydi. Sabah namazından çarşı, pazar ve dairelerin açılacağı zamana kadar devam ederdi. Ulemadan bir müderris tarafından ilmihal, risale-i ahlak, Arapça ve Farsça (sarf, nahiv ve lugat) öğretilirdi.

c. Din öğrenimi: Camilerde müderris, imam ve hatipler din ilmi, tekke ve zaviyelerde de şeyhler ve tarikat erbabı ile birlikte tasavvufi bilgiler öğretilirdi.

d. Meslek öğrenimi:

1. Sanat öğretimi: Esnaf babadan oğula veya esnaf loncalanında, gedikli esnaf arasında, acemi oğlan ve yeniçeri ocaklarında, tersanelerde, tophanelerde ustadan çırağa aktarma yöntemiyle yapılırdı. Hatta bu nedenle mahalle mektepleri öğleye kadar öğretim yaparlar, öğleden sonra çocuklar babalarının ya da ustalarının yanında sanat öğrenirlerdi. Sanatı öğrenmiş çıraklar ustası da dahil olmak üzere, o sanatın tanınmış adamları huzurunda sınava sokulur, başaranlara törenle “peştemal” kuşatılırdı. Hat sanatında başarılı olanlara icazetname verilirdi.

2. Devlet memuru adaylığı (kalem şakirdliği): Okuma-yazma Öğrenmiş ve adab bilen gençler devlet dairelerinin kalemlerine “şakirdan” kaydolunur, yaşlı mümeyyizlerce kendilerine yabancı dil ve edebiyat öğretilirdi. Kalem bir anlamda günümüzdeki devlet dairesi karşılığına gelebilir. Ama yalnız devlet işlerinin görüldüğü yer olmakla kalmamış, tarihçi, vak’anüvis, riyaziyyeci, şair, mütefennin, hattat, müzehhib, bestekar, minyatür ressamı gibi Osmanlı kültürünün banilerinin yetiştiği okullar olmuşlardır.

Kaleme yeni girene “şakird, talebe, yamak, çırak” denilir ve yaşlı ve tecrübeli bir “mürebbi katib”in öğretiminde hüsn-i hat (güzel yazı) ve mesleki bilgilerle beraber devrin değerli eserlerini tanıması sağlanır, şiire yatkın ise teşvik ve yardım edilir, edebiyat kuralları gösterilirdi. Şakirde (ya da talebeye) Arapça ve Farsça (son dönemlerde Fransızca da) öğretilirdi. Bütün bu çalışmalarda yeterli sayılmadan önce kendisi aylığa geçirilmezdi. Böylece şakird kişiliğini bulunca kendisine bir de “mahlas” (takma ad) verilirdi. Devlet adamlarımızın ve divan şairlerimizin çoğunun bilinen isim ve mahlasları kalemlerde verilenlerdir. “Kalem efendisi” asil devlet memurunun ünvanı idi.


B.Tanzimat öncesinde düzenli öğrenim

Yüksek tahsil veren medreselerde, Saray ve Enderun mektepleninde yapılırdı.“Hazırlık Sarayları” denilen orta dereceli mektepler “Galata Sarayı”, Eski Saray (Bayezid’de), Ibrahim Paşa Sarayı (Sultanahmet’te), İskender Çelebi Sarayı (Küçükçekmece’de) ve Edirne Sarayı’dır. Bu kurumların öğrencilerine “içoğlanı” denilirdi. Önceleri yalnız devşirmelerden alınırken sonraları Müslüman çocukları da kabul edildiler. İçoğlanları daha mektepte memuriyete başlıyorlar, iş, öğrenim ve stajı birlikte yürütüyorlardı.

Hazırlık saraylarındaki eğitim ve öğrenimde başarılı olanlar “çıkma” denilen yöntemle ihtiyaca göre devlet adamı veya sanatkar yetiştirmek için eğitim ve öğrenim görmek, hem de çeşitli hizmetlerde bulunmak üzere Enderun mektebine “gılaman-ı Enderun” veya “içoğlanı” olarak alınırlardı.

Gerek Sıbyan mekteblerinde, gerekse kalemlerde ve gerekse medreseler ve Enderun mektebinde genç öğrencilerin eğitim ve öğrenimi yaşlı ve tecrübeli kişilerin ellerine bırakılmıştı. Tanzimat sonrasında öğrenim Batı modeline uygun olarak “ibtidai, Rüşdiyye, idadi, Mekteb-i ali ve Darul-fünün” dizini içinde yapılmıştır.


V.Halk Sağlığı

Osmanlılar’da hastahane olarak hizmet eden kurumlar darü’ş-şifa, bimarhane, darü’t-tıb gibi isimlerle anılmışlardır. Bunların en önemli iki özelliği vakıf kuruluşları olmaları ve hastahane hizmetleriyle birlikte buralarda usta-çırak eğitimiyle tabib yetiştirilmesiydi.

Vakıf olmaları, Osmanlı toplumunda sağlık hizmetlerinin parasız yapıldığı anlamını da beraberinde getirir. Günümüzdeki “parasız” kavramı dışında hastaların evlerine dönüş paraları da kendilerine verilirdi. Bu nedenle darüşşifalar hastaların ve tabiblerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılayacak mimari bir kompleks biçiminde yapılırdı. Külliye denilen bu manzume içinde cami, medrese, imaret, hamam ve misafirhane bulunurdu. Böylece hastaların yedirilmesi, giriş ve çıkışlarında misafir edilmeleri, dini ihtiyaçları ve asistan doktorların barınacakları ve ders görecekleri mahaller temin edilmiş olmaktaydı.

Mesela Fatih külliyyesinde cami, imaret, bimarhane, darüşşifa, 16 adet medrese, misafirhane, imarethane, sıbyan mektebi, hamam ve muvakkithaneler vardır.

Bu medreselerin her birinde bir mescid, bir dershane (darülhadis) ve 19 oda vardı. Bunların 15 adedi her birinde 2 kişi kalmak üzere talebe, 2 adedi muid (asistan), diğer 2’si de hizmetliler içindir.

Haftada 4 gün tıb öğrenimi yapılmakta ve müderrislere 50, muridlere 5 ve talebeye 2 akçe yevmiye verilmektedir.

“Yabancı seyyahların notlarına göre XVI. yüzyıl sonlarında İstanbul’da herbiri 150 ila 300 hasta alabilen 119 hastahane bulunmaktaydı.

Diğer taraftan akıl ve ruh hastaları için müzikle tedavi yapılan bimarhaneler, cüzzam gibi o dönemlerdeki çaresiz bir hastalık için de cüzzamhaneler açılmıştır.

Medrese mimarisinde olduğu gibi, hastalara kapı ve pencereleri iç bahçeye açılan ocaklı odalar verilmektedir. Evli, bekar ve kadın hastalar ayrılmışlardır. Mescidi, hamamı ve çamaşırhanesi vardır. İmam ve diğer görevlilerin maaşları, hastaların giydirilip doyurulmaları kadı tarafından tayin olunan mütevelli vasıtasıyla vakıf gelirlerinden sağlanmaktadır.

Parasız tedavi yapılan hastahanelerde hem hekimler, hem de hastalar arasında müslim, gayrimüslim ayırımı yapılmıyordu. Ancak, yalnız kadınları kabul eden hastahaneler vardı.

Diğer taraftan serbest hekimler eczacılık da yaparlardı. Bunların muayenehanelerine “tıbbi dükkan” denilirdi. Cerrah ve kehhallerin (göz hekimleri) de dükkanları vardı. Bu dükkanlarda tedavi ve ilaç bileşimleri hakkında yazma tıb kitapları, ilaç yapımında kullanılan maddeler ve tıbbi aletler bulunmaktadır.

Bir hekim dükkan açma izni almak için önce “hekimbaşı”ya başvururdu. Hekimbaşı hekimin yetkili olup olmadığını inceledikten sonra bunlara bir senetle resmi ruhsat verilirdi.


VI. Şehirler

Osmanlı şehirlerinin etrafında, çevresinde genellikle bağlar, bostanlar, bahçeler bulunurdu.
Osmanlı yol sistemi Rumeli ve Anadolu’da çağdaş kavramıyla devlet yolu, hatta enternasyonal şebekeye bağlı yol anlamında Sağ, Orta ve Sol Kol olmak üzere askeri üçer ana kol ve buna bağlı ticari maksatla tali yollardan oluşmuştur. Bu yolların bir bölümü limanlarla sonuçlanan deniz taşımacılığı sistemine bağlanırlar. Gerek yollar ve menziller üzerinde ve gerekse limanlarda şehirler ve kasabalar dizilmiştir.

Diğer taraftan üretim türleri farklı olan dağ ve ova köyleri ve bölgedeki kasabalar arasında çeşitli mübadelenin (değişimin) yapıldığı pazar yerleri şehirlerdir.

Çevreyle ilişkileri ve yol üzerindeki durumlarına göre hanlar, kervansaraylar gibi çeşitli konaklama tesisleri yapılmıştır.

İslam ve Osmanlı kültüründe kudret ve ihtişam ancak beka sahibi olan Allah’a mahsustur. Beka kavramı ise dünya malları içinde yalnızca vakfedilen mallara izafe edilebilir. Çünki “vakfedenin şartları, Kur’an’ın ayetleri gibidir”, yani baki kalacaktır. Bu nedenle yalnız vakıfların cami, medrese, darüşşifa, medrese, hamam, kervansaray, han, sebil, çeşme gibi hayrat yapılan taş olarak yapılır ve kalıcı özelliklere sahiptir. Bunlar dışında kalan yapılar insani boyutlanın samimiyeti içinde fanilikleri kabullenmişlerdir.

Osmanlı Padişahının yüzyıllarca içinde oturduğu Topkapı Sarayı bile gerekli görülen küçük ek yapılaşmalarla bugünkü şeklini almıştır.

Ancak Tanzimat sonrasında şehirlerin görünümü değişmeye başlamış, Padişah sarayları devletin kudretini gösterme, zenginlerin köşk ve konakları ise birbirleriyle daha görkemli olma yarışına girmişlerdir.


VII. Şehir hayatı

a.Mahalle ortamı

Mahalle tabirini önce Araplar “konaklanan yer” anlamında kullanmışlardır. Türklere deyim ve teşkilat olarak Araplardan geçmiştir. Ancak Osmanlı kültüründe birey için “mahalle”, ailesinden sonra gelen ilk topluluktur. Mahalle sakinleri arasında hemşehrilikten daha kuvvetli, adeta akrabalık derecesinde dayanışma vardı.Herkes birbirinin komşuluk hukukuna saygı gösterirdi. Bu nedenle yapıların manzara cepheleri birbirlerinin görünümünü etkilemeyecek biçimde içerlek yapılırdı.

Mahalle içinde en önemli kurum “avarız vakfı ve avarız sandığı”dır. Avarız sandıklarının sermayesi bir hayır sahibi tarafından ya da esnaf ve mahalleli arasında para toplanarak kurulan ve mahalle halkının bağışları ve adaklarıyla yaşayan avarız vakfı”dır. Hastalık dolayısıyla acze düşenlere, fakir cenazelerinin kaldırılması, cami, mescid, taş mektep ve kaldırımların bakım ve tamiri, imam, müezzin ve muallim ücretleri ve diğer avarız vergileri bu vakfın gelirleriyle karşılanırdı. Vakfın yöneticisi mahallenin ileri gelenleri arasından seçilir, kadı siciline kayıt edildikten sonra padişahın beratı ile görevine resmen başlardı.

Her mahallenin bir kabadayısı vardı. Bunlar ağırbaşlı, kötülükten kaçınan, mahallenin kadınlarını, kızlarını külhanbeyi, bıçkın ve çapkınların takılmalarından koruyan, genç erkek çocuklarının kahve, meyhane, kumarhane gibi yerlere gitmesini önleyen, tulumba takımlarında reis veya ağalık yapan kişilerdi. Mahallenin varlıklı ve önde gelen kişileri kabadayılar korur, kollardı.

Ancak Tanzimat’tan sonra Batılılaşma hareketinin, sanayileşme ve ticaretin gelişmesi, kapalı ev ekonomisinin önemini yitirmesi, üretim imkanlarının ev dışına çıkmasıyla aile biçiminin değişmesi, yeni eğlence biçimlerinin ortaya çıkması gibi çeşitli ekonomik, kültürel ve toplumsal faktörler mahalle sakinlerini dışarı yönelterek mahalle içinde kurulmuş olan birliği bozmuş, komşuluk ilişkilerini zayıflatmıştır.


b.Ev hayatı

Evler çoğunlukla iki katlıdır. Genellikle aynı çatı altında haremlik ve selamlık olarak bölünmüşlerdir. Her iki kısmın arasında bazı küçük eşyayı dönerek diğer tarafa ulaştıran bir “dolab” bulunur. Eğer ayrı binalar varsa ikisi aralarındaki bir koridorla binleşir. Haremlik kısmında “büyük hanım”ın (kayınvalide, büyük anne) odası baş odadır.
İkametgahlar sahiplerinin varlığına göre çeşitli büyüklükte olurlar. Zengin evlerine “konak, köşk, yalı” denilirdi. Bunların ayrı kubbeli, zeminden ısıtmalı çarşı hamamı gibi hamamları vardır. Hizmetçi, uşaklar, ayvaz ve aşcı için ayrılmış odalar bulunurdu. Yemek kokulanı ve çeşitli gürültüler duyulmaması için mutfaklar bahçede yapılmışlardır.

Orta sınıf halkın ev hayatında ise mutfağın önemi büyüktür. Çünkü Osmanlı düzeninde kadının otorite olduğu ve ömrünün önemli bölümünün geçtiği yerdir. Başka bir deyişle erkek evin ihtiyaçlarını sağlar. Bu mücadelesi sırasında toplumun kültürünün oluşmasına, yenilenmesine kendi ölçüsün de katkıda bulunur. Kadın ise bu ihtiyaç maddelerini, kullanılabilecek ve kilerde saklanabilecek duruma getirin. Türk mutfağının çeşitli yemeklerini, tatlılarını hazırlar. Bunu yaparken de kendi birikimini yada kültür değerlerini yeni yetişen yavrularına aktarır. Kadınla erkek arasında bir iş bölümü yapılmıştır. Erkek yalnız kadının isteyeceği malzemeyi temin etmeyi düşünür ve gerisine karışmaz.

Yemek evin ve ailenin durumuna göre odada, sofada veya mutfakta yenir. Cevizden sofra iskemlesi üzerine “meydan sinisi” denilen büyük bakır sini, onun da üstüne işlemeli beyaz “sini örtüsü” örtülür. Ortaya yemek kaplarını koymak için bir nihale yerleştirilir. Önce parlatılmış sarı leğen ve ibrikle eller mis sabunuyla yıkanırdı. Sofraya büyükler oturduktan sonra oturulur, yemeğe önce onlar başlardı. Ekmek lokması ya da tabaklarda artık bırakılmazdı. Yemekten sonra eller yine ibrik ve leğen kullanılarak sabunla yıkanırdı.

Yatma vakti gelince yüklüklerden çıkarılan döşek, yastık ve yorganlarla yapılan yer yataklarında yatılır, ertesi sabah bu malzeme tekrar yerine konulurdu. Böylece Osmanlı mimarisinin fonksiyon şemasında yemek ve yatma mekanları değişken bir kavram oluşturur ve serbest alan oranı büyür. Osmanlı kadınının bir sorumluluğu da kız evladı doğan doğmaz çeyiz hazırlıklarına başlamasıdır. Bir kızın çeyizi ne kadar fazla olursa o kadar şereflenirlerdi.


Klasik kültürümüzde büyük ailenin bayram, kutsal günler, nişan, kına gecesi, çeyiz alayı, düğün gibi genel görüşme sebepleri vardır. Ayrıca özellikle akşam yemekleri ailenin bir mekanda toplanma nedenidir.


c. Gündelik hayat

Osmanlı ülkesinde (bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi) gün sabah ezanıyla başlar, akşam ezanıyla biter. Esnaf için çalışma saatleri tahdidi yoktur. Dükkan ve atölyelerde gün ışığı esas alınmıştır. Böylece yılın değişik zamanlarında günlük çalışma süreleri değişiktir. Öğle ve ikindi ezanları da hem zamanın tayini ve hem de camiye veya en yakın mescide gidiş, geliş ve cemaatle görüşme nedeniyle doğal bir dinlenme arası olmaktadır. Mücevveze, selimi, kallavi, perişani, abadi, katibi, azami, nu’mani vb. isimleniyle bilinen çeşitli başlıklar kullanılmaktadır. Ayaklara pabuç, çedik, (kadınlara) başmak, çizme, mest, lapçin, tenlik giyilirdi. Çeşitli renkleri vardı. En çok sarı ve siyah renkler kullanılırdı. Resmi pabuçlar kırmızı ve sarı idi. Sofiye sarı mest pabuç giyerdi. Yeniçeri zabitleri sarı, neferleri kırmızı pabuç giyerlerdi. Gayrimüslimler kırmızı, menekşe rengi ve siyah giyebilirlerdi. Tanzimat’tan sonra fotin kundura giyildi.

Evin dışında yenen yemekler cins ve miktar olarak sınırlıydı. Genellikle evde ailesiyle birlikte yenen yemeklere önem verilirdi. Öğle yemekleri ya evden “sefer tasları” ile getirilir, ya da dışarda başcı, işkembeci, muhallebici, belirli türde ızgaralar yapan köfteci, kebapçı dükkanlarında taam, yahut çörek, gevrek, simit, kurabiye yapan fırınlardan, helva, baklava, lokma, gözleme, börek yapan tatlıcılardan tedarik edilerek geçiştirilirdi. Osmanlı günlük yaşayışında “restaurant” turu içkili, içkisiz, sazlı lokantaların ortaya çıkışı eski dönemlere gitmez. Halkın gıdalanması belirli türde hazırlanmış yiyeceklerle olurdu. Osmanlı mutfağı profesyonel ahçılann imal ettikleri bir yemek sanayii olmayıp milyonlarca evde denenmiş ortak bir zevkin ürünüdürler. Bu nedenle bütün ailenin sofra edeb ve erkanı içinde buluştukları akşam yemeklerinin özel önemi ve fonksiyonu vardır.


d.Eğlence

Geleneksel Osmanlı kültüründe eğlence İslam’ın koyduğu toplum düzeni ve ahlak kuralları içinde vardır. Bu kuralların kesin yasaklarını içki, kumar, fuhuş oluşturur. Dolayısıyla Osmanlı eğlence kültürü ancak bu mantık içinde detaylandırılabilir. Bunun dışında kalanlar kurallara karşı ve kültürün kendisinden gelmeyen eğlencelerdir.

Sibyan mekteblerinin de “kapama” denilen ilkbahar gezileri vardı. Bunlar mekteb çocuklarının gezdirilmeleri ve fakir olanlarının giydirilmeleri için vakfedilen paralarla yapılan seyirlerdi. Bazan birkaç mekteb birden geziye giderdi. Bu geziler bütün mahalle halkı için bir bayram olur, mesireye ekseriya birlikte gidilirdi. Kazanlar kaynatılır, etli pilavlar, bademli sütlü helvalar pişirilip çocuklara yedirilir ve misafirlere dağıtılırdı.
Mesireler dışında ahalinin genel anlamda eğlenme mahalleri ve nedenleri vardı. Ramazan ayında teravihten sonra ortaoyunu, hayal-i zil seyredilir, meddahların taklitli hikayeleri dinlenirdi.

Kahve1er de hem karşılıklı görüşme mahalleri, hem de birer eğlenme yeriydi. Ateşli münakaşalar, edebi sohbetler yapılır, meddah hikayeleri dinlenir, karagöz oyunları seyredilir, dama, satranç, tavla, (son zamanlarda domino, bilardo, iskambil) oynanırdı. Semai kahvelerinde dinleyici kitlesi önünde aşıklar zarif nüktelerle atışarak hediyesi günlerce öncesinden ilan edilmiş muammaları çözerlerdi.

Bir de “şenlik” türü gösteriler vardır. Bunlar bir olayı kutlamak maksadıyla halkı eğlendirmek için düzenlenirler.

Şenliklerde esnaf gösterileri, çeşitli canbazlık hünerleri, kukla ve karagöz oyunları, cirit, güreş, okçuluk, binicilik yarışmaları yapılır, geceleri etrafa ışık saçan binlerce fişek atılır, minarelere mahyalar asılır, renkli kandiller ve meşalelerle donatılmış sallar üstüne saz takımları, köçekler bindirilir, deniz üzerinde fişekler yanarak dolaşır, meydanlardan fener alayları geçerdi.

Aileler arasında “arifane ziyafet”ler denilen masrafı müştereken paylaşılan yemekler düzenlenirdi. Bu ziyafetler münavebeli olarak ya da “Zekeriya sofrası” tarzında her ailenin ortak katkısıyla yapılır, sohbetler edilirdi. Keza önce karakışın en soğuk “erbain” denilen 40 günü ve onu izleyen “hamsin” denilen 50 soğuk günün uzun gecelerinde “helva sohbetleri” yapılırdı.

Kış geceleri aileler bir araya toplanır, ayaklarını mangal üstündeki örtünün altına sokarak tandır sohbetleri yaparlar, “Duduname” (Tütin~me) gibi taş baskısı, el yazması masal kitapları okunurdu.
Diğer taraftan eğlence veya “seyirlik oyun” olmadıkları halde Osmanlı halkının toplandığı ve seyretmekten hoşlandığı merasimler vardır. Bunlar toplumsal bir olguyu kutsallaştırmak, yüceltmek ya da kutlamak amacıyla yapılır.

Padişah cüluslarında “kılıç alayı”, Kadir gecesinde Padişahın saraydan çıkarak camiye giderken yapılan “Kadir alayı”, Sadrazam tayinlerinde “Sadrazam alayı”, sefere çıkılmadan önce yapılan çeşitli birlikleri ve ordu esnafını temsil eden birimlerin bir geçit resmi olan ve 2-3 gün süren “ordu alayı”, Padişah düğünlerinde saraya gönderilecek nadide sanat eseri hediyeleri halka teşhir eden “esnaf alayı”, her yıl Hac mevsiminde Haremeyn ahalisine gönderilen parayı götüren “Surre alayı”, özellikle esnaf düğünlerinde “gelin alayı”, küçük çocuklar mektebe başlarken “amin alayı”, her ay Sadrazamı ziyarete giden imam-ı hazret-i ağanın alayı, bayramlarda, şenliklerde yapılan “fener alayları” bunlardandır.


e. Ticaret

Hasırcılar, kurukahveciler, kürkçüler, bakırcılar, zahireciler, yağlıkçılar, balmumcular, çadırcılar, örücüler, sarraflar, tülbentçiler, sahhaflar, aktanlar gibi İstanbul esnafının çoğu öteden beri belirli semtlerde toplanırlardı.

Devlet denetimi temel maddeler üzerinde yapılmaktaydı. Narhlara bakmak, kile, okka, arşın, zira gibi ölçüler ile terazi ve kantarları, yiyecek ve içeceklere hile karışmamasını “ihtisab ağası” denetlerdi. Görevleri arasında hammaddeleri esnaf arasında paylaştırmak da vardı.


VIII. Ulaşım ve haberleşme

Osmanlılar İstanbul merkez olmak üzere ülkeyi önce Rumeli ve Anadolu ciheti olarak iki bölgeye ayırmış, sonra her bölgeyi de Sağ, Orta ve Sol Kol olarak bütün yol şebekesini bu 6 anayola bağlamışlardır.

Bu yollar üzerinde arazinin topoğrafyasma göre 3 ila 18 saat aralıklarla değişen menzilhaneler kurulmuştur. Bunların üzerinde menzilhanelerden ayrı her biri bir kale niteliğinde sivil konaklama tesisleri olan kervansaraylar ve hanlar bulunur. Ayrıca dağ başları, tehlikeli geçitler gibi ulaşılması zor, ıssız noktalarda yol emniyetini sağlayan bir de derbent teşkilatı vardır.

Karayollarını kesen nehirlerin köprü yapımına imkan vermeyen bölümlerinde karşılıklı geçişler için çoğu kez bedava yararlanılan vakıf gemiler işletilmiştir.

Resmi haberleşme, “ulak teşkilatı”yla sağlanmaktadır. Başlangıçta iyi at binen tatarlar arasından seçildikleri için kendilerine “tatar” denilen bu ulaklara sonraları “sai, haberci, postacı” da denilmiştir. Kendilerine mahsus elbise ve kalpak giyenlerdi. Bu elbiselerin başkaları tarafından giyilmesi yasaktı. Bir ulak güzergahın topografyası, yol üzerinde su kuyuları, meskun yerler bulunup bulunmaması, menzillerin ve atların durumuna göre ve namaz vakitleri hesaba katılırsa günde 12 ila 48 mil gidebilirdi. Bunlar askeri yollar üzerindeki menzilhanelerden beygir değiştirmek, ihtiyaç gidermek için yararlanırlardı. Her menzilde yorgun hayvan ve ulak değiştirilirdi. Ama haberler gizli ve önemli ise ulaklar değiştirilmezdi. 1839 yılında menzil teşkilatı terk edilerek posta teşkilatı kurulmuştur.


Sonuç

Türk toplumları “Atın ehlileştirilmesinden ve ulaşım aracı olarak Musıkıde, sanatta,
kullanılmasından” başlayarak her alanda ileri bir medeniyet yarattılar. Estetikte, mimaride, folklörde kendine özgü ve birçok toplumu etkisi altına alan kültürün temsilcileri oldular. Töreleri binlerce yıl devam etti. Sosyal ve iktisadi hayatlarında, ticari ilişkilerinde, ulaştırma, bayındırlık, haberleşme, güvenlik hizmetlerinde, eğitim ve öğretimde insanlık dünyasına büyük katkılar sağladılar. Yüzbinlerce askerden oluşan ordularını sevk ve idarede gösterdikleri yetenekleri ve güvenlik stratejilerinin uygulanmasındaki diplomasi, propaganda ve harp araçlarını kullanma üstünlükleri büyük ve ileri bir kültür toplumu olmalarının sonucuydu.

İslamın koruyuculuğunu üstlenen Türkler, Türk tasavvuf düşünce ve eylemleriyle müslümanlığın Çağlar boyu gelişmesini ve yönlendiriciliğini sağladılar. Anadolu Türk toplumu oluşturduğu kültür çevresinde, manevi ve maddi kültür hayatını sürekli şekilde güçlendirdi. Kurduğu imparatorluklar o çağların siyasette, sosyal düzen ve sosyal adalette, iktisadi alanda, özellikle bilimde, eğitim ve öğretimde, hukuk hayatında, en medeni ve en ileri devletleri oldular. Osmanlı imparatorluğu kuruluşundan başlayarak, tarihi varlık alanından çekilişine kadar altıyüz yıl boyunca İslam Dünyasının, Türk İslam kültür çevresinin tek temsilcisi oldu. Bir dünya devleti niteliğini koruyarak, kültür hayatını inançlarda, adalette, dilde, musikide, sanat ve estetikte, mimaride, folklörde, eğitim ve öğretimde, sosyal ilişkilerde, diplomasi de özenle güçlendirdi. İnsanlık tarihine sayısız örnekler verdi. Kültür varlığımızın zenginleşmesini sağladı.















İçindekiler :

Kültür Nedir? 1
Kültürün Doğuşu 1
Kültür ve Medeniyet 1
Kültürü Oluşturan Unsurlar 2
Osmanlı’nın diğer toplumlarla kültür ilişkileri 3
Osmanlı Kültürü ile Batı Kültürünün Karşılaştırılması 4
Osmanlı kültürünün dönemleri 5
Osmanlı kültürünün geleneksel unsurları 6
I-Töre ve törenler: 6
II. Osmanlı Hukuku 7
III. Vakıflar 8
IV. Eğitim kurumları 9
V.Halk Sağlığı 11
VI. Şehirler 12
VII. Şehir hayatı 12
VIII. Ulaşım ve haberleşme 15
SONUÇ 16
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt