İzmİr İktİsat Kongresİ

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Doğuş Pertez

Doğuş Pertez

Admin
    Konu Sahibi
İzmİr İktİsat Kongresİ
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ

Kurtuluş Savaşı bittiği zaman, Türk ulusu, kelimenin tam anlamı ile yorgun ve yoksul durumda idi. Vatan, bir uçtan diğer uca değin harap olmuştu. Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşları birbiri ardından tam on yıl sürmüştü. Bu uzun ve büyük savaşlar, ülkenin zaten çok sınırlı olan kaynaklarını kurutmuştu. Son bir atılışla ulusal egemenliğe ve kesin bağımsızlığına kavuşan ulusu kalkındırmak en önemli sorundu.
1923 yılında, Türkiye’de sanayi hiç yoktu. Ufak atölyeler ve imalathaneler yalnız bir el sanatları etkinliği durumunda idiler. İşçi sayısı 80.000 gibi çok önemsiz bir rakamdı. Ülkenin temel ihtiyaç maddelerinin hemen hepsi dışarıdan alınıyordu. Şeker, kumaş, her türlü sanayi ürünleri hep yabancı ülkelere avuç dolusu para ödenerek getiriliyordu. Kapitülasyonlar, Türk sanayisini öldürmüştü. En küçük ihtiyaçlarımız için bile dışa bağlıydık. Yer altı zenginliklerimiz bilinmiyor ve işletilmiyordu.
Tarım alanında da büyük çöküntü vardı. Zaten ilkel olan tarımımız, köylü nüfusunun savaşlarda erimesi nedeniyle iyice perişan duruma gelmişti. Nüfusumuz o zamanlar çok az olmasına rağmen buğday bile bazı yıllar dışarıdan alınıyordu. Sebze ve meyvecilik çok geri idi. Örneğin bugün güney illerimizin büyük zenginliği olan turunçgiller, Doğu Karadeniz’in servet kaynağı olan çay tarımları, o zamanlar sözü geçen bölgelerde tanınmıyorlardı bile. Besin maddeleri sanayisi de yoktu. Ulaşım zorlukları nedeni ile, bazı bölgelerde bol olarak elde edilen ürünler, diğer yerlere götürülemiyor; böylece yurdun bir yanında ürünler çürümeye bırakılırken, diğer yerlerde b ürünler bulunamıyordu. Yapma gübre, sulama gibi olanaklar yok denecek kadar sınırlı idi.
Hem tarım hem sanayi alanında yetenekli uzmanlar yoktu. İstanbul’da bir küçük Mühendislik Okulu ile Halkalı’da ufak bir Yüksek Tarım ve Veteriner Okulu dışında, yurdun ekonomik kalkınmasını yürütecek uzman yetiştiren yer bulunmuyordu. Moderne teknoloji bilinmiyordu. Bu nedenle ekonomik kalkınma yürümüyordu.
Osmanlı maliyesi 1876’dan itibaren beri iflas durumundaydı. Bütçeler sürekli olarak açıktı. Bütçe imkanlarının %28’i dış borçların ödenmesine ayrılmıştı. Bütçe açığına bu da eklenince, durum içinden çıkılmaz oluyordu. Türk Devletinin de ilk yıllarda bu bütçeyi devralması doğaldı. Kurtuluş Savaşı’nın güçlüklerle dolu yıllarında, bütçenin hazırlanması ve uygulanması çok zor oluyordu. Mütevazi bütçelerde devletin hemen her işi ihmal ederek bütün imkanlar orduya veriliyordu. Zafer kazanıldıktan sonra, düşmandan kurtarılan bölgelerin geliri bütçeye girdi. Ancak bu bölgeler öylesine harap edilmişti ki, gelirinden çok masrafları vardı. Gene de 1923 yılından itibaren bütçelerin denk, paranın değerli tutulmasına çaba harcanıyordu. Fakat, gelir olanakları çok sınırlıydı. Bütçe gelirinin %40’ını, köylüden alınan aşar vergisi oluşturuyordu. Geriye kalan gelir de dolaylı yollardan alınan vergilerden geliyordu. Servet ve gelir vergileri yoktu.
Dışarıya akıp giden para yüzünden, ülkemizde sermaye birikimi olmamıştı. Halk parasızdı. Yatırım yapabilecek büyük zengin yoktu. Orta sınıf halk çok yoksullaşmıştı. Yalnız tarım alanındaki toprak ağaları servet sahibiydiler. Ancak, onların bile ellerinde, tasarruf edebilecek ölçüde para yoktu. Sermaye birikimi olmadığı için yatırımlara gidilemiyordu.
Ulusal tüccar henüz görünmüyordu. Osmanlı ülkesinde ticaret etkinliğini elinde tutan Rumlar yurttan kovulmuştu. Gene eskiden pek çok yerde gözüken tüccar Ermeniler de artık topraklarımızda bulunmuyordu. Bu iki ulus, yüzlerce yıl Osmanlı ülkesinde ayrıcalıklı bir durumdaydılar. Askere, savaşa gitmezlerdi. Evlerinde, dükkanlarında rahatça oturuyorlardı. Kapitülasyonlar yolu ile yurdu sömüren yabancı sermaye, kendinden saydığı azınlıkları ticari aracı olarak kullanıyordu. Böylece Türkler ticaret hayatının dışına itilmişlerdi. Bu azınlıklar yurttan çekilince, her yerde ticaret hayatı söndü. Ulusal bir tüccar yaratmak gerekiyordu.
Bu karanlık tabloyu daha da karartan nedenler vardı. Ulusun iş ve emek gücü, savaşlar dolayısı ile erimişti. En kaliteli uzmanlar, savaşlarda yok olmuşlardı. Yalnız Çanakkale’de binlerce aydın yedek subay şehit düşmüştü. Gene bir subay savaşı olan Sakarya’da şehit olan subaylar çoğunluktaydılar. Aydın ve uzman tabaka böylece erimişti. Atatürk, 1923 yılında, ulusal ekonomik kalkınmayı sağlayacak geniş ve bilgili uzmanlar kadrosundan yoksundu. Kapitülasyonlardan dolayı dışarıdan para sağlanamıyordu. Bunu isteyen de yoktu. Bütün dertler bu yüzden başımıza gelmişti. Ancak hiç olmazsa işin başında uzman ve sermayeye muhtaçtık. Fakat, bunları kapitüler koşullarla istememiz mümkün değildi. Ayrıca, toprağa bağlı olan halk, tefeciler ve ağalar elinde sömürüldüğü için fakirleşme süreci hızlanıyordu. Bilgisizlik her yerde egemendi. Halk yoksul olduğu kadar da aç ve hastalıklı idi. Yalnız sıtma yurdu kasıp kavurmaya yetiyordu. Bunun yanında frengi ve verem halkı ezen iki önemli hastalıktı. Hekim kadrosu yetersizdi. Sağlık hizmetleri hemen hemen hiçbir yere götürülememişti. Halk sağlığının çürümesi, doğaldır ki kalkınma için büyük bir engeldir.
Yıllarca savaş üstüne savaş yaşamış ve aydınıyla, işçisiyle, köylüsüyle büyük kayıplar vermiş olan imparatorluğun enkazı üzerine kurulmuş olan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, iş yaşamının her alanında, yatırım yapıcı, üretici ve yol gösterici bir tutum içinde olması kaçınılmazdı.
Yukarıda açıklamak istediğimi özetlersek, Türkiye, tarım için elverişli ve büyük bir ülke olmasına karşın, tarım işgücü bakımından yeterli olanağa sahip olmadığında, toprağın büyük bir kısmı işlenemiyordu; ulaşım araçları yoktu; yeterli uzman yoktu; endüstriden söz etmek olası değildi; temel ihtiyaç maddeleri bile ithal edilmek zorundaydı; yatırım yapacak güçte kapital sahibi insanların sayısı hemen hemen yok gibiydi; üretim konusunda yeterli bilgiye sahip yetişmiş eleman yoktu; demiryolları, limanlar, büyük kentlerin altyapıları vs. yabancı firmalar tarafından işletiliyordu; bu nedenler dolayısıyla da devlet kasasına giren geliri yoktu. Buna ek yük olarak ta Osmanlı borçlarının uzun bir süre ödenmesi gerekiyordu. Yani devlet borçlar altında ezilmekteydi.
Atatürk ulusal ekonomimize çağdaş bir biçim kazandırmak için devamlı ve yoğun bir çalışma yapmış, genç yaşından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun geçmişindeki tarihi, sosyal, kültürel, politik ve ekonomik olayları derinliğine ve genişliğine incelemiştir.
23 Nisan 1920’de açılan T.B.M.M.’nin ikinci toplantı gününde yani 24 Nisan günü M.Kemal’in önerisi ile hükümet kurulması konusu ele alınmış ve bir hafta sonra da 3 numaralı kanunla 11 bakandan kurulu ilk hükümet teşkil edilmiştir. Bu bakanlardan birisi “İktisat Velaketi” idi ve Türkiye’de ilk defa böyle bir Bakanlık kuruluyordu.
Yurdumuz, düşmanlardan temizlenip, kesin askeri zaferin kazanıldığı günlerde, M. Kemal’in zihnini meşgul eden en önemli problem, ekonomik zaferin de elde edilebilme düşüncesi idi. Bu konu için 1923 yılının Ocak ayında şöyle diyordu:
“Arkadaşlar, bundan sonra çok önemli zaferlere kavuşacağız, fakat bu zaferler, süngü zaferleri değil, ekonomi ve bilim zaferi olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği muzafferiyetler memleketimizi gerçek kurtuluşa yöneltmiş sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecek zaferlerimiz için kıymetli bir zemin hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım” (Söylev ve Demeçler C.II Sh.72 )
Atatürk ulusumuzun tümünün ekonomik problemlerle ilgilenmesini istemiş, devlet teşkilatının, eğitim programlarının ve bütün gayret ve faaliyetlerin ekonomik sorunlara göre ayarlanmasındaki zorunluluğa dikkat çekmiştir. Atatürk bu sonuca ulaşırken Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve mali yoksulluğa düşüren nedenleri Mart 1922’de şöyle bir analize tabi tutmuştur :
“Bugünkü ekonomik yoksulluğa mahkum eden; ortadan kaldırdığımız kapitülasyon fecaatını hatırlamadan geçemem. Biliyorsunuz ki memleketimiz ekonomik teşkilat ve çevre itibariyle kuvvetli bir durumda bulunmuyordu. Ferdi ekonomi değerleri de serbest rekabet savaşına dayanacak dereceye ulaşmamıştı. Tanzimatın açtığı serbest ticaret dönemi, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi bir de ekonomik kapitülasyon zinciri ile bağladı. Teşkilat ve ferdi değer bakımından ekonomi alanında bizden çok güçlü olanlar memleketimizde bir de fazla olarak ayrıcalıklı mevkide bulunuyorlardı.
Temettü “Kazanç Vergisi” vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zamanda, istedikleri eşyayı, istedikleri koşullar altında memleketimize sokuyorlardı. Bütün ekonomik bölümlerimize bu sayede salt egemen olmuşlardı.
Baylar, bize karşı yapılan rekabet gerçekten çok gayri meşru, gerçekten çok kahredici idi. Rakiplerimiz bu surette gelişmeye elverişli sanayimizi de yok ettiler. Tarımımızda da gedikler açtılar. Ekonomik gelişme ve evrimimizin ve maliyemizin önüne geçtiler” (Prof. E.Ziya KAREL – Atatürk’ten Düşünceler Sh. 98)
Nitekim Lozan Antlaşması’nda ve uzun süren konferanslarda en çetin tartışmalar, ekonomik bağımsızlığımız demek olan kapitülasyonların kaldırılması konusunda olmuş, müzakereler bu konuda anlaşmazlıklar yüzünden bir süre kesilmiş, hatta ekonomik bağımsızlığın elde edilmesi için tekrar savaşa girmek bile göze alınmıştır.
Durumun bu derece acı ve ciddi olduğu ve Lozan barış görüşmelerinin ve konferansının kesildiği bu tarihlerde, hazin durumun kökten düzeltilmesi gerekiyordu. Bu amaçla Cumhuriyet ilan edilmeden, 28 Şubat 1023 tarihinde İzmir’de büyük bir “Türkiye İktisat Kongresi” toplandı. Bu kongreye, işçi, çiftçi, tüccar ve sanayi temsilcileri olmak üzere 1135 kişi katıldı. Türk tarihinde ekonomik sorunların tartışıldığı bu ilk kongre, M.Kemal’in konuşması ile açıldı. Büyük önder, bu konuşmasında, en önemli sorunun kısa sürede ulusu kalkındırmak olduğunu söyledi. Osmanlı Devleti’nin çürük siyasetini açıkladı. Yeni devletin izleyeceği ekonomi politikasının bu kongrece saptanmasını istedi ve hedeflerin önceliklerini şu sözlerle dile getirdi :
“Askeri ve siyasi zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar , eğer bunlar iktisadi zaferlerle taçlandırılmazsa, yaratılan zaferimizin sağlayacağı bayındırlık yararlarını saptayabilmek için, iktisadımızın, iktisadi egemenliğimizin sağlanması, güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması şarttır.”
Kongre’de günlerce süren tartışmalar oldu. Sonunda, “Misak-ı İktisadi” kabul edildi. Ekonomi Andı anlamına gelen bu misakta şunlar belirtiliyordu: Türk ulusu, kan dökerek sahip olduğu ulusal bağımsızlık ilkesinden hiçbir biçimde fedakarlık yapmayacaktır. Bu bağımsızlık ilkesi içinde ekonomik kalkınmamız sağlanacaktır. Siyasal bagımsızlık gibi, ekonomik bağımsızlık da esastır.
“Misak-ı iktisadi”’den sonra, işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici temsilcileri, kendi açılarından alınması gerekli tedbirleri saydılar. Özetle şu tedbirlere başvurulması istendi: Vergi sisteminde reform, kredi kurumlarının düzenlenmesi, ulaştırma sorununun çözümü, işçilerin yaşama biçimlerinin düzeltilmesi, topraksız çiftçiye toprak verilmesi, tarımın ilkel yöntemlerden kurtarılması, ticari spekülasyonlara engel olunması, yer altı zenginliklerinin saptanması ve işletilmesi, gümrüklerin sanayiciye korunma olanağı vermesi, ekonomik ve ticari işleri düzenleyecek yeni kanunların yapılması.
Görülüyor ki, o zamanın yeni Türkiye’sinde dertler çok iyi biliniyordu. Ancak, bu dertlerin hangi yöntemlerle çözüleceği belirtilmemişti. Planlı ekonomi tanınmıyordu. Cumhuriyetin hemen başında, bu işlerden anlayan iyi bir plancı kadromuz olsa idi, kuşkusuz çok daha ileri adımlar atılacaktı. Bu olmadı. Kongre, ulusal ekonomi ilkesini ortaya koymakla çok büyük bir hizmet yapmıştır. Ulusal ekonomi ulusal bağımsızlığın sonucudur. Bu ilkeye titizlikle bağlı kalmak, emperyalist ülkelerin ileride tekrar tuzağına düşmemek için zorunludur. Bununla birlikte, sorunların nasıl çözüleceği planlanmamıştır.
M. Kemal, hızlı kalkınma yolu ve yönetimi olarak hiçbir zaman sosyalizm, ya da komünizm yolunu denemeye dahi çalışmamıştır. Bu sisteme iltifat etmedikten başka, sosyalizm ve komünizm sisteminin gelecekte de çıkar bir yol olmadığını kesin bir dille ifade etmiştir. Atatürk 17 Şubat 1023’de İzmir iktisat Kongresi’nde şu sözleri ifade etmiştir:ü
“Bizim halkımız, menfaatleri yek diğerinden ayrılır sınıflar halinde değil; bilakis varlıkları ve çalışma bileşkesi birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve ameledir. Bunlardan hangisi yekdiğerinin karşıtı olabilir. Çiftçinin sanatkara, sanatkarın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsinin yekdiğerine ve işçiye muhtaç olduğunu kim inkar edebilir?
Bu gün mevcut fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda kendi işçimiz çalıştırılmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak çalışmalıdırlar. Bütün bu saydığımız sınıflar, aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın gerçek tadını tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsin. O halde programdan bahsolunduğu zaman adeta denebilir ki, bütün halk için bir (Çalışma Misak-ı Milli)’sidir. Böylece bir misak-ı milli niteliğinde olan program etrafında toplanmaktan hasıl olacak politik şekil ise olağan bir fırka(parti) niteliğinde tasavvur edilmemek gerekir.” (İzmir İktisat Kongresi açılış konuşması Söylev ve Demeçler C.II Sh. 112)
Atatürk halkımızın sınıflar halinde ayrılmasını ve sınıfların da birbirleri ile çatışmasını asla düşünmemiş ve marxist sistemin temelini teşkil eden sınıf bilincini ve sınıflar arasındaki mücadeleyi kesinlikle reddetmiştir.
Atatürk 2 Aralık 1922 tarihinde diyordu ki:
“Şurası unutulmamalıdır ki, bu yönetim şekil, bir bolşevik (komünist) sistemi değildir. Çünkü biz ne bolşevik, ne de komünistiz. Ne biri ne de diğeri olamayız. Çünkü biz milletperver ve dinimize hürmetkarız” Söylev ve Demeçler C.III Sh. 51)
Mayıs 1926’da ise:
“Cumhuriyet hükümetinin namuskar, vatanperver, cumhuriyetperver iş sahiplerine daima yardımcı ve destek olacağına şüphe edilmemelidir” (Söylev ve Demeçler, C.II Sh. 241)
Bu beyanı ile namuslu işadamlarının daima korunacağını belirtmiştir. Yeter ki, işadamlarımız, işverenlerimiz ve özel teşebbüs sahipleri Atatürk’ün kendilerinden beklediği namuskarlığı, vatan ve cumhuriyet severliği yarışırcasına gösterebilsinler.
Atatürk, ulusal ekonomi yolunda güvenli ve radikal adımlarla ilerlememizi isterken, en doğru yol olarak, şu hususu öngörmektedir:
“Sosyal toplumumuzun bütün iş bölümleri sahiplerini faydalı ilgi ile bu yolda ele vermiş, omuz omuza dayanmış bir hedefe yürüyen samimi yolcular yapmak, devletin ekonomik işinde yorgunluğunu azaltmak ve başarı zamanını kısaltmak tek çaredir” (Prof. E.Ziya Karal – Atatürk’ten Düşünceler Sh. 101)
Özelleştirmenin temel felsefesini Atatürk, bunu 1930’larda söylüyordu. Böylece ekonomide de ulusal dayanışmayı şart koşan Atatürk, kalkınma hızımızın bu surette artacağını ve özel sektör tarafından devletin desteklenerek, yorgunluğun azalacağını bize hatırlatmaktadır ki, günümüzün Türkiye gerçeği de kalkınmamız için karma ekonomiyi öngörmektedir.
İzmir İktisat Kongresi’nde varılan kararlar hükümete büyük ölçüde ışık tutmuştur. Ama, kalkınma biçimi saptanmadığı için devlet, ekonomik hayata karışmak zorunluluğu duymuştur. Bunu 1933 yılına kadar düzensiz biçimde yapmıştır. 1933’ten sonra ise planlı ekonomi dönemine girilmiştir. Atatürk’ün ölümüne kadar ekonomik kalkınma için harcanan çabalar şöylece özetlenebilir:

Tarım Alanında:
Ekonomimizin temeli olan tarımı düzenlemek için her şeyden önce köylünün durumunu iyileştirmek gerekiyordu. Yüzyıllardan beri köylüden alınan aşar vergisinin kaldırılması bu iş için ilk adım olabilirdi. Aşar, ürün üzerinden alınan bir vergi idi. Köylünün her yıl ürettiğinin yüzde onu, bazen on ikisi vergi olarak toplanırdı. Ürünün kötü olduğu yıllarda bile bu vergi alınırdı. Bu vergiyi devlet doğrudan doğruya toplamazdı. Mültezim denilen kişilere, artırma yolu ile bu hak verilirdi. Örneğin, bir bölgenin yıllık aşarı 100.000 lira tahmin edilsin. Bu miktar mültezimler arasında artırmaya çıkarılırdı. Diyelim ki mültezim 120.000 lira versin, daha fazla veren çıkmasın, bu mültezim 120.000 lirayı devlete öderdi. Sonra da buyruğuna verilen devlet kuvvetleri ile, bu paranın karşılığı olan ürünü köylüden alırdı. Ancak, kendi masraflarını karşılayabilmek için, 120.000 liradan daha fazla tutan ürün alırdı. Bu onun hakkı idi. O bölgenin ürünleri sözü geçen yıl için az olsa bile, jandarma gücü ile vergi karşılığı olan ürün toplanırdı. Ortaçağdan gelen bu vergi yöntemi Tanzimattan beri kaldırmak istemiş, fakat devlet hem güçsüzlüğü, hem de peşin olarak aldığı paradan fedakarlık edememesi nedeniyle bu usulden vazgeçememişti. Aşarın, mültezimler yoluyla toplanması, modern vergi anlayışına uymadığı gibi, pek çok yolsuzluklara neden oluyor, köylü eziliyordu. Cumhuriyet Hükümeti cesur bir kararla 17 Şubat 1925’te yalnız mültezim usulünü değil, aşarı tüm olarak kaldırdı. Bu, yoksul devletimiz için büyük bir fedakarlıktı. Gelirin yüzde kırkı bir çırpıda elden çıkmıştı. Fakat köylü büyük nefes aldı. Böylece tarımsal gelişme için iyi bir oram hazırlandı. Tek sakınca, büyük toprak sahiplerinin de vergi dışı kalması olmuştur. Ancak, tarımsal üretimi artırmayı düşünen hükümet,bu fedakarlığı göze almıştır.
Aşarın kaldırılmasından sonra devlet, üreticiye türlü yollarla yardım etti. Çiftçiye kredi veren Ziraat Bankası geliştirildi; sermayesi fazlalaştırıldı. Böylece tarımsal krediler arttı. Tarım alanında uzman yetiştirmek için çeşitli yerlerde okullar açıldı. Ankara’da “Yüksek Ziraat Enstitüsü” kuruldu. Bu yetişen uzmanlar yolu ile Tarım Örgütü geliştirildi. Köylüye fidan, tohum yardımı yapıldı. Karadeniz yöresinde çay, güneyde turunçgiller tarımın başlaması ve gelişmesi, bu örgütün yaptığı değerli hizmetlerdendir. Öte yandan kooperatifleşme yolu da açıldı. Köylünün ürününü aracısız satması denendi. Bazı bölge kooperatifleri bunu gerçekleştirdi. Tarımsal hastalıklarla mücadele başladı. 2 Haziran 1929’da bazı bölgelerdeki topraksız çiftçiye toprak dağıtılması hakkında bir kanun kabul edildi. Ancak bunun uygulaması tam anlamıyla yürütülmemiş ve toprak reformu sorunu bugüne kadar çözülmemiştir.
Hayvancılık ve ormancılığın geliştirilmesi için tedbirler alındı. Ormanlardan devlet malı olanlar işletildi. Hayvancılığı geliştirmek için haraların kurulmasına başlandı. Bütün tedbirler, tarımsal üretimi gözle görülür biçimde artırmıştır. Tarım hayatının düzenlenmesinde Atatürk kendi çiftlikleri ile örnek olmuştur. Modern tarım yöntemlerini Atatürk, çiftliklerini de denetletmiştir. Sonradan ulusa hediye ettiği bu modern çiftlikler, tarım hayatımız için bir okul olmuş sayılabilir.

Sanayi Alanında:
Sanayileşme, ekonomik kalkınmanın belkemiğidir. Sanayileşmeyen bir ülke, siyasal bağımsızlığını korumakta ne kadar titiz davranırsa davransın, emperyalist güçlerin tutsağı olmak zorundadır. Kurtuluş Savaşı bittiği zaman, sanayi kuruluşu sayılabilecek hiçbir kurum elimizde yoktu. En kısa zamanda, hiç olmazsa birinci derecedeki ihtiyaç maddelerini üretebilecek sanayinin kurulması gerekiyordu. Devlet, bu kuruluşların yükünü üstüne alamayacak derecede yoksuldu. Bu nedenle, birkaç askeri fabrika dışında bir işe girişilmedi. Ulusal girişim sahiplerini, yani özel kişileri bu alanda serbest bıraktı. Özel sermayeyi sanayileşme alanına çekebilmek için 28 Mayıs 1926’da “Teşvik-i Sanayi Kanunu” çıkarıldı. Sanayi kuruluşları ile uğraşacak kişilere bu kanunla kredi olanakları sağlanacak, vergi kolaylıkları gibi yardımlar yapılacaktı. Ancak, bu kanunun sağladığı büyük olanaklara rağmen özel sermaye, işe girişmekte duraklıyordu. Bu kanunun çıkarılması hazırlıkları sırasında büyük ölçüde devlet yardımı ile kurulmuş olmasına rağmen Uşak’ta yapılan ilk şeker fabrikası tam anlamı ile işletilmemişti. Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun uygulanması yalnız bu şeker fabrikası ve ufak çapta dokuma sanayisi kurulması ile sonuçlandı. Bu fabrikalar da büyük ölçüde devlet kredisi ve desteği ile açılmıştı. Yani devlet, bu fabrikaların parasını vermişti. Bu çıkmaz bir ekonomi politikası idi. Sanayileşme çabaları asla istenilen verimi sağlamıyordu. Bu durgunlukta 1929 yılında, dünyanın geçirdiği en büyük ekonomik bunalım Türkiye’ye sıçramasının da etkisi vardır.
Sanayileşme çabalarının artık devlet eliyle yürütülmesi bir zorunluluktu. O tarihe kadar devlet, özel kişileri desteklemiş, ama istenilen sonuç alınamamıştı. Türk devrimi, kendine özgü bir sisten yaratmak zorundaydı. Özel kişiler istedikleri ekonomik işletmeleri kurabilirlerdi. Ancak onların yapmak istemedikleri ya da yapamadıklarını devlet üzerine alacaktı. Böylece, 1933 yılında İlk Beş Yıllık Plan hazırlandı. Bu plan, Türk tarihinde ilk kez, modern sanayileşmeye başlandığının simgesidir. İlk plana göre, Devlet pek çok sanayi işletmesi kuracaktı. Büyük bir istekle ve amaca uygun olarak kurulan “İktisadi Devlet Teşekkülleri” eliyle yapılan çalışmalar sonunda, Türkiye 1937 yılında önemli işletmelere kavuştu: büyük dokuma sanayisi kuruldu. Malatya , Kayseri, Bursa Merinos Fabrikaları, gerçekten büyük kurumlardır. Gene, Gemlik’te yapay ipek fabrikası açıldı. İzmit’te büyük bir kağıt işletmesi kuruldu. Cam ve şişe ihtiyacını karşılayacak bir fabrika Paşabahçe’de yapıldı. Büyük ölçüde bayındırlık işlerine girişildi. 1937 yılında Türkiye’de ilk kez Karabük’te ağır sanayi kurulmasına başlandı. 1939’da ilk demir-çelik işletmemiz açıldı. Bu dev kuruluşlar, Sümerbank eliyle gerçekleştirildi. Etibank ile yer altı servetlerimizin saptanma ve işlenmesine başlandı.
İlk Beş Yıllık Plan, böylece büyük bir başarı ile sonuçlandırıldı. 1937 yılında, Türk sanayisi ilerleme yoluna girmiş bulunuyordu. En ilginç nokta, bütün bu kuruluşların, hiç denecek kadar az dış kredi ile gerçekleştirilmesidir. Fakat bu noktada kalınmış, hazırlanan İkinci Beş Yıllık Plan, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine uygulanmamıştır.


Ulaştırma İşleri ve Diğer Girişimler:

Hem tarım hem de sanayi kalkınmasını verimli ve hızlı biçime sokan en önemli öğe, ulaştırmadır. Anadolu, Osmanlı döneminde bu bakımdan da ihmal edilmişti. Batılı ülkelerin ekonomik çıkarlarına uygun olarak Batı Anadolu'da yaptıkları demiryolları dışında, yurtta yol adıyla bir şey yoktu. İlk iş, Batı Anadolu'daki demiryolunu, yurdun en uzak köşelerine bağla*maktı.
Cumhuriyet yöneticileri izledikleri demiryolu siyaseti ile çok büyük ba*şarılara ulaşmışlardır. Her şeyden önce, Türkiye'nin doğal yapısına en uy*gun düşen taşıt aracı trendir. Yapılması pahalıdır. Ancak, işletme masrafı çok azdır. Dışarıya bağlı değildir; öz kaynaklarımızla rahatça işletilebilir. Yurdumuzun ekonomik koşullarına da en uyan araç demiryoludur. Bu ilke*ye bağlı kalarak, yurdu demiryolları ile örmek yoluna girişildi. Kısa bir sü*rede Ankara-Kayseri-Sivas- Erzurum; Samsun-Sivas; Zonguldak-Ankara; Sivas-Malatya-Fevzipaşa; Malatya-Diyarbakır çizgileri ile yurdun hemen bü*tün önemli merkezleri birbirine bağlandı. Ayrıca, Balıkesir-Kütahya çizgisi ile Kuzeybatı Anadolu yeni çizgilerle birleşti. Bu büyük atılım 1939 yılına kadar sürmüştür. Demiryolları, ayrıca, büyük bakım atölyeleri, geniş bir uz*man kadrosu ile sanayileşme alanında önemli gelişmelere yol açmıştır. Bu büyük demiryolu ağının tamamen iç kaynaklardan yararlanılarak yapılması da dikkate değer bir olaydır.
Osmanlı Hükümeti döneminde Anadolu ve Trakya'da 3350 km. demir*yolu vardı. Bu uzunluk ancak 65 yılda tamamlanmış ve yalnız yabancı ser*mayesi ile yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde ve salt kendi imkânlarımızla 1925-1933 yılları arasında yapılan demiryollarının uzunluğu 2048 km.dir. 1939'da bu uzunluk 3000 km'yi aşmıştır. Bugün demiryollarımızın uzunlu*ğu 8300 km'yi bulmaktadır. Ne yazık ki, ilk zamanların atılgan demiryolu siyaseti sonradan bırakılmıştır. Bunun acı sonuçlan günümüzde açıkça gö*rülmektedir. Bütün ileri ekonomilerde demiryolları tekrar baş köşeye gelir*ken, Türk insanı bu büyük imkândan yoksun bırakılıyor ve ekonomimiz bü*yük zararlara uğruyor. İyice yetersizleşen, ancak insan ve mal taşımacılığı*nın yüzde doksanını sağlayan karayolları nedeniyle can yitirilmesi ise bam*başka bir konu.
Osmanlı Devleti zamanında, Ülkemizi her yandan çevreleyen denizleri*mizde, kapitülasyonlar nedeni ile Türkler gemi işletemezlerdi. Bu hak ya*bancı gemilere tanınmıştı. Böylece Türk denizciliği öldürülmüştü. 19 Nisan 1926'da kabul edilen bir kanunla, Türk karasuları içinde her tür taşıma iş*leri Türk gemilerine bırakıldı. Ayrıca, denizciliğe ilişkin hizmetler de yalnız
Türkler tarafından yerine getirilecekti. Bu kanundan sonradır ki Türk deniz*ciliği ilerlemeye, Türk deniz ticaret filosu kurulmaya başlanmıştır.
Atatürk'ün hayattan ayrılmasına kadar, karayolları da bir ölçüde dü*zenlenmeye, pek çok köprü yapılmaya başlanmıştır. Sulama işlerine giri*şilmiş, hastane ve okul yapıları her tarafa yaydırılmıştır.
Ulusal ekonomi siyaseti ilkesine sıkı sıkıya bağlı Devrim Hükümeti, pek çok zorluk içinde ve salt öz kaynaklarımıza dayanarak bu işleri yapar*ken, bir yandan da Osmanlı Devleti zamanından kalma yabancı işletmeleri satın almıştır. Bunların içinde, Osmanlı döneminde yapılan bütün demiryol*ları, büyük kentlerdeki su, elektrik, havagazı işletmeleri, limanlar gibi önemli kuruluşlar vardır. Bunların satın alınması o zamanın para değerine göre milyonlarca liraya mal olmuştur. Ancak, Türkiye'mizde, birkaç banka dışında, bir tane bile yabancı işletme de kalmamıştı. Artık Türk ulusu, ken*di vatanının gerçek sahibiydi.
Türk ulusunu sermaye birikimine alıştırmak, kredi kurumlarını geliş*tirmek için A t a t ü r k, 26 Ağustos 1924'te "Türkiye İş Bankası"nı kurdur*du. Bu Banka, kısa bir süre içinde, ulusal bir kuruluş oldu. Böylece Türkler ilk kez başarılı bir banka kurmuş oldular. İş Bankası, yurdun ticaret ve sa*nayi alanında ilerlemesine yardımcı olmuştur. Bundan sonra da diğer banka*ların açılması başlamıştır.
Osmanlı Devleti'nin para işlerini düzenlemek Osmanlı Bankası'nın üzerindeydi. Bu Banka, doğrudan doğruya yabancılar tarafından oluşturul*muş, merkezi Avrupa'da olan bir kuruluştu. Onur kırıcı bu durum 1930 yı*lında düzeltilerek, devletin para işlerini ve kısa süreli parasal siyasetini ayar*layacak Merkez Bankası kuruldu.
Devlet bütçelerinin düzenlenmesinde denklik ilkesi gözetildi. Para de*ğeri düşürülmedi. Bütün ekonomik atılımlar yapılırken, dünyanın her yanı bunalım ve enflasyon içindeyken Türk parasının sağlam kalması, uluslarara*sı saygınlığımızı arttırmıştır. Atatürk döneminde ekonomik kalkınma*nın baş yolunun yukarıda açıklanan biçimde bir devletçilik olduğu anlaşıl*dı. 1937 tarihli Anayasa değişikliği ile, 1nci Maddenin başına Türk Devleti*nin "Devletçi" olduğu ilkesi de konuldu.
Atatürk hayattan ayrılırken, Türk ekonomisi, kendi kendine yetme durumuna gelmeye başlamıştı. 16 yılda sağlanan bu gelişme büyük bir ba*şarıdır. İki dünya savaşı arası dönemde Türkiye, dünyanın en hızlı kalkı*nan üç ülkesinden biri oldu. [Diğer ikisi: Japonya ile SSCB] Altyapı yatırım*larına yöneleceği sırada, Atatürk'ü yitirmemiz, ardından Dünya Savaşı'nın çıkması bu başarının sürmesine bir ölçüde engel oldu. Ancak, artık Atatürkçü aydın kuşaklar yetişmeye başladığından, kadro sorunu çözülme oluna girmiştir. Bu kadro, çeşitli güçlüklere ve siyasal yalpalamalara rağ*men, kalkınmamızı hızlandırmaya çalışmaktadır.

Kısaca özetleyecek olursak ana hatları ile Izmir Iktisat Kongresi’nde alınan bu kararların ışığında şu önlemler alındı:
Aşar denilen ağır vergi kaldırılarak, Atatürk’ün „Ulusun efendisi“ olarak nitelediği köylü büyük bir yükten kurtarıldı.
Kooperatifler kurularak, aracılara, spekülatörlere fırsat verilmedi
Ziraat Bankası geliştirildi, sermayesi arttırıldı ve bu bankanın kaynaklarından çok küçük faiz karşılığı küçük krediler sağlanarak, köylüyü özendirici önlemler alındı; afetler ve benzeri nedenlerle zarara uğramış olan köylünün borçlarını erteleme gerçekleştirildi
Ziraat okulları açılarak, tarımda bilgili ve bilinçli teknisyenler yetiştirme amaçlandı ve Ankara’da bir de „Yüksek Ziraat Enstitüsü“ kuruldu
Karadeniz bölgesinde çay ve tütün, Akdeniz bölesinde narenciye ve pamuk yetiştirilmesi için özendirici önlemler alındı
Hayvancılık ve ormancılığın geliştirilmesi için yeni girişimlerde bulunuldu
Atatürk, bizzat Orman Çiftlikleri kurarak, hem çağdaş tarım araçlarını ve yöntemlerini oralarda denettirdi ve hem de bu çiftlikleri birer Tarım okulu durumuna getirdi
1926 yılında çıkartılan bir yasayla, endüstriyi özendirici, Türk Ticaret yasası, Gümrükler yasası çıkartılarak ta, sanayiciye yol gösterici ve onu koruyucu önlemler alındı
Büyük bir ticaret filosunun kurulması konusunda üretim merkezlerine malî destek sağlayacak çalışmalar başlatıldı. Havacılık ve Denizcilik desteklendi ve teşvik edildi
Etibank kurularak, Türkiye’de yeraltı kaynaklarını işletme konusunda kaynak yaratıldı
Bazı işletmeleri devlet üstlendi. Demir yolları (Osmanlı Imparatorluğu zamanında toplam olarak 3000 km’lik bir demiryolu mevcut iken, 8 yıl içerisinde buna 2000 km’lik bir demiryolu daha eklendi.)
T.C. Merkez Bankası kurularak, devletin finans temeli oluşturulmuş oldu.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt