İlkel Komünizm

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
kum kзđiśi

kum kзđiśi

Üye
İlkel Komünizm
İlkel Komünizm
İlkel Komünizm

Toplumun en erken aşamalarında insanlar fabrikalara girmiyor, normalde bizzat kendilerinin tüketmeyecekleri şeyleri üretmek için çalışmıyor ve hafta sonunda, ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek, vb. karşılığında diğer insanların kabul etmeye hazır olacakları bir takım renkli kağıtlar ve süslü disklerle “ödül”lendirilmiyorlardı. Bu davranış, uzak atalarımıza oldukça inanılmaz gelirdi. Eskiden beri varmış kabul ettiğimiz modern toplumun birçok özelliği de öyle. Hangi sosyalist şu iddiayı işitmemiştir: “İnsanlar açgözlü olmaya ve gasp etmeye mahkûmdur. Sosyalizme ulaşılamaz, çünkü insan doğasını değiştiremezsiniz.”
Aslında, sınıflı toplum şunun şurasında 10.000 yıldan daha kısa bir süredir mevcuttur; insanoğlunun bu gezegende varolduğu sürenin yüzde biri kadar bir süre. Sürenin geri kalan yüzde 99’unda sınıflı bir toplum, yani zorla kabul ettirilen eşitsizlikler, devlet ve modern anlamda bir aile yoktu.
Bunun sebebi, ilkel insanın esrarlı bir şekilde bizden yüce olması değil, üretim ilişkilerinin farklı bir toplum türü ve bu nedenle de farklı bir “insan doğası” yaratmasıdır. Varlık bilinci belirler ve eğer insanların toplumsal varlığı değişirse –içinde yaşadıkları toplum değişirse– bilinçleri de değişir.
İlkel toplumun temeli toplayıcılık ve avcılıktı. Tek işbölümü, tamamen doğal biyolojik bir nedenden, kadınların zamanın büyük bölümünde küçük çocukların sorumluluğunu yüklenmelerinden kaynaklanan, kadın ve erkek arasındaki işbölümüydü. Erkekler avlanırken kadınlar sebze ve meyve topluyordu.
Böylece her bir cinsiyet üretimde önemli bir rol oynadı. Kalahari çölündeki !Kung kabilesi gibi hâlâ ilkel komünist koşullar altında yaşayan kabileler üzerinde yapılan çalışmalar temelinde, yiyecek temininde kadının katkısının erkeklerden daha önemli olabileceği tahmin edilmektedir.
Tüm bu kabile toplulukları ortak özelliklere sahipti. Avlanma alanları kabilenin ortak malı olarak görülüyordu. Avlanmanın kendisi ortak bir eylemken başka türlü nasıl olabilirdi? Varlığın emniyette olmaması paylaşmaya yol açar. Ölü bir su aygırını arkadaşlarınızdan saklamak iyi bir şey değildir; çürümeye başlamadan önce onu yiyemezsiniz ve siz yoksulluk içindeyken diğer kabile üyelerinin fazladan şeylere sahip olduğu bir zaman da gelebilir. Paylaşmak ve eşit bir şekilde paylaşmak sağduyudur.
Kişisel aletlerde özel mülkiyet yoktu, ama çok farklı kabile topluluklarında bile, eşitsizliğin birikmesini engellemek için bu aletleri sahibinin vücuduyla birlikte gömmek veya yakmak gibi benzer kurallar vardı. Bu kabileler tarımı geliştirmeye başladıktan sonra bile toprağı yeniden bölmeye devam ettiler, ilkel komünizmin normları böylesine güçlüydü. Romalı tarihçi Tacitus, Cermen kabileleri arasında bu tür kurallar olduğundan söz eder.
Bu topluluklarda kadınların daha büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin servetine en azından eşit bir şekilde katkıda bulunuyorlardı. Ayrı beceriler geliştirmişlerdi; çömlekçiliği kadınlar keşfetmiş ve hatta tarımda son atılımı da kadınlar yapmış görünüyor.
Devlet gibi kurumlar da gerekli değildi, çünkü toplumu bölen temel uzlaşmaz sınıfsal çıkarlar yoktu. Bireysel anlaşmazlıklar kabile içinde halledilebiliyordu.
Kabilenin karar almasında deneyimli yaşlılar kesinlikle önemli bir rol oynuyordu. Onlar şefti, ama kral değildi; otoriteleri ya hak edilmiş bir otoriteydi ya da yoktu. M.S. üçüncü yüzyılda (bunun geçerliliğinin sona erdiği bir sırada), Cermen kabilesi olan Vizigotların lideri Athanaric şöyle diyordu: “Ben otoriteye sahibim, iktidara değil.”
Toplum gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. Tropikal Afrika’dan başlayarak, nüfus yerkürenin en barınılmaz kesimlerini kaplayacak ölçüde büyüdükçe, insanlar gelişmek için –aksi takdirde ölürlerdi– düşünce ve emek güçlerini kullanmak zorunda kaldılar. Toprağı ekip biçmek, aslında, bitkisel yiyeceklerin el altında olmasını sağlamak, meyve, fındık, vb. toplamanın bir adım ilerisiydi. Çiftçilik ve hayvanları evcilleştirmek, avlanmanın bir adım ilerisiydi. Kabile topluluğu norm olarak varlığını korudu.
İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimi ya da neolitik devrimdi. Tahıllar seçildi ve ekildi, toprak çekiş hayvanlarıyla sürüldü. İlk kez, çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat üstünde büyük bir artı ortaya çıktı.
İlkel komünizmde aylak bir sınıf için hiçbir temel yoktu. Ancak kendi ihtiyaçlarını temin edebildikleri için, başkalarını köleleştirmek anlamsızdı. Şimdi ise bazıları için aylaklık olanağı doğmuştu, ama insanlık henüz herkese böyle bir yaşam sürdürtme olanağını yeteri kadar sağlayamıyordu.
Bu temelde sınıflı toplumlar ortaya çıktı; toplumlar mülk sahipleriyle emekçi sınıflar arasında bölündü.
Asırlar boyunca sınıf mücadelesindeki temel sorun, çalışanların ürettiği artı üzerindeki mücadele olmuştur. Bu artının bölüşülme –gasp edilme– şekli, resmen tarımla başlayan farklı üretim tarzlarına bağlıydı. Bu değişim, toplumsal hayatın tümüyle dönüşmesinin temelini hazırladı.
Kabile normları kolayca ölmedi. Önce toprak yeniden bölüşüldü. Hatta Feodal Avrupa’da, bazı bölgelerdeki köy toplulukları, orijinal köy topraklarının yeniden bölüşülmesiyle biçimi değişen ilkel komünizmin geleneklerini sürdürüyorlardı.
Ancak tarım, avcılığın aksine daha bireysel bir faaliyet olabiliyordu. Daha çok çalışarak daha çok kazanabilirdiniz ve herkesin hayatta kalma sınırında yaşadığı koşularda bu önemliydi.
Bunun da ötesinde tarım devrimi –çekiş hayvanlarının saban sürmede vb. kullanılması da dahil olmak üzere genellikle erkeklerin meşgul oldukları– kadını, erkekler tarafından sağlanan malzemeleri işlemek üzere eve gönderdi. Kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisine yol açan şey, üretimde doğrudan bir rol sahibi olmayışıydı.
Erkekler eşit olmayan mallarını erkek bir mirasçıya geçirmek istediler. İlkel komünist toplumda soy kadın üzerinden yürürdü (miras önemli değildi). Artık miras erkek üzerinden yürümeye başlamıştı.
Sınıflı toplumun nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz, fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak parçaları birleştirebiliriz. Bu sürece devrim diyoruz ve bu, kelimenin en derin anlamıyla bir devrimdi.
Ama yeni tip toplum eskisinin yerine tam olarak geçmeden önce, farklı toplum tipleri arasındaki geçiş biçimlerinin yüzlerce, hatta binlerce yıl varolduğunu unutmamalıyız. İnsanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun olarak sürdü.
Tarımı geliştirmeye ilk mecbur kalanlar, ekvator Afrika’sının iyi durumdaki insanları değil, daha ılıman iklimlerdeki (muhtemelen yakın Doğudaki) insanlardı.
İlk tarım kuşkusuz çok basitti, muhtemelen “orman açma ve yakma”dan ibaretti. Bu, kabilenin hareket halinde olmaya devam etmesi demekti, çünkü açılmış toprak, yalnızca birkaç yıl iyi ürün veriyordu.
Bu yüzden kabile topluluğu varlığını muhafaza etti, ancak değişikliğe uğradı. Tacitus, kendi zamanındaki Cermen kabilelerinin askeri demokrasisini, bir savaş şefinden, yaşlılar konseyinden ve savaşçılar meclisinden oluşan bir yapı olarak tanımlar (kadınların oy verme hakkı artık ellerinden alınmıştı). Bu, gelişimin bu aşamasındaki kabileler için tipiktir.
Her ne kadar meclis tüm kararları (mızraklarını kalkanlarına şiddetle vurarak) ret ya da kabul edebiliyorsa da, savaş şefinde bir kralın embriyosunu ve yaşlılar konseyinde de bir egemen aristokrasinin ana hatlarını görürüz.
Romalı toprak sahibi egemenler senato (“yaşlılar”) içinde örgütlenmişlerdi ve Anglo-Sakson krallar bir Witan’a(“bilgeler”) danışıyorlardı, bunların her ikisi de kendi zıddına dönüşmüş demokratik bir kabile oluşumunun kalıntısıydı. Cermen kabileleri artık savaş için örgütleniyorlardı, çünkü korunmadığı takdirde elden alınma tehlikesi olan bir artı mevcuttu. ????:



Desmond Morris (Çıplak Maymun) ve Robert Andrey (Avcılık Hipotezi) gibi yazarların görüşlerinin tersine, Leakey gibi antropologlar, insanın doğuştan saldırgan olmadığını gösterdiler. Her ne kadar ilkel komünist toplumlar, sözgelimi kıt avlanma alanları için savaşa tutuşmuşlarsa da, savaşlar ancak savaşmaya değer bir şeylerin olduğu aşamada tarihin yerleşik ve düzenli bir özelliği haline gelmeye başladı.
Tarımdan, artının üretilebildiği bir topluma doğru yapılan bir atılım olarak söz etmekteyiz. Aslında, tarımla gelen emek üretkenliğindeki artış, daha geniş bir işbölümüne olanak verdi; böylece insanlar başka şeyler üretebilecek hale geldiler. Bu nedenle tarım devrimi, teknikte (çömlekçilik ve :-):-):-):-)l işleme gibi) ve tüm toplumsal yapıda bununla bağlantılı devrimleri beraberinde getirdi.
Farklı kabileler arasında olduğu gibi kabile içinde de eşitsizlikler gelişti. Coğrafi ve diğer nedenlerden dolayı, bazı kabileler hayvan yetiştirmeye, balık avlamaya vb. yoğunlaşmaya başladılar. Tarımla uğraşanlar, artılarını (ya da daha doğrusu içlerinden bazılarının edindiği artıyı) korumak için tahkim edilmiş köyler etrafında yerleşmeye başlarken, bu balıkçılık yapan ve hayvan yetiştirenler malları mübadele etme görevini üstlendiler. Önceden, mübadele, seyahatleri esnasında birbiriyle karşılaşan kabileler arasındaki tesadüfi bir eylemdi. Bundan böyle düzenli bir durum haline gelmişti.????:



:-):-):-):-)l, şüphesiz ticaretin en önemli kalemlerinden biriydi. Yahudiler, Mısır’la Akdeniz uygarlıkları arasındaki ticareti geliştiren, en ünlü hayvan yetiştirici halklardan biriydi (İncil’de İbrahim’in serveti daima sürülerle ölçülür).
Ticaret, kabileler arasındaki dinsel törenlerde sunulan armağanlardan gelişti. Bir armağanın değerinin ölçütü neydi? İnsanlar aldıkları armağanları üretmenin ne kadar zaman aldığı hakkında birtakım fikirler oluşturur oluşturmaz, karşılığında daha fazla emek içeren ürünler vererek, armağan verenleri cömertlikte geçmeye çalışacaktılar.
Ticaret daha düzenli hale geldikçe, doğal olarak evrensel bir eşdeğer –ticarette kolayca mübadele edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü olarak kabul edilecek bir şey– ihtiyacı ortaya çıktı. Başlangıçta bu ihtiyaç sığırla karşılandı (Latincede “para” anlamına gelen pecunia sözcüğü, sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türer). Daha sonra ticaret hızla geliştiğinde, bu ihtiyaç, ağırlığın garantisi olarak hükümdarlar tarafından basılan :-):-):-):-)l külçelerle daha uygun bir şekilde giderildi.
Dini törenlerdeki armağanlar genellikle kabilenin temsilcisi olarak şefe verilirdi. Toplumun serveti arttıkça, şef olmak zahmete değer bir şey haline geldi. Şefin evi, köydeki pazar yerinin başlangıcı haline geldi.
:-):-):-):-)l işleme, erkeklerin eline iyi ya da kötü muazzam bir yeni güç verdi. :-):-):-):-)l, özellikle de bakır ve bronz, nadir bulunuyordu. Bu yeni toplumların birinci ihtiyaçları, arttırdıkları yaşam standardının korunmasıydı. Elbette, önder savaşçı olarak kabile şefi, yeni stratejik malzemeden ilk yararlanan kişi olmalıydı.
Bunun sonuçları Antik Yunan şairi Homer’in efsanelerinde görülür. Homer, bronz silahlı Yunan askeri aristokratlarının ordusu tarafından kuşatılan Truva şehrinden bahseder. Savaşan ve ölenlerin çoğunluğunu oluşturan ve genelde çakmaktaşı uçlu mızraklarla silahlanan sıradan erler ordusundan çok bahsedilmez. Açıkçası onlar bir edebiyat konusu olarak görülmezler.
Homer’in antik efsaneleri, kabile şeflerinin savaş ve yağma yoluyla aristokratlara ve krallara doğru evrilmeleriyle ilkel komünizmin bir kenara itildiği bir toplumu resmeder. Bundan böyle, etkin silahlı güç tekeline, egemen bir sınıf sahipti. Böylece kabile topluluğunun gelişimi, sınıfsız eşitliğe son vererek, kendi “mezar kazıcıları”nı yaratmıştı.
Laf arasında, Cermen destanları, Cermen kabile topluluğunun çözüldüğü benzer bir aşamada ortaya çıktı. Onların kahramanlık çağları da, tıpkı antik Yunan’daki gibi, üretimin gelişimindeki benzer bir aşamaya tekabül ederek, benzer sanat biçimleri (epik şiir gibi) ve hatta benzer bir tanrılar sistemi ortaya çıkardı.
Homer’in anlattığı Bronz Çağı uygarlığı, Batı Avrupa Karanlık Çağlarına benzer biçimde, Dor akınları tarafından yok edildi. Yüzyıllarca süren bu döneme ait tarihsel kayıt bulunmamaktadır. Ama istilâcılar yeni bir şey getirmişlerdi: demir.
Demir potansiyel olarak bronzdan daha boldu. Homer’ın egemen sınıfı, onu sıradan insanı silahlandırmak için kullanamazdı, çünkü bu onları toplumsal iktidarlarının temelinden, askeri tekellerinden yoksun bırakırdı. Bunlar, hâlâ kabile hayatı yaşayan istilâcıların karşısında yıkılıp gittiler.
İstilâcıların toplumu sınıflara ayrılmamıştı. Bu nedenle hepsi demir silahlar kullanıyorlardı ve zamanlarında yenilmezdiler. Bazen insanlık ilerlemek için geri adım atmak zorundadır.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt