III. Reich Dışişleri Bakanlığı Arşivleri'nde Hitler-Halifax Görüşmesi

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Doğuş Pertez

Doğuş Pertez

Admin
    Konu Sahibi
III. Reich Dışişleri Bakanlığı Arşivleri'nde Hitler-Halifax Görüşmesi
Bu sayımızda yayınladığımız “Hitler-Halifax görüşmesi” adlı tarihi belge, aslında özel bir yorumu gerektirmeyen bir belgedir. Bu giriş yazısının gerekliliği, özellikle genç okurlarımıza; belgede sözü edilen hadiselerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak üzere görüşme öncesi ve hemen sonrası tarihsel koşulları ve olayları hatırlatmaktan kaynaklanmaktadır.
Belgenin en çarpıcı yanı, Hitler’in açıklamalarından ziyade, İngiliz emperyaliziminin temsilcisi Lord Halifax’ın yaklaşımıdır. Bu belge, bu bakımdan, öncelikle İngiliz emperyalizmini (ve onunla birlikte tüm “hür Batı dünyası”nı) teşhir etmektedir. Bu, şu açıdan önemlidir: Genel olarak bilinenin aksine; anti-komünist “soğuk savaş stratejisi” ile “demir perde” ve “faşizm ve komünizmin ikiz kardeş olduğu” (Troçkizmin de ilham aldığı “Hitler-Stalin özdeşliği”) propagandasının asıl fikir babası ve geliştiricisi, İngiliz emperyalizmidir. İngiliz burjuvazisi, faşizm ile anlaşmak, onu, başta sosyalizme karşı olmak üzere kendi dünya egemenliğini tehdit edecek tüm gelişmeler karşısında kullanmak istemektedir. İngiliz emperyalizminin faşist Almanya ve İtalya karşısında aldığı teşvik edici ve destekleyici tutumun gerisinde, bu hesaplar yatmaktadır. Demek oluyor ki, İngiliz emperyalizmini sonradan faşizme karşı tutum almaya sevkeden, o çok sözü edilen “demokrasi” ve “özgürlük” değerleri değildir. Aksine; dünyayı paylaşmada faşist Almanya ile anlaşamaması; Almanya’nın onun kabul edemeyeceği derecede “aç gözlü” davranmasıdır.
“Hitler-Halifax görüşmesi”, 19 Kasım 1937’de gerçekleşir. Bu görüşme öncesi cereyan eden gelişmelere kısaca bir göz atalım:
1933 yılında iktidara gelen Hitler faşizminin ilk görevi, ülkedeki devrimci işçi hareketi ve onunla birlikte, başta Almanya Komünist Partisi (KPD) olmak üzere, tüm devrimci, ilerici ve demokratik güçleri ezmekti. Denebilir ki, Hitler faşizmini iktidara taşıyan Alman burjuvazisinin bu başarısı, Avrupa’nın tüm emperyalist burjuvazisini “heyecanlandırmış”tır. Avrupa devrimci işçi hareketi, İtalya’da Mussolini’nin önderliğinde faşist diktatörlüğün kurulmasının ardından ikinci büyük bir darbesini daha yemişti.
Bilindiği gibi, Şubat 1936’da İspanya’daki Halk Cephesi’nin seçimlerde kaydettiği büyük başarı üzerine, İspanya burjuvazisi, Haziran 1936’da Franko’nun önderliğinde faşist bir darbeyi örgütlemişti. Bu darbeyle birlikte, 1936’dan 1939’a kadar sürecek İspanya İç Savaşı patlak vermişti. Avrupa’nın burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerinin burjuvazisi faşist Franko ordularını -Avrupa halklarının güçlü uluslararası dayanışması nedeniyle- açıktan destekleyemiyorlardı. Ancak, İngiltere ve Fransa’daki emperyalist güçler “karışmama politikası” izlerken, Alman ve İtalyan faşizmi açıktan ve tüm güçleriyle Franko faşizmini destekliyorlardı. Başka bir deyişle, Halifax 1937 sonundaki görüşmede Hitler’in (“Führer”in) “çok şey gerçekleştirdiği”ni söyler ve “sadece Almanya’da değil” derken, bütün bu yukarda özetlenen gelişmeleri kastetmektedir. Ve Hitler faşizminin, böylelikle, sosyalizme “Batı Avrupa’nın yolunu tıkadı”ğı ve bu nedenle Almanya’nın “Bolşevizme karşı Batı’nın kalesi olarak değerlendirilebi”leceği açıklamasını yaparken, başta İngiliz olmak üzere tüm Avrupa burjuvazisinin sevinç ve mutluluğunu dile getirmektedir.
Sosyalist Sovyetler Birliği’nin; İtalya ve Almanya’daki gelişmeler, Batı Avrupa ülkelerindeki gericiliğin faşizm karşısında aldığı hayırhah tutum, ufukta beliren savaş tehlikeleri vb. olgular karşısında o yıllarda izlediği dış politika ise şöyle özetlenebilir: Avrupa çapında güçlenen faşizm karşısında devrimci ve demokratik güçleri desteklemek, yeni savaş tehlikesini bertaraf edecek somut ve aktif bir barış politikası izlemek. Sovyetler Birliği (SB), özellikle 1935 yılından itibaren, “Avrupa’da kollektif bir güvenlik sisteminin kurulması” doğrultusundaki çabalarını yoğunlaştırdı. (“Karşılıklı yardımlaşma” üzerine Fransa ve Çekoslovakya ile yapılan anlaşmalar bu çabaların birer parçasıydı.) Bu çabalar, faşist Almanya’nın 1935’ten itibaren Versay anlaşmasının tüm askeri ve bölgesel sınırlamalarını hiç sayarak savaş hazırlığını hızlandırması olgusu karşısında, yeni bir savaşın önüne geçme bakımından oldukça önemli ve yakıcıydı. Belirtelim ki, bu yıllarda Sovyetlerin; “sosyalizmin vatanı” olarak genel prestiji ve özel olarak faşizm karşısındaki bu politikası, Avrupa kamuoyunda giderek etkili olmakta ve somut sonuçlar da vermekteydi.
Bu girişimlerden en çok İngiltere rahatsız olmaktaydı. İngiltere’de gerici çevreler ve basında, “Avrupa’da Bolşevik etkinin büyümesi”nden yakınılıyor; “Almanya ve Japonya ile doğrudan anlaşmanın gerekliliği” üzerinde duruluyordu. Sovyetlerin genişleyen etkisini geri püskürtmede faşist Almanya’yı teşvik etmek (“barışı koruma” adına “tarafsızlık politikası”!), İngiliz dış politikasının temel bir unsuruydu. 1935 Haziranında İngiliz-Alman deniz anlaşmasının (ki bu anlaşma yalnızca Versay anlaşmasının açık bir ihlali değildi, aynı zamanda Hitler Almanya’sının silahlanma programına yeni bir ivme kazandırmaktaydı) imzalanması; “Berlin-Roma ekseni”nin pekişmesine yardımcı olan olaylar karşısında (İtalya’nın Habeşistan’a saldırması) Fransa’nın bile tepkisini toplayacak derecede pasif kalınması; Mart 1936’da, Locarno anlaşmasında “asker ve silahdan arındırılmış bölge” olarak kalması şart koşulan Ren bölgesine Hitler ordularının girmesine sessiz kalınması gibi tarihsel olay ve olgular; “Bolşevizme karşı Batı’nın kalesi”nin güçlenmesinin gerekleriydi, İngiliz emperyalizmin gözünde. Bu arada, 25 Ekim 1936’da, “Berlin-Roma ekseni”ni vurgulayan anlaşmanın imzalanmasının ardından; Şubat 1936’da Japonya’da iktidara gelmiş olan faşist güçler ile Almanya’nın arasında “Anti-Komintern Paktı” oluşturulmuş, 6 Kasım 1937’de ise İtalya da bu pakta üye olduğunu açıklamıştı.
Kısacası, Lord Halifax 19 Kasım 1937’de Hitler ile pazarlığa otururken, bütün bu olaylar cereyan etmiş, “Anti-Komintern Paktı” nezdinde ise, faşizm, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, uluslararası işçi hareketine ve tüm demokratik güçlere karşı saldırgan tutumunu ilan etmişti.
Burada söz konusu görüşmeyi özetlemenin bir gereği yok. Fakat şunun altını çizelim ki, görüşmede dile gelen “ortak ideallerden ilham alarak” statükonun değiştirilmesi, yani paylaşım planı ve işbirliğinin meyvelerini toplamakta geç kalınmadı! Görüşmenin ardından dört ay sonra, Mart 1938’de, Hitler Almanyası Avusturya’yı ilhak etti. 2 Nisan 1938’de İngiliz hükümeti Avusturya’nın Almanya tarafından ilhakını tanıdığını açıkladı. Milletler Cemiyeti’nde bu ilhaka karşı çıkan tek ülke, SB oldu.
Bunun ardından “Çekoslovakya sorunu” çözüldü: 1938 Mayısında Çekoslovakya’nın Sudet bölgesinde Henlein faşistleri çeşitli provokasyonlar düzenledi. Bunun üzerine Hitler orduları Çekoslovakya sınırına yığıldı. 15 Eylül 1938’de Hitler ile görüşen İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain, Sudet bölgesinin Almanya’ya devredilmesi için Paris ve Prag hükümetleri ile görüşeceğini açıkladı. (Çekoslovakya ile ittifak sözleşmesi olan Fransa ve SB’den yalnızca SB, bu gelişmeler karşısında sözüne sadık kaldı. Saldırıya uğrama durumunda askeri yardımı öngören bu anlaşmada SB, ancak Fransa’nın da yardımcı olması durumunda harekete geçeceği şartı olmasına ve Fransa açıktan bu yardımı esirgemesine rağmen, Çekoslovakya hükümetine askeri yardım teklifinde bulundu, ancak Çekoslovakya’nın burjuva hükümeti yardım talep etmeyip boyun eğmeyi yeğledi.)
29 Eylül 1938’de ise; İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’nın başbakanları Münih’te bir araya gelerek ünlü “Münih Anlaşması”nı imzaladılar. Bu anlaşmada, çeşitli şeylerin yanı sıra, Çekoslovakya Hükümeti’nin Sudet bölgesini Almanya’ya terk etmesi kararlaştırıldı. Üç gün sonra faşist Almanya’nın orduları söz konusu bölgeye girdi. 5 ay sonra da, 15 Mart 1939’da, Hitler orduları tüm Çekoslovakya’yı işgal etti.
Bilindiği gibi, 1 Eylül 1939’da da Hitler ordularının Polonya’ya saldırmasıyla (“Dantzig sorunu” hatırlansın!) İkinci Dünya Savaşı patlak verdi.
Burada son bir nokta olarak, 23 Ağustos 1939’da Almanya ile SB arasında imzalanan “Saldırmazlık Paktı” üzerinde durmak gerekir. Dünyanın ilk sosyalist devleti açısından uluslararası durum şöyle şekillenir: Batı Avrupa’nın büyük emperyalist devletleri faşist Hitler Almanya’sını SB’ne saldırtmak için her türlü tavizi ve desteği sunmakla yetinmez, aynı zamanda, SB’nin 1935’den beri faşizme ve savaş tehlikesine karşı “kolektif güvenlik sistemini” yaratma çabalarını binbir gerekçelerle baltalamaya çalışırlar. Oysa aynı dönemde; Hitler Almanyası giderek saldırganlaşır; devasa boyutlarda silahlanır; Avusturya ve Çekoslovakya’yı İngiltere ve Fransa’nın onayıyla ilhak eder; ülkeyi açıktan “topyekün bir savaşa” hazırlar ve “Bolşevizmi tek felaket” olarak gördüğünü “Anti-Komintern Paktı”yla dünyaya ilan eder.
SB’nin Batı’sında bu gelişmeler cereyan ederken, Doğu cephesinde ise, 1937’den beri Çin ile savaşan faşist Japonya orduları Mayıs 1939’da Moğolistan Halk Cumhuriyeti’ne saldırır. Kısacası, SB iki cephede savaş yürütme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu koşullarda, SB açısından, Hitler Almanyası tarafından önerilen -diğer emperyalist güçlerle kapışmasında doğu cephesini, daha sonraki topyekün saldırısına hazırlık için sakin tutmak amacıyla önerilen- “Saldırmazlık Paktı”nı kabul etmenin; yalnızca kaçınılmaz ve doğru bir politika değil, aynı zamanda dünyayı faşizm belasından kurtarmak bakımından da mantıklı ve uzak görüşlü bir politika olduğu tartışmasız bir gerçektir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın seyri ve sonraki sonuçları da ortaya koymaktadır ki, SB, bu paktı imzalamakla, paha biçilmez değerde zaman kazanmış, bu sürede ordusunu ve sanayisini ufukta beliren büyük saldırıya karşı hazırlama olanağını elde etmiştir.
Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı’nın tüm emperyalist güçleri; Hitler faşizmiyle İtalya ve Japonya faşizmine uluslararası planda yol verenler kendileri olmalarına karşın; “Saldırmazlık Paktı”nı ileri sürerek Stalin Sovyetlerinin Avrupa’yı Hitler ile paylaştığı yalan ve demagojisini dünyaya yaymış; bunda Troçkist karşı-devrimcilerin de desteğini alarak, bugünün genç kuşaklarına bu tarihsel tahrifatı tartışmasız “tarihi bir gerçek” olarak benimsetmeye çalışmıştır.
Bu bakımdan “Hitler-Halifax görüşmesi”; Avrupa’nın emperyalist devletlerinin hem faşizm olgusu ve hem de İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkması olgusu karşısındaki sorumluluklarına ışık tutan bir belgedir. Görülmektedir ki, “hür Batı dünyası”nın “komünist diktatörlükler” karşısındaki “özgürlük ve demokrasi” aşkının, özellikle genç kuşaklara bir dogma düzeyinde benimsetilmeye çalışıldığı bu demagojik iddia ve görüşler, aslında nesnel tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasından başka bir şey değildir...

Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere, ve daha sonra Fransa arasında varılan anlaşmaları hiçe sayarak, ABD Dışişleri Bakanlığı, bu yılın başında “Les Rapport Germano-Sovietique de 1939 a 1941” başlığı altında Nazi diplomatik servislerinden yayılan, asıllarına sahip olmaksızın; herşeyden önce, müttefiklerin ortak bir onayına uymaksızın, derleme bir kitap yayınladı.
Sovyet Dışişleri Bakanlığı, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın tek taraflı olarak anlaşmaları bozmasına dayanarak, Berlin’e ilk giren Sovyet askerleri tarafından Alman Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bulunan dökümanların ilk bölümünü yayınlıyor. Bu birinci bölüm, çok sayıda fotokopiden öte, 1937’den 1938’e kadar Hitler, Ribbentrop ve başka dış politika görevlileriyle Alman hükümet temsilcilerinin görüşme raporlarını içeriyor. Alman Dışişleri diplomatik temsilcilerinin raporları ve Alman hükümetiyle diğer hükümetler arasında gerçekleşmiş olan müzakerelere ilişkin dökümanlar da burada bulunuyor.
Burada yayınladığımız, Hitler’in Lord Halifax’la bir görüşme raporundan parçaların birinci bölümüdür. Gelecek sayılarımızda bu rapordan başka belgeler yayınlayacağız.

Etudes Sovietique
Reichsbank Başkanı
Dr. Hjalmar Schacht

Berlin, 28 Ocak 1938

Alınış tarihi 28 Ocak 1938
Reich Bakanıyla Yazışma

Çok değerli Bay Von Neurath’a

Bana tanışma olanağı sunduğunuz için sonsuzcasına teşekkür ederek Lord Halifax’ın ziyaretine ilişkin raporları size gönderiyorum.
Yaşasın Hitler!
Size yürekten bağlı
Hjalmar Schacht

Reich Dışişleri Bakanı
Baron von Neurath’a
Berlin,
Dışişleri Bakanlığı.
Şansölye Führer ve Lord Halifax Arasında Gerçekleşen
Reich Dışişleri Bakanı’nın Bulunduğu
Görüşme Raporu
Obersalzberg, 19. 11 1937

Görüşmelerin başında, Lord Halifax, Führer’le kişisel açıklama aracıyla, İngiltere ve Almanya arasında karşılıklı olarak en iyi bir anlayışa ulaşma olanağına sahip olmaktan çok sevindiğini vurgular. Bu, sadece iki ülke için değil, aynı zamanda bütün Avrupa uygarlığı için de, çok büyük bir öneme sahipti. İngiltere’den çıkışından önce, o, İngiliz Başbakanı ve Dışışleri Bakanı’yla bu görüşmeden söz etti ve onlar da, kesin olarak konunun belirlenmesinde aynı fikirdeydiler. Yani, şimdi, iki ülkeyi ilgilendiren bütün sorunları, geniş ve samimi bir şekilde inceleme olanağının nasıl yaratılabileceğini bilmek önem kazanıyor. İngiltere’de, güncel yanlış anlaşılmaların tümüyle dışta tutulabilmesi düşünülüyor. Almanya’nın ayağa dikilmesinde, Führer’in büyük yetenekleri bütünüyle ve çekincesiz takdir ediliyor ve eğer İngiliz kamuoyu zaman zaman Almanya’nın belli problemleri karşısında eleştirel bir tutum alıyorsa; bu, her şeyden önce, İngiltere’de, Almanların belli önlemlerinin neden ve hangi koşullarda alındığının iyi bilinmemesi gerçeğinden ileri gelmektedir. Aynı nedenle, İngiliz Kilisesi, Alman Kilisesi ile ilgili sorunun gelişmesi karşısında çok kaygı ve endişe duyuyor. İşçi Partisi içinde de, Almanya’da ortaya çıkan belli olgular, eleştirel bir mantıkla göz önüne alınır. Bu zorluklara rağmen, Lord Halifax ve İngiliz hükümeti’nin diğer üyeleri, Führer’in çok şey gerçekleştirdiği düşüncesine inanıyor ve sadece Almanya’da değil, çünkü; kendi ülkesinde komünizmi yıkıma uğratarak, ona, Batı Avrupa’nın yolunu tıkadı ve bu nedenle Almanya, bolşevizme karşı Batı’nın bir kalesi olarak değerlendirilebilir. İngiliz Başbakanı, samimi bir görüş alış-verişi aracılığıyla bir çözüm bulma olanağının tam olarak var olduğu düşüncesindedir. Ne kadar zor da olsa; problemlerin çözümü, karşılıklı güven yoluyla kolaylaştırılabilir. Eğer Almanya ve İngiltere, bir anlaşmaya varırsa ya da en azından az çok anlaşmaya yaklaşırsa; İngilizlere göre, bu gelişme, politik açıdan İngiltere’ye ve Almanya’ya yakın ülkelerin de, tartışmalara katılmalarını sağlayacaktı. Yani Alman-İngiliz işbirliğinin, kendilerine karşı düşmanca bir düzen içine girmediğini, başından itibaren İtalya ve Fransa pozisyonundaki ülkelerin anlamalarını sağlamak gerekir ki; 'Berlin-Roma mihveri'nin veya Londra ve Paris arasındaki iyi ilişkilerin, bir Alman-İngiliz yakınlaşmasından zarar göreceği izlenimi olmasın. Bu yakınlaşmanın devamında, zemin hazırlandıktan sonra; Batı Avrupa’nın dört büyük iktidarı, Avrupa’da barışın sürekli olabilmesi konusunda ortak bir temel yaratacaktır. Dört büyük gücün hiçbiri, herhangi bir bahaneyle, bu işbirliğinin dışında kalmamak zorundadır, çünkü; bugünkü istikrarsız duruma başka türlü bir son vermek mümkün olmayacaktı.
Führer; eğer, karşılıklı istek ve saygı esas alınırsa; Batı Avrupa’nın dört büyük iktidarı arasında anlaşmayı gerçekleştirmenin kendisine kolay göründüğü cevabını verdi.
Ortaya çıkarılmış olan bunca büyük pratik problemler, şeyleri daha da karmaşık hale getiriyordu. Almanya’nın işbirliği isteniyorsa; şu konuda diğer muhatapların nasıl davranacaklarını talep etmek uygun olur: Versay Antlaşması bakış açısından değerlendirilen bir devlet olarak, –ve o zaman, Avrupa ülkeleri arasında saf biçimde ilişkiler çerçevesini aşmak mümkün olamazdı– Almanya, Versay Antlaşması’nın maddi ve manevi namus lekesini artık taşımayan bir devlet muamelesi görecek miydi yoksa, bu lekeyi taşımaya devam mı edecekti. Şu halde, değişen durumdan mantıklı bir sonuç çıkarmak uygun olacaktır, çünkü; aktif olarak hareket etme hakkı meşru görülmeyen bir devlet; ne kadar büyük güç olursa olsun; Avrupa politikasında aktif bir işbirliğini yüklenmeye mecbur edilemeyecekti. Şanssızlık şu ki; İngiltere ve Fransa’da halen, 250 yıldan beri teorik bir kavram olmaktan öte bir anlam taşımayan Westefalya Barışı’ndan sonra, Almanya’nın son elli yıl boyunca gerçek bir olgu haline geldiği fikrine varılamıyor.
Devleti iyi yönetme sanatı, belki, hoşa gitmeyen belli yanlara sahip olmak zorunda olsa da, bu gerçek olguyu kabul etmek anlamına gelir. İtalya’dan ve belli bir anlamda Japonya’dan söz edilecek. Tarih, sık sık hoşa gitmeyen gerçek olgular yaratır ve Almanya, bu türden gerçek bir olguya katlanmak zorunda kaldı, çünkü; 150 yıl boyunca varolmayan Polonya, adeta bugün hayata döndü. O (Führer), temel görevinin, Alman halkını hoşa gitmeyen politik gerçeklere tahammül etmeyi öğrenecek bir şekilde eğitmek olduğuna inanıyor. Buradan, tartışılan problemin temelinin, başka nedenden en acil hayati ihtiyaçları bile tanınmayan bir ülkeye, etkin bir işbirliği açısından ne sunulabileceğini bilme sorunu olduğu sonucu çıkar.
Uluslar arasındaki ilişkileri düzenlemenin iki olanağı vardır.
Özgür güçler oyunu ki, birçok durumda,halkların yaşamına etkin bir müdahale anlamına gelirdi ve onca çabalar pahasına yarattığımız kültürümüzde ciddi altüst oluşları kışkırtabilirdi. İkinci olanak, özgür güçler oyunu yerine, “yüksek aklın” egemenliğini kabul etmek anlamına gelir; fakat, bu yüksek aklın, aşağı-yukarı özgür güçlerin eyleminin yolaçacak olduğu sonuçlara benzer şekilde sonuçlanmak zorunda olduğunu iyi anlamak gerekir. (Führer) O, son yıllar boyunca, çağdaş insanlığın, özgür güçlerin oyununu yüksek aklın metoduyla değiştirmek için yeterince sağduyulu olup olmadığını kendi kendine sordu.
1919’da bu yeni metodu uygulamanın harika bir fırsatı kaçırıldı. O zaman, düşüncesizlik metodu yüksek aklın metoduna tercih edildi. Kısacası, bu, Amanya’nın, temel insan haklarını güvence altına almanın tek olanağı olan özgür güçler oyununa doğru itildiği anlamına gelir. Gelecek, bu iki yöntem arasında yapılacak seçime bağlıdır. Burada veya şurada, akıl yolunun mutlak olarak mecbur edilebileceği fedakarlıkların dökümünü yaparak; eski metoda: özgür güçler oyununa dönüşün hangi fedakarlıkları dayatacağını ortaya koymak gerekir. O zaman, açıkça görülecektir ki; birinci yol, ikincisinden daha az külfetlidir.
Lord Halifax, saf biçimde ilişkilerin büyük bir değere sahip olmadığı ve bütün taraflar aynı öncüllerden ilham almıyorsa ve görüş birliği sağlanmamışsa; ciddi bir yakınlaşmaya ulaşılamayabileceğini takdir etme konusunda Führer’le aynı düşüncedeydi. O da, kendi adına; bunlar, şu veya bu muhatabın hoşuna gitmeyebileceğindenden sözedilen geçek olgular da olsa; gerçek bir temele dayanmadıkça sürekli bir başarının gerçekleştirilemeyebileceğine inanmaktadır. O, İngiltere’de herkesin, Almanya’yı büyük ve egemen bir ülke olarak değerlendirdiğini ve onunla görüşmelerin sadece bu temel üzerinde sürdürülmesi gerektiğini vurgular. İngilizler gerçekçidir, herhangi bir kimseden daha çok onlar, Versay diktasının yanlışlarının düzeltilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Eskiden de, her zaman İngiltere, etkisini bu gerçekçi anlamda kullandı. O, Rhenanya’nın önceden yapılan ayrılmasında, tazminatlar sorununun düzenlenmesinde ve Rhenanya’nın yeniden işgalinde de, İngiltere’nin oynadığı rolü hatırlatır. Çok uzak perspektiflerden yüksek sesle konuşmaktan kaçınarak ortak bir dil kullanmayı denemek gerekir, çünkü; bu, yanlış anlaşılmadan ve dolayısıyla da, problemin çözümünde ilerlenememesindenden başka bir sonuç vermez.
İngilizler yönünden, herşeye rağmen statüko yürürlükte kalsın diye düşünülmüyor. İngiltere’de, yeni koşullara uyum sağlamanın, eski yanlışları düzeltmenin, varolan şeylerin durumunda gerekli hale gelen değişiklikleri anlamanın önemli olduğu bilinir. Ve İngiltere, etkisini; bu değişikliklerin, Führer’in sözünü ettiği düşüncesiz kararlar yoluyla, yani; son tahlilde savaşla aynı anlama gelen özgür güçler oyunuyla, yapılmaması yönünde kullanacak. İngiltere Hükümeti adına bir kez daha vurgulamak gerekir ki; güncel durumun değişmesi için hiçbir olanağın gözardı edilmemesi gerekir, fakat; değişikliklerin iyi anlaşılan bir kural temelinde yapılması gerekir. Eğer, iki taraf, dünyanın değişmez (statique) olmadığını anlama konusunda aynı düşünüyorsa; ortak ideallerden ilham alarak, varolan bütün enerjiyi, karşılıklı güven atmosferi içinde, ortak amacın elde edilmesine doğru yönelterek, bu ortak noktadan hareket etmeyi denemek gerekir.
Führer, ne yazık ki, akla uygun bir yönde hareket etme isteğine rağmen, sağduyulu kararlar, yolları üzerinde büyük zorluklarla karşılaşacaklar; hele de, politik partilerin, Hükemetin anlaşmaları üzerinde kesin bir etkide bulunma olanağına sahip oldukları demokratik ülkelerde bu zorluklar daha da, ağırlaşacak diye cevap verir. Kendisi (Führer) de, 1933-1934 de, silahlanmanın sınırlandırılmasını ilgilendiren ve benimsenmesi halinde; Avrupa’da ve dünyada, ekonomiyi büyütmeye olanak sağlayacak olan birçok pratik öneri sundu. bu öneriler birbiri ardına reddedildi : ve buna rağmen belli devlet adamları, Almanyanın uzun süre Versay Antlaşması tarafından oluşturulan durumda kalmayacak olduğunu anlıyordu. Fakat, politik partiler gibi, hele de sorumsuz basın da, hükümetin kararları üzerinde kesin bir etkide bulunuyordu; 200-300 bin insandan daha güçlü bir ordu, hava kuvvetlerinde silahlanmanın sınırlandırılması konularındaki öneriler, bütünüyle reddedildi. Bu sorunları düzenlemek için sarfedilen bütün çabaların tek sonucu, deniz kuvvetleri konusunda varılan fikir birliği oldu.
Bugün de aynı durum. Sağduyulu kararlar yerine, politik partilerin demagojik amaçları dayatılıyor. Kuşkusuz, büyük bir zorluk burada yatıyor. Buna karşılık, çok acı bir geçmişe rağmen, Polonya ile iyi ilişkilerin işaretleri geliyor. Kendi açısından, Almanya, en doğal hayati ihtiyaçlarını karşılamak için en az ödünden yana olan diğer ülkeleri beklemeyebilir, çünkü; partiler, oralarda kendi egemenliklerinin devamını gözetiyorlar. Almanya sömürge sorununda, İngiliz partilerinin konumunu ve özellikle de, muhafazakar partilerin kesin olarak olumsuz tutumunu yakından tanıyor. Fransa’da da durum aynısı. Almanya, Bu koşullarda, sömürge sorununun çözümünde, imkansız olan fikirden yola çıkamaz ve dolayısıyla, bu duruştan başka bir tutum alamaz. Biraz beklemek gerekir. Kesin etkinin şu veya bu devlet adamının becerikliliğine değil de, partilerin demagojik pozisyonlarına ait olduğu başka durumlar da var. Memel bölgesinin 1923’te Litvanya tarafından işgali ve Almanların protestoları karşısında gözlenen davranış, bu konuda çarpıcı bir örnek sunuyor. Önerilerinin çoğunluğunun reddedilişini bu tutum açıklar. Demokratik ülkelerin partileri için, bu, elde edilmesi güç bir sonuç biçimindeydi. Ondan (Führer’den) kaynaklanan şu veya bu öneri yapılıyorsa; bu, yeterince reddedilsin diye yapılıyordu. Güncel olarak, partilerin etkisi, yeniden kendisini benzer bir biçim altında gösteriyor. Bu, belli ulusların, yeterli hayatı alana sahip olmadığı gerçeğidir. Eğer, İngiltere, 46 milyon nüfusuyla, sadece metropolün kaynakları üzerinde yaşamaya mecbur edilseydi; belki, onun için bu gerçeği anlamak daha kolay olurdu. Sömürge sorununu ilgilendiren bütün önyargılar, şu olgudan ileri gelmektedir: Amerika ve Rusya’nın sahip olduğu geniş topraklar; İngiltere’nin sahip olduğu yerkürenin dörtte biri; Fransa’nın elinde bulundurduğu bir sömürge imparatorluğu kendiliğinden girişkenlik olarak kabul ediliyor ve Japonya en azından topraklarını büyütmekten alıkonamıyordu. Belçika, İspanya ve Portekiz gibi küçük devletlerin bile sömürgelerinin olması tam olarak anlaşılıyor. Sadece Almanya’ya, hangi sebeple olursa olsun; sömürge sahibi olamayacağı bildiriliyor. Örneğin; İngiliz muhafazakarları gibi sömürge sorununda kesinlikle olumsuz kararlar alan partilerin tutumlarını karakterize eden budur. O zaman, belli sorunlarda, en ilksel haklarından mahrum bırakılmış bir ülkeyi, olumlu bir işbirliğine davet etmek neye yarar? Almanya’nın Doğu-Asya’ya yönelmesi eleştirildi: beyaz ırka karşı bir ihanet olduğu iddia elmiş olan şey, bu oldu. Almanya, diğerlerinden daha uzun süre, diğer ırkların karşısında beyazların dayanışmasını destekledi ve demokratik ülkelerin eleştirdikleri Almanya’nın ırk politikası buydu. Şimdi, Doğu-Asya’yı yasaklamakta Almanya’nın hiçbir açıdan yararı yok. O, şu veya bu ülkeyle ticari ilişkiler sürdürebilir. Fakat, Doğu-Asya’da kaybolmuş olan Alman bandırası ve bandırayı izleyen ticaret, ticari olanaklar, her durumda çok düşüktür.
Eğer, politik partiler, daha akıllı hale gelmiş olmazlarsa; bu kadar uzun süre, uluslararası problemleri çözme olanakları kolay kolay bulunamayacak veya hükümetler üzerinde bu kadar büyük ölçüde bir etkisi olan partilere yasaklanan hükümet biçimleri kurmaktan başka bir yol kalmayacak.
Bu sırada, Führer, Lord Halifax’ın Almanya seyahati vesilesiyle, basında yükselen engellere de işaret eder. İngiltere’nin belli yerlerinde bu konuda gerçekçi düşünülmediğinden kuşku duymaz. Deniz kuvvetlerine ilişkin anlaşma bunun bir kanıtıdır. Fakat, ona öyle görünüyor ki; belirleyici politik etmenler, bir başka görüş biçimiyle karakterize olur. Hükümette kaldığı beş yıldan sonra, en azından, onun izlenimi böyledir. Kendisinden gelen her önerinin, doğrudan yukarı yükselen bir kalkanla karşılaşmış olduğunu, o da biliyor ve bunu kabul eden her hükümet muhalefet karşısında çok zor bir durumla karşı karşıya kalıyordu.
Lord Halifax; eğer, Führer, İngiltere kadar uzun süre demokratik kalan bir ülkeyle bir anlaşma yapmak için hiçbir ilerleme mümkün olmadığını düşünüyorsa; bu görüşmeleri sürdürmek yararsızdır, çünkü; İngiltere, Hükümetinin biçimini o kadar çabuk değiştirmeyecek diye cevap verir. Politik partilerin etkisinin olanakları kaybettireceğine ve önerileri reddettireceğine inanmak bir yanlışlık olur. İngiltere ile ilgili olduğu kadarıyla, bu tümüyle yanlıştır. Öneriler reddedilmişti, çünkü; doğru veya yanlış nedenle; bazı ülkeler bu önerilerde yeterli güvenlik garantisi görmüyordu. Önerilerin reddedilmesi; silahlanmayı, güvenlik ilkesinin izlemesi gerektiğini doğrular, tersini değil. Gerçek şu ki; partilerin bakış açılarından ileri gelen belli noktalardaki eleştirilere rağmen, İngiltere’nin Almanya ile savaş gemileriyle ilgili bir anlaşma yapmış olması; tam da, İngiliz Hükümeti’nin de partilerden bağımsız bir biçimde hareket ettiğini kanıtlar. İngiliz Hükümeti, hiç de, partilerin demagojik oyunlarının kölesi değildir. İngilizlerin görüşüne göre; güvenilir hiçbir hükümet, partilerin keyfince yönetilmemek zorundadır. Aynı şekilde, Önerilerin -”merle blanc” (elde edilmesi güç şey anlamında)- sadece Führer tarafından yapılmış olması nedeniyle reddedilmiş olduğu da, yanlıştır. Almanya için inandırıcı görünmekte olan, fakat; başka ülkelere çok daha az inandırıcı gelmekte olan sebepleri; bazı ülkeler, Almanya’nın sözleşmelerle yüklendiği zorunlulukları çiğnemesi olarak görüyordu. Sözü edilen ülkelerin, alman önerileri karşısında, başka koşullardaki durumda takınmış oldukları tutumdan daha çok eleştirel davranmış olması da, tamamen doğaldır. İngiliz Hükümeti, koşullar ne olursa olsun; Almanya ile sömürge sorunu tartışılmasın görüşünde değildir. Fakat, hiçbir İngiliz Hükümeti, sömürge sorununu, sadece Almanya ile sınırlıyarak ele alamaz. Bu sorun, Avrupa’da huzuru ve güvenliği temin edecek genel düzenlemenin bir unsuru olarak düşünülebilir.
Kuşkusuz, diğer ilgili devletler de, genel düzenleme konusundaki bu tartışmada yer almak üzere davet edilmelidir. Führer, İngiltere’de, Lord Halifax’ın ziyaretine düşmanlığın ortaya çıktığı yerlerden sözetti. Diğer Avrupa ülkelerinde de, bu olumsuz düşünceden yana olan yerler var, Fakat, bu, dünyada daha iyi bir politik sistem yaratmak isteyenleri korkutmamalıdır.
Führer; “Lord Halifax beni yanlış anladı” diye cevap verdi. Lord Halifax, Almanya-İngiltere işbirliği sonucu, aralarında Fransa da olmak üzere, batının dört gücü arasında bir anlaşma öneriyor. Oysa, politik partilerin demagojileriyle ilgili belirlemeleri; herşeyden önce, bunların belki de, yüzde yüz gerçek olduğu Fransa ile ilgiliydi. O (Führer), deniz kuvvetleriyle ilgili anlaşmadan sözederken, İngiltere’yi dışta bıraktı.
Sözleşme altına alınmış taahhütlerin yerine getirilmemesine gelince; Führer, diğer güçlerin Almanya’dan önce bu taahütleri ihlal ettiklerine işaret etti ve bu da, bütün önerileri reddedildikten sonra, yeniden hareket özgürlüğünü ele almaktan başka anlama gelmez. Dünyaca ünlü İngiliz hukukçuları da, anlaşmalar tarafından bu yönde öngörülen yükümlülüklerini yüzde yüz yerine getirdikten sonra, Almanya’nın diğer ülkelerin silahsızlanmasını kesin olarak istemeye hakkı olduğu görüşündedir. Almanya, aynı şekilde, İngiltere Başbakanı Mc Donald’ın 200 bin kişilik bir silahlı bir ordu için önerisini kabul etti. Öneri, Fransa nedeniyle başarısızlığa uğradı.
Sömürge sorununda; Afrika toprağı üzerine savaş araçları aktarımını yasaklayan Kongo’daki anlaşmayı, diğer ülkeler ihlal ettiler. Diğer devletler tarafından anlaşmanın uygulanacağına güvenen Almanya, önemsiz birkaç birlikten öte Afrika’da asker bırakmadı. Aslında, sömürge sorununda, İngiltere ve Almanya arasında bir anlaşmazlık vardır. Bu bir bakış açısı farkıdır. Eğer, buna bir çözüm bulunursa; bundan iyisi olmaz, aksi halde, Führer, bu konda üzüntüyle tutum almaktan başka bir şey yapamaz. İngiltere ve Almanya, birçok sorunda farklı görüşlere sahip bulunuyor. Fakat, bunlar, hiç de, İngiliz-Alman işbirliğini yakından etkileyecek şeyler anlamına gelmez. İngilizler açısından, sömürge sorununda iki görüş ortaya çıkıyor. İngiliz Hükümeti, bunun tartışılacak bir sorun olduğunu açıklıyor. Fakat partiler, özellikle de, muhafazakar parti blok halinde bu sorunu tartışmayı reddediyor. İngiltere ve Almanya arasında başka bir güçlük yoktur.
Lord Halifax, Führer’e; anlaşmazlık konusu olan problemlere tatmin edici bir çözüm olasığından sonra, diğer uluslarla daha sıkı bir işbirliği amacıyla, Almanya’nın S.D.N.’ye dönüşünün mümkün olup olmayacağını sordu ve Lord Halifax’a göre; Almanya’nın bu pakta dönebilmesini engelleyen bölümü, dönüş öncesinde değiştirilmelidir. Kuşkusuz, S.D.N.’nin iyi yanları, onun çok heyecanlı taraftarları tarafından abartılıyor. Bu arada, S.D.N.’nin, uluslararası güçlüklerin barışçıl yöntemle giderilmesini açıkladığını bilmek gerekiyor. Bu yöntemi pratik olarak uygulamak; Führer’in, özgür güçler oyununa karşı çıkarak, daha ileri bir şekilde “akılcı yöntem” diye adlandırdığı alternatif kavramla yaklaşıma denk düşüyordu. Eğer, S.D.N. onu bu anlamda kulanıyorduysa (ki; esasta, uluslararası bir yöntemden başka birşey yoktur); bu da, bazı bakımlardan değiştirilebilir, uluslararasında güven yeniden kurulmuş olurdu. O, Führer’in, silahsızlanmaya karşı tutumu konusunda olduğu gibi; S.D.N.’ye karşı tutumunu hakkında da bilgi edinir. Avrupa düzeni içinde ortaya çıkacak olan ve er ya da geç, muhtemelen değişmeleri söz konusu olan bütün diğer sorunlar, bu anlamda karakterize edilebilir. Bu sorunların miktarı, Dantzig’de, Avusturya ve Çekoslovakya’da şekilleniyor. İngiltere’nin tek kaygısı şudur; bu değişiklikler barışçıl bir evrimle gerçekleştirilmiş olsun ve ne Führer’in, ne de, diğer ülkelerin istemeyeceği yeni altüst oluşlara sürükleyebilir yöntemlerden kaçınılabilsin.
Sömürge sorunu, kuşkusuz ki, zor bir sorundur. İngiliz Başbakanı, bunun, bütün sorunların yeni yönlendirme ve düzenleme unsuru olarak çözülebileceği görüşündedir. O, Führer’den, geniş bir çerçeve içerisinde, kendi anladığı biçimiyle, sömürge sorununun çözümü konusunda kendisine (Lord Halifax’a) bir fikir verip veremeyeceğini sorar.
Führer, ona, Almanya’nın S.D.N.’ye katılmaması, kendisine göre bir İngiliz-Alman sorunu değildir, Çünkü; Amerika da, artık S.D.N’ye katılmamaktadır diye cevap verir. Ve bu arada, bu nedenle İngiltere ve Amerika arasında derin görüş ayrılıkları olduğu hiç de söylenemez. Daha da ötesi, Japonya’nın yokluğu ve İtalya’nın çalışmalara katılmaması nedeniyle SDN, artık gerçek bir Milletler Cemiyeti de değildir. Almanya, bir gün, Cenevre’ye dönsün veya dönmesin; şu anda bir şey söylenemez. O, kesinlikle, taslak halindeki bir Milletler Cemiyeti’ne dönmeyecektir ve görevinin, politik olayların doğal gelişimine muhalefet etmek ve varolan durum ve şeylerin devamını öne sürmek olduğuna inanan, taslak halindek bir Milletler Cemiyeti’ne girme ihtimali de çok azdır.
Önceden, silahsızlanma sorununu düzenlemek çok daha kolaydı, çünkü; o zaman, silahlanmanın bir sınırlandırılmasından başka bir anlama gelmiyordu. Bugün, İngiltere’nin kendisi de bu ülkenin tarihinde görülmedik düzeyde silahlanıyor. Acaba, İngiltere, silahlanmaktan vazgeçmeye hazır mı? Führer, İngilizler tarafından, İngiltere’nin silahlanmasının geçmişin yetersizliklerini gidermekten başka bir bir şeyi hedeflemediği cevabı verileceğini biliyor. Almanya da, aynı durumdadır. Anlaşmaya büyük bir bağlılıkla, önceden eksik kalanlar tamamlanmalıdır. Ayrıca, o anlayabildi ki; halklar silahlanmadaki güçlerinden başka şeye değer vermiyorlar ve bugün, Almanya’nın uluslararası yaşamdaki prestiji, silahlanmasına bağlı olarak arttı. Silahsızlanma problemi, belli ölçülerde Almanya’ya bir cevap teşkil eden Fransız-Rus ittifakından beri özellikle karmaşıklaştı. Sonuç: Rusya, Avrupa’ya sadece bir moral etken olarak değil, yeterince büyük ağırlıkta maddi bir faktör olarak da müdahale etti; özellikle de, Çekoslovakya ile ittifakın devamında. O zamandan itibaren, kim silahsızlanma sorununun üzerine gidebiliyor ve bunun nasıl yapılması gerekir. Bu nedenle, o, tam olarak silahsızlanma probleminin çözüm yolunu nasıl ortaya koymak gerektiğini bilmiyor. Her halükârda, o, başından itibaren sonuçsuzluğu apaçık görünen konferansların fanatik karşıtıdır. O, hiçbir gerekçeyle, her üç ayda bir benzer bir girişime karar vermek için konferanslara katılmak isteyen devlet adamlarına izin vermeyecektir. Eğer, silahsızlanma ile meşgul olunmak isteniyorsa; silahsızlanmanın konusunun ne olması gerektiğini ortaya koyarak başlamak gerekir. Bu konuyla ilgili, bombardımanların yasaklanmasını hedefleyen kendi eski önerisin başvuru kaynağı olarak gösterir. Bombardımanları, yerli dikkafalıların direnişini kırmada istisna bir araç olarak gözönüne alan sömürgeci güçler, kendi çıkarlarına ters gelen bu öneriyi reddettiler. Dünyanın değişik bölgelerinde son askeri deneylerin çoğunluğu; bugün, onları, bombardımanların miktarını yükseltmeye doğru götürüyor.
Almanya silahlanıyor, sızlanmayacak. Deniz kuvvetleri anlaşmasının getirdiği yükümlülüklere gerçekten saygılı olacak, bu anlaşmanın sonuçlanma anında Almanya tarafından konulan çekince dışında (Bu çekince, sürekli olarak Rusya’nın silahlanmadığından bilgisinin olması kaydını içeriyor). Bu durumda, deniz kuvvetler anlaşmasında bir yeniden düzenleme kendisini dayatıyor. Fakat, yakın gelecekte böyle bir yeniden düzenleme yapabileceğine inanmak için, Rusya’ın kapasitesine ilişkin o kadar fazla bir bilgiye sahip değildir.
Öte yandan, Çekoslovakya ve Avusturya için de, böyle bir çözüm ortaya koymak akla uygun olurdu. Avusturya ile 11 Temmuz’da varılan anlaşma sonuçlandı; bütün zorlukları ortadan kaldıracağını ümit etmek gerekir. Bu, Çekoslovakya’nın yol üzerinde yükselttiği engelleri bertaraf etmesine bağlı. Ona, kendi sınırları içerisinde yaşayan Almanya’ya uygun gelen biçimde davranılmalıdır ve o zaman o (Führer) gerçekten memnun kalacaktır. Herşeyden önce Almanya için önemli olan, bütün komşularıyla iyi ilişkiler içinde kalmaktır.
Sömürge sorununa gelince; istekleri formüle etmek Almanya’ya ait bir görev değildir. İki olanak var: en başta, özgür güçler oyunu. Bu durumda, Almanya, sömürge gerçeğinde yer alacaktı, buna bir şey söylenemez. İkinci olanak; bu akla uygun bir çözüm olacaktı. Akla uygun kararlar, hukuk üzerine temellendirilmelidir; diğer bir deyişle; Almanya, eski sahip olduklarını ileri sürebilir; her bakımdan uluslararası düzenin güç üzerine değil de, hukuk üzerine kurulacağı ilan edildiğinde; Führer, tamamen yukarıda söylenenle aynı düşüncededir. Eğer bu yeni düzenin başlangıcı 1914 tarihine uzandırılacak olsaydı; bu sevindirici de olurdu. Şeylerin yeni düzeniyle, Almanya, kendini olağanüstü derecede avantajlı bir durumda bulurdu. Führer, Sömürge sorununda, Almanya’nın isteklerini formüle etmeye ihtiyacı olmadığını tekrar eder. Hakkı olan topraklara yerleşmesi yeterlidir. Şu veya bu Alman kolonisini teslim etmek onlara rahatsız edici görünüyorsa; İngiltere ve Fransa da, kendi önerilerin yapsınlar. Bu taleplerle, Almanya, hırstan veya büyük güç olmayı hedeflemiş olmaktan ilham alan askeri amaclar izlemiyor. Amanya’nın, ne olursa olsun, stratejik yollardaki bir köşe kapma biçiminde bir yükümlülük alma tasarısına ihtiyacı yoktur; o, sadece ekonomik nedenlerle, tarım ürünleri ve hammadde ikmali yapmak için sömürgeler istiyor. O, askeri operasyonların gerekeceği ve çok tehlikeli uluslararası karışıklıklara yolaçacak yerlerde bulunan sömürgeler istemezdi. Aksi halde, İngiltere, stratejik düzen nedenleriyle, şu veya bu bölgeyi Almanya’ya teslim etme olasılığına hak vermez, o, bunun yerine başka olanaklar sunabilir.
Bununla birlikte, bir şey kesindir, o da, Almanya’nın, ne Sahara’yı, ne de, Akdeniz’e açılan toprakları sömürge sıfatıyla kabul etmeyeceğidir, çünkü; iki dünya imparatorluğu arasında bulunmak ona çok tehlikeli görünüyor. Tsingtao ve Kiao-tcheou aynı derecede tehlikelidir.
Reich Dışişleri Bakanı, Baron Von Neurath SDN sorunuyla ilgili; SDN’den çıktıktan sonra, sadece sözlerle değil, pratik tutum perspektifiyle hareket etmek söz konusu olduğu zaman; Almanya’nın asla uluslararası işbirliğinden kaçınmadığı gözlemini yapar. Örnek: İspanya işine müdahale etmeme sorununa Almanya’nın katılması.
Führer, kendi açısından; Almanya-Polonya ve Almanya-Avusturya sorunlarının çözümünü de, hatırlatır; Çekoslovakya ile de akla uygun bir çözüme bulunabileceğine olan umudunu da ifade eder.
Lord Halifax, belli konular üzerinde Führer’le tam bir görüş birliği içinde olmadığı, ama; bunlar devam eden görüşmelerde, belirleyici öneme sahip olmayan şeyler olduğu için, uzun süre bunlar üzerinde takılıp kalmaya da, niyeti olmadığı cevabını verir,
Karşılıklı olarak, bugün iki Hükümet temsilcileri arasında, açık ve geniş açıklamalardan sonra, Chamberlain ve İngiliz Hükümeti, bunu kutlayacaktır, şu veya bu sorun üzerinde görüşmelere devam edilebilir. Simon ve Eden’in ziyaretinin takibeden süre içinde gerçekleşmemiş olması çok üzücüdür. Fakat, şimdi bu görüşmeyi başka müzakereler izlerse; bu, kamuoyunda en iyi etkinin ortaya çıkmasına yolaçacaktır.
Führer, Alman-İngiliz ilişkisini uzatmayı, her diplomatik yoldan öne almayı tasarlıyor, çünkü; müzakerelerin somut sorunlara yöneltilmesi önerilirse; bu çok iyi hazırlanmalıdır. Bu tür birçok görüşmenin başarısızlığı, herşeyden önce yetersiz bir hazırlıktan ileri geliyor. Bir konferans, görüşmelerin hazırlık çalışmalarının son gözden geçirilişinden öte bir anlama gelmez. Sömürge sorunu, ona öyle geliyor ki; her iki tarafın derin bir görüş ayrılığına sahip olduğu ve olağanüstü karmaşık bir sorundur. İngiltere ve Fransa’nın iyi anlamaları gerekir ki; eğer, onlar, almanların koşullarını kabul etmek için, ilkede görüş birliğine varırlarsa; bu anlamda, Almanya, taleplerini formüle edebilir ve bunların uygun bir kabul göreceğini umut edebilir.
Akşam yemeğinden sonra, Lord Halifax, İngiliz-Alman ilişkisinin yenilenmesi sorununa döner ve hükümet temsilcileri arasında, bir kez daha doğrudan görüşmeler önerir. Temelde, bu görüşmeler yararlı olacak, fakat; kamuoyunda da büyük bir etkide bulunacaklar. Bu doğrudan görüşmelerin tarihini geriye atmak, bir hayal kırıklığına yolaçacaktı. İngiltere’de, Reich Dışişleri Bakanı’nın ziyareti çok bekleniyordu ve bu ziyaretin, “Leipzig” ve “Almanya” da araya giren karışıklık nedeniyle gerçekleşememiş olması, çok hayal kırıklığı yarattı. İngiliz ve Alman temsilcileri arasında yeni görüşmelerin gerçekleşmesi de iyi olacak. Aynı vesileyle, sömürge sorunu da ele alınabilecek. O, İngiliz Hükümeti’nin bu sorunu tartışmaya gerçekten hazır olduğunu tekrar eder. İngiliz Hükümeti’nin, sömürgeler sorununu, ancak genel düzenlemenin bir unsuru olarak ele alabileceği gerçeğini de, eklemek gerekir. Aynı anda, geniş bir cephede, bütün sorunların düzenlenmesini çözmeye girişmek uygun olur.
Führer, geniş bir cepheye yayılan bir tutum, kesinlikle iyi bir hazırlığı gerektirir. Ona göre, (Önce tek tek sorunlarda yetersiz sonuç olarak tesbit edilenlere kadar tartışmak, ardından yetersiz sonuç elde edildiği kabul edilen bütün sorunları müzakere etmek) sorunları yetersiz olarak tesbit edilen bir sonuca kadar azaltmadan önce, bütün sorunları müzakere etmeye soyunmamak, daha tercih edilebilir bir yöntemdir. Beklemek gerekir. İki gerçekçi halkı, alman ve İngiliz halkını, görülmemiş bir felaket korkusuna terketmemek gerekir. Deniliyor ki; eğer, biri veya diğeri oluşturulmazsa; Avrupa’da, felaketin eli kulağındadır. Bolşevizm, işte tek felaket. Geri kalan herşey düzenlenebilir. Felaket psikozu, kışkırtıcı ve kötü niyetli bir basının eseridir. Bugünkü uluslararası durumun 1912-14 arasındakiyle tam olarak aynı olduğunu öne sürmek bir yanlışlık olurdu. Arada, savaşın yarattığı fark ve bunun öğrettikleri olmasaydı; böyle düşünülebilirdi; bu da politik gerginliğe varır. Burada, birkaç yıl boyunca, güncel problemlerin, tamamen başka bir biçimde ortaya çıktığı söylenebilir. Eğer, Doğu-Asya’da ve İspanya’da, durum düzenlenirse; belki de daha kolay çözümler ortaya çıkacak. Eğer, bugün şu veya bu problem çok karmaşık ise; sakin bir şekilde iki veya üç yıl beklenebilir.
Basın sadece uğursuz bir rol oynuyor. Bütün gerginliğin onda dokuzuna basın sebep oluyor. İspanyol Krizi ve Fas’ın Alman birlikleri tarafından işgal edildiği iddiası; sorumsuz bir gazeteciliğin tehlikelerini çarpıcı biçimde gösteren örneklerdir. Uluslararası ilişkilerdeki gerginliği yatıştırmak; korsan gazeteciliğin sonunu getirmek amacıyla, bütün ulusların işbirliği yapması anlamına gelecekti.
Lord Halifax, basından doğan tehlikeler konusunda, Führer’in görüşlerine katılıyor. Kendi açısından o da, İngiliz-Alman müzakerelerinin iyi hazırlanması gerektiğini düşünüyor. Çıkışında, Chamberlain, ona, Lord Halifax’ın Almanya’yı ziyaretinin basında gerçek-dışı bir şekilde yorumlanması riskini gönüllü olarak güvenceye aldığını açıkladı, çünkü; bu ziyaret, iyi yönde bir adım atmaya olanak sağlayacaktır. Sadece iki tarafın aynı amacı hedeflemesi gerekir, biliniyor: Avrupa’da barışı kurmak ve sağlamlaştırmak.
Bunun üzerine, Lord Halifax, görüşmeler için teşekkür etti ve İngiliz Başbakanı’na gerçek bir rapor sunacağını açıkladı. Kendi açısından Führer de, Lord Halifax ile uzun ve nazik bir görüşme yapmış olmaktan duyduğu memnuniyeti ifade etti ve Lord Halifax’ın biraz önce ifade ettiği amacı (Avrupa barışı), Almanya’nın çekincesiz kabul edebileceğini açıkladı. Onun gibi, dünya savaşında yer almış bir asker olan bir insan artık savaş istemiyor. İngiltere ve bütün ülkelerde aynı eğilim egemen oluyor. Sadece tek ülke, Sovyet Rusya, genel bir karışıklıktan kazançlı çıkabilirdi. Bütün diğerleri, yürekten, barışın sağlamlaştırılmasını istemektedir.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Benzer Konular

Eren Değerli
Cevap
1
Görüntüleme
308
cihanyurdakul
TheNightMare.
Cevap
0
Görüntüleme
373
TheNightMare.
TheNightMare.
Cevap
0
Görüntüleme
439
TheNightMare.
Cevap
0
Görüntüleme
469
ANIL
Cevap
1
Görüntüleme
505
The SLayeR


Üst Alt