Esİr Şehrİn İnsanlari

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Albert Einstein

Albert Einstein

Üye
    Konu Sahibi
Esİr Şehrİn İnsanlari
ESİR ŞEHRİN İNSANLARI


« Teslim olmak başka şey , esir düşmek başka ;
Seni sevmek başka şey hürriyet , uğrunda dövüşmek başka ! »

Barselona’dan Midilli adası önlerini on beş günde zor tutan, çaptan düşmüş, eski bir şileple üzerinde kuru yemiş yazan sandıklarda, Bolşeviklere yenilmiş Vrangelin beyaz ordularına kaçak silah götürülmüş, aynı şileple Abdülhamid’in yükünü tutmuş vezirlerinden Selim Paşa’nın oğlu mirasyedi Kâmil Beyle, karısı Nermin Hanım İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır. Kâmil Bey karısına hissettirmeden deniz üzerinde serseri mayın gözetler. 1914 savaşı başladığı sırada Saint Tropez’de bir İspanyol ahbabının yanında kalmışlardır. Kâmil Bey savaşa başlarken olayları gözden geçirmiş son altı yılda memleketin 10 Temmuz Meşrutiyet ilanı, 31 Mart olayı gibi iç sarsıntılarla, Trablus, Balkan gibi utandırıcı yenilgiler gördüğünü ve bu uluslararası boğuşmadan yurdunun hiç bir çıkarı olmadığını, tersine uzun süredir İmparatorluğu aralıksız tartaklayan Batılı büyük devletlerin kıyasıya kapışmasını fırsat bilip kendisini toparlamasının akıllıca olacağını düşünmüştür. Bu açıdan bakılınca Osmanlı İmparatorluğu mutlaka savaş dışı kalmalıydı. Kâmil Bey bu hesaba uyarak İspanyol dostu prensin Kardobadaki şatosunda sonbaharı birlikte geçirme teklifini de hiç duraksamadan kabul etmişti.
Osmanlı İmparatorluğunun 1915’de savaşa balıklama girdiğini şatoda öğrendi. Akdeniz’deki İngilizlerden kaçarak Çanakkale’ye sığınan iki Alman zırhlısı , o sırada bir sandal bile ısmarlayamayacak durumda bulunan Osmanlı İmparatorluğu tarafından satın alındığına dair itilaf devletlerinin ( İngiliz-Fransız-Rus ) inanmış görünmesi ve gemilere Yavuz ve Midilli adları konularak Türk bayrağı çekilmesnin üzerinden çok geçmeden bu gemiler Karadeniz’e açılıp oradaki Rus limanlarını top ateşine tutmuşlardı. Böylece temelleri çatırdayan Osmanlı İmparatorluğu zorla Almanya’nın yağma savaşına boylu boyunca sokulmuştu. Savaşa girildikten iki gün sonra Kâmil Bey Madrid büyük elçiliğine baş vurarak durumunu öğrenmek istedi. Elçi, rahmetli babasının dostlarındandı. Kâmil Bey’in Fransızcayı ana dili gibi konuştuğunu sonrada Oxford’u bitirip İtalya’da yıllarca çalıştığını, İspanyolcayı da rahat okuyup konuştuğunu biliyordu. Ona elçilikte tercüman olarak kalmasını teklif etti, oda parasız olarak görevi kabul etti. Üstelik eşinin doğumu yaklaşmıştı. Madrid’deki bir konağa yerleştiler. Sarıkamışta doksan bin kişilik orduyu kaybeden Osmanlı İmparatorluğu Kutülamere’de İngilizi bozup generalini tutsak almıştı. Tih çölünü aşıp Süveyş Kanalı’na dolaşmaya başlamıştı.Savaş cehennemi hızla sürüp gidiyor, Alman-Avusturya, Alman-Bulgar takımlarının pes etmesine doğru dolu dizgin ilerliyordu. Yinede kimse barışa yanaşmıyordu. 1917 Mart’ında iç yüzü pek anlaşılmayan bir devrim patlak verdi Rusya’da, gelişip yayıldı ve sonunda Anadolu’nun büyük bir parçasını yuttuğundan kimsenin şüphesi kalmayan Çar orduları dağılıp topraklarımızdan çekildiler. Arkadan Birleşik Amerika Almanya’ya karşı savaşa girdi. Bu arada Kâmil Bey’in emlaktan gelen paralar kesildi. İstanbul’daki mülklerini ve karısına aldığı elmasları ucun ucun satarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı.
Mondoros Mütarekesi imzalanıp Osmanlı İmparatorluğu pes edince Kâmil Bey’in para durumu tepe taklak oldu. Memleketten İttihatçı komandolar sıvışmış, işgal altındaki İstanbul’da savaş zenginleri birer köşeye sinip, çarptıkları paraların üzerine oturduklarından ortada emlak alıcısı kalmamıştı.
1919’da yüzde yüz barış beklenirken Yunanlıların İzmir’e asker çıkardıkları ve vuruşmaların başladığı öğrenildi. Kâmil Bey önce Londra’ya oradanda Paris’e atlayıp dayanılmaz bir hal alan para sıkıntısına bir çare ardı. Avrupa alt üst olmuştu. Savaşı kaz******r talan peşine düşmüşlerdi. Kâmil Bey bir süre daha Madrid’de şaşkınlık içinde oyalandı. Sonunda durmanın yararsızlığını anlayarak varını yoğunu satlığa çıkarıp Barselona’dan kendini ve eşini bir külüstür şilebe attı. Geminin salonunda Kâmil Bey’in kızı Ayşe, sofranın şeref koltuğunda oturuyordu. Kaptan, yemekte Bolşevikler’den söz açtı sonra birden lafı Türkiye’ye getirip Kâmil Beye sordu :
– Ne diyorlar sizin Sosyalistler bu işelere ?
– Bizde Sosyalist yoktur.
– Yok mu ? Olmaz böyle şey... Sosyalistsiz memleket olmaz !
– Bildiğim biz ayrılmadan önce yoktu.
– Ne zaman ayrıldınız ?
– 1912’de...
– Sosyalistsiz bir memleket ! Kutsal kitabın yazdığı cennet... İnanılır şey değil ! Eğer sizde sosyalist yoksa biz Yunanlıları neden çıkardık öyleyse ? Geçenlerde okudum, sizde bir takım adamlar Bolşeviklik istiyormuş,başlarında da bir paşa varmış, Mustafa Kemal Paşa!
– Bolşevikmiymiş Mustafa Kemal Paşa ?
– Elbet Bolşevik. Bolşevik olmasa savaştan yana olur mu ?
Gemi süvarisi, sonra Bolşeviklikten yana atıp tutmaya başladı.
Çanakkale’ye öğle üzeri varıldı. Kâmil Bey, vapura gelen satıcılardan çeşitli haberler edindi. Ortalıkta bir manda
lafıdır gidiyordu. İstanbul’a indikleri gün Nermin’in eniştesine gideceklerdi.
Geminin adı Marie Galante idi. Anlamı Aziz Meryem olan gemi adı, Kristof Kolomb’un ilk sefere çıkışındaki üç yelkenlisinden birinin adıydı. Gemi Ahırkapı Feneri’ni dolanıp limana girerken herkes güverteye üşüşmüş, İstanbul’u seyre dalmıştı. Yabancı gemiler boğazı doldurmuştu.
Kâmil Bey’in kulağında birden, karısının İstanbul’u görür görmez ‘ Ah canım İstanbul’um ’ avazesi yankılandı. Gemiden iner inmez karısı Nermin’in eniştesine gittiler.
Bir İngiliz Entellicens servis subayı merakla her şeyi tetkik ediyor, her konuşulana kulak kabartıyor ; enişte bey İngiliz Dostları Cemiyeti’nin kurucu üyesi olmuştur, derneğin başında Sait Molla vardır. İngiltere’den rahip Fruw bu derneği güçlendirmek için yola çıkarılmıştır.
Kâmil Bey, İngiliz misafir Sir Henry Dickson’a İngiliz Dostları’na kaç üye kaydolduğunu sorar. Aldığı karşılık : Geçen ay yazılanlar elli bini aşmış, belki bu güne kadar altmış bin olmuştur. Kâmil Bey « bu rakamda biraz abartma var gibi geliyor bana. Ben İngiltere adasının haritadaki yerini bilenlerin bile aramızda bu kadar olmadığı kanısındayım » der. İngiliz, « aydınlardan çok halka gidilmelidir. Bir yanında Türk, bir yanında İngiliz bayrağı olan bir vesika dolduruluyor resimli; işgal kuvvetlerinden bu vesikayı alanlar kolaylık görüyorlar » der.
İngiliz, Kâmil Bey’e « İktisadi durumunuzun savaş sırası bozulduğunu duymuştuk. Size bir yardımımız dokunabilir mi ? » diye sokulur. Birden Şirketi Hayriye hisse senetleri olup olmadığını sorar. Karşılık alamayınca , « Boğaziçi vapurlarına Fransızlar el atmak istiyorlar. Biz razı olmuyoruz. Eğer Şirketi Hayriye hisse senetleriniz varsa yüksek fiyatla hemen satın alabiliriz »der. Kâmil Bey hayretle karşılık verir :
– Aklımda kaldığına göre, bu çeşit hisse senetleri, Türklerden başkasına satılmaz diye arkasında yazılıdır. Tüzüğüde böyledir.
– Tüzükler değişir, değişmese de Türk-Fransız olanlar hiç mi yok aranızda ?
Bu sözüyle Kâmil Bey’in de Türk-İngiliz olabileceğini ima etmişti.Kâmil Bey anlamazlığa vurmuştu:
– Olmaz mı ? Şu halde artırmaya binecek... En çok verenin üstünde kalacak bizim Boğaziçi vapurları, desenize...
– Hayır! Biz de, Fransızlar da açıktan açığa rekabete girişmek istemiyoruz. Demek bu şirkette yok hisseniz... Aklımda yanlış kalmış... Ya bir başka Kâmil Bey var, ya ona benzer başka bir ad... Sizinle ilintilerimizi zorlaştıran bir mesele de soy adı taşımamanız. Herkes Mehmet, herkes Ahmet... Yanılmışım, özür dilerim... Ama gene de yardım edebiliriz birbirimize. Musul petrollerinde oldukça önemli hisseniz olduğunu biliyorum. Osmanlı hanedanı çoktan satmaya başladı hisselerini. Geçenlerde, Abdülhamid’in kızlarından Şaziye Sultan’a küçük bir hisse için on bin İngiliz altını verdik. Aslında biliyorsunuz, Musul ve çevresindeki petrol alanlarının gerçek sahibi Abdülhamiddi. İttihatçılar elinden aldılar... Biz, bunu olup bitti sayabiliriz. Barışta bu topraklar mutlaka sınırlarınız dışında kalacak. Kılıç hakkının ne demek olduğunu siz Osmanlılar daha iyi bilirsiniz. Hiç bir şey ödememek de mümkündü fakat İngiliz İmparatorluğu eski düşmanlarının ülkiyet haklarına bile saygılıdır. Sizin hisseniz Şaziye Sultanınkinden pek fazla değilse de az da değildir.
Kâmil Bey gülümsüyordu. İngiliz subayı birden değişmiş, soylu savaşçılıktan madrabazlığa geçip eskici Yahudilerin kelimeleriyle konuşmaya başlamıştı.
– Enişteniz dostumuzdur. Sizinle dost olmamamız için de hiç bir sebep yok. Hisselerinizi bize satmamanızda...
– Bir yanlışlık olacak Sör, benim petrolde hissem yok, Kerkük’te bir takım topraklarım var.
– Evet, bilyorum. Petrolü mahsus söyledim. Bu toprağı satın bize...
– Hiç düşünmedim. Rahmetli babam toprak satmayı sevmezdi. Vasiyeti var bana.
– Osmanlı vatandaşısınız! Savaştan sonra dünya çok değişti. Bunu sizin gibi bir insana kolayca söyleyebilirim.Savaştan sonra Osmanlı vatandaşları için dünyada yaşamak pek kolay olmayacak gibi.
– Topraklarımı satarsam svunacak mı beni İngiliz İmparatorluğu ?
– Aslında İngiliz İmparatorluğuna atacak değilsiniz topraklarınızı... Gülbenkyan adında bir vatandaşınıza satacaksınız. Toprağıızı bir Ermeniye satmakla savaş içinde işlenen Ermeni Kırımı usçundan da temizlenmiş olcaksınız, bir bakıma...
– Suçlumuyum ki ? Olay terinden binlerce kilometre uzakta olmama rağmen...
– Manevi suçluluktan, diyelim.
Herkes odalarına dönünceye kadar konuşma bu şekilde sürer. Kâmil Bey bütün baskılara karşı durur, elli bin altına bile olmaz deyip dayatır.
Odalarına dönünce Kâmil Bey, karısının da aynı ağızdan konuştuğunu duyunca kumpasa sıkıştırıldığını anlar. Eniştesi Nermin’e : « kocanı kandırıp topraklarını İngilizlere satmaya razı edersen sana bir elmas yüzük var » demiştir. Bunun üzerine Kâmil Bey iyice bunalarak hemen Serencebeydeki konağa taşınmaya karar verir. Bir gün Bağlarbaşındaki, anneannesinden kalma konağı görmeye gider. Bina haraptır, oturulacak halde değildir. Tamir edilip edilemeyeceğini öğrenmek için Nuh Kuyusu’nda bahçeli kahveye giderler. Orada eskiden tanıdığı Cemal Usta’yı sorar. Ustayı bulur ve usta uzun hesaplar sonunda onarım için yedi yüz lira ister. Ama KâmiBey’in o sırada bu parayı verecek durumu yoktur. Kara kara düşünürken usta köşkü ne yapacağını sorar. KâmiBey’in hiç bir fikri yoktur. Usta, köşkün yıkıcıya verilmesini ve yıkıntıdan sokağa atılsa bin bin beş yüz lira gelebileceğini söyler. KâmiBey buna çok sevinir ve hemen kabul eder. İşe ertesi gün hemen başlanır ve onarım on beş gün içinde bitecektir.
...
Nermin Hanım bavulları taşıdıktan sonraköşke girer. Evi dolambaçlı bulur. Eski eşyalara küçük parçalar katarak evi zevkle döşer, yerleşir.
16 Mart 1920 sabahı, KâmiBey bahçede çalışırken Cemal Usta gelir ve İngilizler İstanbul’u işgal ettiğini, kan gövdeyi götürdüğünü, Beyazıt Fatih taraflarında on on beş ölü bulduğunu bildirir. KâmiBey şaşırır :
– İnanılır şey değil... İşgal altında olan bir şehri neden tekrar işgal etsinler. Tutuklamışlar mı kimseyi ?
– Duymadım.
Ertesi gün işgal sırasında beş Türk askerinin öldürüldüğü, bunların Şehzadebaşı karakol erleri oldukları ve uykuda iken şehit edildikleri, Harbiye Nezareti Genel Kurmay Başkanlığı, tersaneler, kışlaları işgal edilip silahtan tecrit edildikleri sırada hiç bir çatışma olmadığı öğrenilir. Bunun üzerine Kâmil Bey kuşkulu bir kaç gün geçirir.
18 Mart’ta sadrazam olan Salih Paşa sekiz gün sonra çekilir. Yerini Tevfik Paşa doldurur. İngilizler, kimi millet vekillerini mecliste tutukladıklarından, meclis başkanı ile bir takım mebuslar savuşurlar.
Kâmil Bey sıcaklar bastıkça bahçeye inip çalışmaz olur. Gün geçtikçe yoksulluğu artar. Tanıdıklarının çoğu Anadolu’ya geçtiklerinden arayanı soranı da pek kalmaz. Cemal Usta arcılığıyla Anadolu’dan hep kötü haberler alır. Bolu-Düzce ayaklanmasının bir türlü bastırılamadığını, bir yandan Beypazarı’na öte yandan Adapazarı’na doğru baş kaldımanın genişlediğini, Konya ve Yozgat’ta kötü kımıldamalar olduğunu öğrenir. Anzavur, üçüncü kez ortaya çıkmış, Tokat yakınlarında taburlar bozmuştur. Yunanlıların Anadolu’daki genel saldırı söylentileri yayılmaktadır.
Bir gün kapısı çalınır. İmamın kendisini aradığını söylerler. Gider. İmam Mümin Hoca, binbaşı emeklisi Hasan Bey karşılarlar. Bunlar, Anadoluculara karşıdırlar. Her zaman Peyam Sabah Gazetesi okurlar. Cemal Usta konuşmada :
– İttihatçı aranacaksıra değildir. Vatan kurtarmaya el birliği ile çabalamak sırasıdır, diye ortaya bir laf atar.
Topçu binbaşılığından emekli Hasan Bey :
– Orada dur Cemal Usta!... Bu zamana kadar sen hiç vatan batıracağım diye ortaya çıkan gördün mü ? Anadolu’da Milliciler dediğin padişaha, hilafete bağlı mıdır ?
– Elbette. Şüphen mi var ?
Binbaşı yine diretir :
– Bunlar padişahın hakkına göz dikmiş takımıdır.
Kâmil Bey kahvedeki bu çekişmelerden, İstanbul’daki padişah çevresi ile Anadolu’daki Mustafa Kemal taraftarlarının karşı karşıya geldiklerini ve Merdivenköy’den öteye artık Anadolu’dakilerin borusunun öttüğünü anlar.
Kâmil Bey, avukatı ile kira, alacak verecek konusunu gözden geçirince durumunun umduğundan da berbat olduğunu öğrenir. Bir gün okul arkadaşı İhsan, bir dergi işi önerir. Kara Dayı dergisi… Kâmil Bey :????:



– Becerebilir miyim acaba ? Ne iş yapacağım ?
İhsan :
– Sen resimden anlarsın, güzel yazı da yazarsın… Derginin teknik işleriyle uğraşacaksın; sayfa bağlayacaksın, düzeltmeleri yapacaksın… Baskıya, satıcıya koşacaksın… Neden beceremeyesin ki ?
Kâmil Bey’ in zaten işe ihtiyacı vardır ve hemen bu iş kabul eder.

Kemal Tahir, baş döndürücü olaylarla alt üst olan memleketin durumunu şu sözlerle anlatır :
« İslamcılığın üç yüz elli milyona varan kalabalığı, Turancılığın yüz milyonla hesaplanan uçsuz bucaksız hesapları üzerine kurulan hayaller, Balkan bozgunundan sonra, asırlık baskılarla hadım edilmiş sinirlere şehvetli bir kımıldama vermiş, dört yıllık kanlı boğuşma, bu bunak sinirleri, işte bu bitkin kımıldanmanın tam ortasında çekip koparmıştı.
Osmanlı aydınları için, artık geçmişe sığınmaktan başka çare yoktu ama bu sığınılacak geçmişi iyi saptamak gerekiyordu. Anadolu, bir sürgün yeridi ki vaktiyle ucu Avrupa’daki Jön Türklere uzanırdı. Şimdi artık, memleket Jön Türklerden de boyunun ölçüsünü almış bulunuyordu. Oturup hüngür hüngür ağlamaktan başka iş kalmamış gibiydi. »

Nedime Hanım, konuşma arasında « üzerine devrilip İmparatorluğu biz aydınlar mı ezdik, yoksa İmparatorluk üzerimize devrilip bizi mi ezdi ? Sonuç aynı kapıya çıkar. Her halde, zaferden sonra memleket yine bizlere bırakılmamalı. Bu ihanet olur. İhsan der ki : ‘ Meşrutiyet memlekete hürriyeti getirmiş getirmesine ama sonra götürüp hürriyeti , döğüşerek elinden aldığı despot takımına bırakmış yine…»
– Çok doğru… Bütün hata, inkilâbın halktan uzak kalması oldu. Bir de baktık inkilâpçılar padişah damadı oluverdiler. Hem hangi padişaha… Genel merkezde « Beyez öküz » diye alay edilen, konyak düşkünü bir bunağa!… Enver – Cemel – Talat Paşaları zavallı beyaz öküzün oturduğu tahta yaklaştırıp saçak öperlerken gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz ? Bu seferki harekete millet ister istemez, az buçuk damgasını vuracak.
Kara Dayı dergisi ilerleyen zamanda gazete olarak çıkmaya başlamıştır. Bu gazeteye önce Babıâli esnafı çok önem vermez ama zamanla ilgilenir. Şairler, yazarlar haftada bir iki uğrar olurlar. ‘ Nedime Bacı’da buluşalım. ’ parola olur aralarında.
Kara Dayı yazıhanesine ünlü şairler, yazarlar, ressamlar dışında sivil elbise iymiş zabitler, gizli örgüt mensupları da uğrar. Bunların her birinin ayrı parolası vardır. Araya karışan hafiyeler, çoğu kez ürkekliklerinden anlaşılır.
Kara Dayı’nın basıldığı yerde çalışan, kırmızı yanaklı, abdal suratlı oğlanın polis ajanı olduğu bilinmektedir. Bir kere de, göğsü madalyalarla dolu, subay elbiseli biri gelip, Anadolu’ya mühim planlar yollayacağını ve buna Kara Dayı’nın aracılığını istediğini söyler. Ajanlığı her tarafından dökülmektedir. Nedime Hanım hemen, Kara Dayı’nın Anadolu ile hiç bir bağı olmadığını kesinlikle belirtip savar. İdarehanenin karşısındaki kahvede sürekli olarak, bir görevli gözcü durur. Kâmil Bey yarı külâni yarı efendi kılıklı biri tarafından izlenmektedir. Çok geçmeden marangoz Cemil Usta, Bu adamın Bağlarbaşı’nda Kâmil Bey hakkında soruşturma yaptığını kendisine iletir.
Bekirağa bölüğünde, önce hürriyetçileri dayağa yatırıp sonra kulaklarına eğilerek « biraz dişini sık, sakın söyleme, şimdi dayak faslı bitecek » diyen polisler de vardı. O sıra herkesin saygısını toplamış İzmirli Niyazi, Kuvayi Milliyecilerin en güvendiği kişidir. On dört yaşında İzmir cinayet mahkemesine kâtip girmiş, yirmisinde evlenmiş, yirmi dördünde Jön Türklüğe soyunmuş ve her şeyi yüz üstü bırakıp Avrupa’ya kaçmış ve o tarihten beri de her önemli olayın göbeğinde yer almıştır. Niyazi Efendi; 31 Mart’ta Taşkışla’da yobazlarla boğuşmuş, Trablus’a, Balkan’a karışmış, seferberlikte başçavuş olarak bütün cephelerde çarpışmış, Demirci Efe ile birlikte Yunan’a ilk kurşunu sıkanlardan. Biricik oğlunu Rum çeteleri doğramış. On altı yaşındaki kızının ırzına geçmişler. Karısından bir buçuk yıl mektup almamış. Onu görmek için düşman işgali altındaki topraklara gizlice sızmış. Ama orada çok önemli haberler öğrendiğinden karısını blmayı başka sefere bırakıp kıtasına geri dönmüş. O sırada bir basım evinde çalışır görünüyor. Karakol teşkilatı ve Mim Mim grubu ile ilişkisi var. Bu yüzden haftalarca ortada görünmediği olur. Düşmana kini, ikinci bir kalp gibi çarpar onda… Gözü pekliği anlatılmaz. Her zaman Polis Müdürlüğü’nde, Jandarma Merkez Komutanlığı’nda ahbapları vardır. Kara Dayı idarehanesine haftada bir mutlaka uğrar. Nedime Hanım’ı yoklar. Bir uğrayışında Nedime Hanım, Kâmil Bey ile Niyazi Efendi’yi tanıştırır.
Nedime Hanım, Anadolu’dan en doğru haberleri almak için, Niyazi Efendi’nin yolunu bekler. Durum kritiktir. Çerkes Ethem ─ Ordu, Demirci Efe ─ Ordu çatışmaları, namuslu insanların sinirlerini bozmuştur. Öte yandan düşman Eskişehir’e doğru ilerlemektedir. Niyazi Efendi bir takım iyi haberlerle gelmiştir. Çerkes Ethem Bey önceleri cephe kumandanlarıyla geçinememiş, sonra Refet Bey’I bahane ederek Ankara’yı basmaya kalkmış. Mustafa Kemal Paşa az bulunur kumandanlardan olduğunun ispat ederek, hiç duraklamamış, kötülüğü daha büyümeden tepelemeyi kararlaştırmış, 29 Aralık’ta Ethem kuvvetlerine saldırılması emrini vermiş, 5 Ocak’ta Ethem Yunanlılara sığınmak zorunda kalmış.
İnönü’de üç gün üç gece döğüşülmüş. Nihayet düşman eski yerine, Bursa önlerine püskürtülmüş. « Biraz toparlamaya yetecek kadar zaman kazandık. Bu da dehşet bir şeydir. » der Niyazi efendi…
Bir gün tramvay beklerken karşılaştığı okul arkadaşı Ahmet, Kara Dayı idarehanesine bitkin girer. Selam bile vermeden Niyazi Efendi’nin gelip gelmediğini sorar. Dışarıda kar yağdığı halde Ahmet’in suratı ter içindedir :
– Bize yarına kadar otuz dokuz lira lâzım… Der.
Şakalaşıyor sanırlar.
– Neden kırk değil de ouz dokuz, diye de sorarlar.
Ahmet öfkelenir :
– Çünkü paşaoğlu, on bir bin lirası elde…
– Demek elli bin lira lâzım ?
– Ne sandınız… Paraları götürür Avrupa’da tıkır tıkır yersiniz…Sonra kendine gelir. Biz neler konuşuyoruz Yarabbi ? Bu para bulunmazsa şerefsizim kendimi öldürürüm. Nerede kaldı bu Niyazi… Ne ağır, ne vurdum duymaz adam…!
– Yoo! Niyazi ağabeyime laf söyletmem…
– Niyazi ağaBey’inize!… Siz, kuzum, İnebolu’ya götürülmek üzere gemiye yüklenmiş bin ton cephane ne demektir bilir misiniz ?
Nedime Hanımla Kâmil Bey bir ağızdan sorarlar :
– Bin ton cephane mi ?
– Haliç’te bin ton cephane vardı. Aylardan beri gönderilemiyordu. Vapur bulamamıştık. Sonunda Niyazi Efendi on bir bin liraya Ararat isimli bir vapur buldu. Yarısı peşin yarısı İnebolu’da. Bu vapur boyanmak bahanesiyle Haliç’e girdi. Kasımpaşa ile Fener arasında bir şamandıraya bağlandı. Hamallar ikiye ayrıldıkları için bir gecede bitirilemeyen işler tehlikeli. Salih Reis, en güvendiği elemanlardan bir ekip hazırlayacak, teker teker yükleme yerine yollayacaktı. Mim Mim grubu da bu işe ayırdığı arkadaşları ardiyeye birer ikişer gönderdi. Yüklemede vinç kullanılmıyordu. Bu yüzden üç gecede ancak altı yüz elli ton yüklenebildi. Dördüncü gün yani dün, vapurun Haliç’te bulunmasının tehlikeli olacağı haberini aldık. Fazla beklemeden Sirkeci Rımtımı’na yanaşması gerekiyordu. Dün çektiğim azabı anlatamam. Sanki bütün istanbul halkı hafiye olup peşime düştü. Gemiye gidip haber vereceğim… Sonunda haberi başka biriyle gönderdim. İngilizler pirelenmiş. Üstünkörü bir araştırma… Düşünün, yalnız kırk bin Mavzer mermisi var. Gülleleri saymıyorum. Bu sabah Ararat’I Sirkeci Rıhtımı’nda gördüm çok şükür. Yolcu alıp haraket edcek. Sevinçle ardiyeye geldim. Niyazi efendi telaşla ; kalk birader, mesele çok önemli dedi. Vapuru aldığımız herif hemen görüşmek istiyormuş. Evine gittik. Durum tasarladıkları gibi çıkmamış. Vapuru kurtarmak için İngilizlere rüşvet vermek gerekiyormuş. Kısacası vapur, elli bin lira ile yola çıkabilirmiş.
Saat bir buçukta Niyazi Efendi gelir. Parayı o da bulamamıştır. Çaresiz kalmışlardır. Kâmil Bey, vapuru kiraladıkları adam Rozalti’nin nası bir adam olduğunu, vapurun kime ait olduğunu sorar. Vapur La Fransez şirketinindir. Rozalti şirketin bir memurudur. Kâmil Bey birden hatırlar. Eniştesinin salonunda, bir gece bu şirketin direktörü ile tanışmıştır. O gece direktör, Kâmil Bey’de iyi bir izlenim bırakmıştır. Ahmetle hemen La Fransez şirketine gidip direktörle görüşmeye karar verirler.
Direktör onları iyi karşılar. Kâmil Bey’ı hatırlamıştır. Kâmil Bey hiç hazırlıksız söze başlar :
– Biz vatanımızı kurtarmak istiyoruz. Buna her millet kadar hakkımız var. Yani buraya tüccar müşteriler gibi gelmedik. İstenilen paranın değersizliğini biliyoruz. Bizim için malınızı daha ucuza tehlikeye koymanızı isteyemeyiz. Fakat ilk pazarlıktan sonra… Aradaki fark pek büyük… Hemde beş misli… Bu parayı ödemeyecek değiliz ama şu sırada bulup buluşturmak imkansız…
Direktör söylenenlerin hiç birini anlamaz. Ararat vapuru adını duyunca birden ayılır :
– Şu cephane meselesi mi ? Peki n’olmuş ?
– Elli bin lira…
– Ne elli bin lirası ?
– Vapurdan şüphelenmişler. Bu yüzden parayı elli bine çıkarmışsınız.
Direktörün bundan haberi yoktur. Rozalti’nin arttırmayı kendi yaptığı anlaşılır. Diraktör, en yüksek ücreti, yani on bin lirayı istemiştir. Bin lirayı da Rozalti, komisyon olarak bir Türk’e vereceğini söyleyerek kabul ettirmiştir. Diraktör, işi anlayınca Rozalti’nin işine son vermek ister ise de Kâmil Bey mani olur. Zira herif, cephane işini bildiği için düşmanlık yapabilir. Vapura, kahveci olrak bir adamlarını da aldırmayı isterler. Direktör beş kişi bile koyebileceklerini, ayrıca İnebolu’ya kadar kıyı boyu gitmesi ve tehlike sezerse baştan kara etmesini de kaptana tembih edeceğini söyler ve ekler :
– Bütün dünya ile görüşmeyi göze alan, parasız, yani silahsız döğüşçülere karşı, ben yalnız saygı duyarım. Yolunuz açık olsun.
Kâmil Beyle Ahmet sevinçle çıkarlar.
Ertesi sabah, vapur hiç bir güçlükle karşılaşmadan boğazı geçmiştir. Öğlene doğru Niyazi Bey çıkagelir. Sıkıntı içinde dolanıp durmaktadır. Sonunda baklayı ağzından çıkarır. Ahmet tutuklanmıştır. Her halde Ararat’tan ötürü. Bekirağa bölüğüne atılmıştır. Düşmanın Bursa – Uşak cephesine saldırı plânları ele geçirilmiş, bu plânlar acele Ankara’ya gönderilmek üzere Ahmet’e verilmiş. Ahmet’te Nedime Hanım’a vermiş. Şimdi bu plânları, yarın kalkacak olan Gülcemel vapuruna yetiştirmek için Nedime Hanım’ı mutlaka bulmalıymış.
Kâmil Bey, ne yapıp yapıp plânları ele geçireceğini, Niyazi’ye vâd edrek onu başından savar. Aklından Ahmet’in tutuklanmasının Nedime Hanım’dan gizlenmesi gerektiğini düşünür çünkü Nedime Hanım’ın doğum sancıları artmıştır ve öğrenmesinin tehlikeli olacağı kanısındaydır. Ahmet’i sorarsa da İzmit’e gittiğini söyleyecektir. ????:



Kâmil Bey, Nedime Hanım’ı merak ederek bir ara yanına gider. Nasıl olduğunu sorar ? Yalan üstüne yalan söyler ama pek beceremez ve sonunda gerçeği olduğu gibi anlatır. Şayet yakalanırsa, Nedime Hanım’ı bu işe hiç karıştırmayacağına onu ikna eder. Söz konusu plânları alıp uzaklaşır.
Gece yarısı saat üçte eve döndüğünde karısını yemeğe beklerken uyumuş bulur. Geciktiğinden ötürü münakaşa ederler. Kadın, bu tartışmada hala hanımın anlattıklarını sayar, döker. İngiliz subayların, Kâmil Bey’in son davranışlarından hiç memnun olmadıklarını bildirir. Enişte Bey’in İngilizlere mal satmak üzere bir şirkat kurma hususunda görüşmek için Kâmil Bey’i acele görmek istediğini ve ertesi günü kocasını göndereceğine söz verdiğini sözlerine ekler. Kâmil Bey, bu düşmanla alış veriş işini duymakla tepesi atar. Karısıyla kavgaya varan ağız tartışmasına tutuşur. Tartışma sırasında Kâmil Bey, memleketin durumundan, zaferden söz ettikçe Nermin onu alaya alır. Sonunda, kocasına « ben yoksulluk çekemem » diye tutturur. İyice bozuşup yatarlar.
Kâmil Bey, Niyazi Efendiyle bir gün önce Kara Dayı idarehanesinde konuşup sonra da Nedime Hanımla anlaştıkları üzere, o gün öğle vakti gayet önemli belgeler bulunan bir kuru üzüm sandığını, Tophane Rıhtımı’nda bulunan Gülcemel vapuru kahvecisi Ramiz Efendi’ye verirken suçüstü yakalanır. Sorgusu yapılır. Ramiz Efendi’yi daha önce tanımadığını ve sandıkta belgeler olduğunu bilmediğini söyler. Ararat vapuru hikayesinin polisçe bilindiğini, tatkikat yargıcı önündeki tutanaklar okunurken öğrenir. Sorguda, bilhassa bu işle Nedime Hanım’ın hiç bir ilgisi olmadığında diretir. Sorguda, Nedime Hanım’ın Ararat vapuru işiyle de « hiç bir ilgisi yoktur » der. Sorgu yargıcı, « ama Nedime Hanım direktörle konuşmuş » deyince de « Hayır, direktörle ben konuştum » diyerek suçu zerine alır. Uzun sorgudan sonra, Kâmil Bey bütün zekasını kullanarak Nedime Hanım’ın bu işlerden hiç haberi olmadığına ve ortada suç varsa bu suçu kendi yaptığına sorgu yargıcını inandırır. İfadeyi buna göre yazdırır.
Sorgu yargıcı Ahmet’i getirir Kâmil Bey’in karşısına. Nedime Hanım’ın her şeyden haberli olduğunda Ahmet ısrar eder. Sonunda Kâmil Bey dayanamaz, yargıcın müdahalesine rağmen, bağırarak Ahmet’in Nedime Hanım’a aşık olduğunu, bunu kendisine, evli olduğunu bilmesine rağmen, söylediğini ve Nedime Hanım’ın ona olmaz dediği için iftira attığını söyler.
Ahmet durumu hemen anlar ve bir eliyle gömleğinin yakasını çekiştirerek « ben namussuzum, namussuzun biriyim » diyerek hüngür hüngür ağlamaya başlar. Dışarı çıkarırlar.
Aşk lafını nereden çıkardığına Kâmil Bey kendisi bile inanamaz. Bu sözlerle Nedime Hanım’ın namusuna leke sürebileceğini bile düşünemez. Yalnız bir tek maksadı vardır : Nedime Hanım ele vermemek… Karşısına tanıdığı bir insan kılığında çıkan bu etten kemikten alçaklığı durdurmak…
Sorgu yargıcı Kâmil Bey’e :
– Ramiz’i tanımadığınızı hâlâ iddia ediyor musunuz ?
– Evet, tanımıyorum, ilk göüşüm.
– Ama o sizi tanıyormuş !
– O da yalan söylemiş öyleyse… Bir kelime bile konuşmadım bu admla daha önce.
Ramiz içeri alınır :
– Ulan Ramiz ! Sen Nedime denen o karıyı tanımam dememiş miydin ?
– Evet, tanımam !
– İşte Kâmil Bey söyledi. Sana böyle kağıtları hep o getirirmiş !
– Yalan aman yüzbaşım yalan…!
Ramiz’in iğrenmiş gibi Kâmil’i süzmesi, Kâmil’in hoşuna gider; kaşlarını hafifçe kaldırıp « yalan » anlamında bir işret yapar. Sorgu yargıcı zorlayınca, Ramiz :
– Ben böyle işlere girmedim Beybaba… Devlet, millet sayesinde gül gibi geçinip gidiyoruz şurda…
– Ya Nedime her şeyi itiraf ettiyse ?
– Gelsin, yüzüme desin !… Asla kabul etmem…
– Öyleyse sana iyilik yapmak haram. Bu gece seni bir güzel ıslatsınlar da bak nasıl bülbül kesilirsin ?
Ramiz tam külhanbey ağızıyla uzun uzun anlatmaya başlar. Yargıç sustursa da o yine konuşur. İfadesini verir ve imzalar.
Uzun tartışmalardan sonra, kadının bu işle hiç bir ilgisi olmadığı kesin olarak belirtilir. Sorgudan sonra, Kâmil Bey, gardiyan askere bir lira uzatır. Bir ahali sigarasıyla öte beri aldırtır.
Kâmil Bey, yalnız kalınca, sorguda Ahmet’i namussuz yapıp çıktığını düşünerek üzülür. Ama sonra onun Nedime Hanım’ı ele verişni hatırlayarak, davranışının doğru olduğuna karar verir. Birden, Ramiz’e yapılacak işkence aklına gelir, ama hemen sonra, Ramiz’in onu ele vermeyecek bir tip olduğu inancı endişesini yatıştırır.
Kâmil Bey, gardiyan askerle ahbap olur. Gardiyan İbrahim, Vahap Çavuş adında bir dayakçının Ahmet’i çok dövdüğünü ve bayılttığını anlatır.
Kâmil Bey, bir ara bağırtı duyar. « Yine Ahmet’e işkence yapıyorlar » diye düşünür. Sonra Niyazi Bey’in tutuklanmaması gelir aklına. « Tutuklansa, Ahmetle olduğu gibi yüzleştirirlerdi,yoksa tutuklandı da işkence de öldü mü? » diye geçirir aklından. Bir süre sonra pis yatağa, gözünü kapatıp uzanır.
Ertesi sabah, İbrahim’e, Niyazi’yi sormak gelir aklına. « Senin gibi Çankırı’lı, kısa, kamburca bir adam… » diye anlatır. Gardiyan : « Yanlışın var beyim » der.
– Belki sen görmemişsindir. Yukarı götürmesinler ?
Gardiyan hemen fırlar, gider. Dönüşte Niyazi diye Çankırı’lı biri gelmediğini söyler. Sonra Kâmil Bey’in kulağına yanaşıp :
– Hani Ahmet diye selam saldığın adam vardı ya, keşke selamını götüreydik. Gece kendini asmış… Yatak örtüsünü kesip ip yapmış…
Ahmet’in ölümü Kâmil Bey’i allak bullak eder. « Peki, Niyazi tutuklanmadığına göre, yalanım nasıl çıkıyor ortaya ? » Birden olayları yeniden gözden geçirir. « Bu yalanın muhakkak Niyazi’den çıkması gerek. Niyazi tutuklanmadığına göre, demek ajan…! » Bu karara varınca olduğu yerde sendeler. « Ahmet’in sırtına meğer Niyazi’nin ihanet hançeri saplanmış. »
Kendini karyolanın üzerine bırakır. Böylece ne kadar kaldığını kestiremez. Birden kapı ardına kadar açılır. Sarı benizli, çatık kaşlı bir subayla, üstüne hiç saygı göstermeyen, kalın dudaklı bir çavuş dikilir karşısına. Subay gönülsüz sorar :
– Gazete ister misiniz ? Peyam Sabah getirsinler, diğerleri zaten yasak…
Kâmil Bey, eve haber verilmesini ve çamaşır istediğini söyleyince :
– Yollarız, getirsinler. Traş için de berber gönderilsin, diye emir verir.
Kâmil Bey’i, traştan sonra, Kurmay Binbaşı Burhanettin Bey’e çıkarırlar. Burhanettin Bey hemen söze girer :
– Sizi, karşılıksız bir fedakârlığa itelemişler. Çıkarı olmayan bir yola…
Bu sıra telefon çalar. Her halde telefonda biri Kâmil Bey’i soruyor olmalı ki Binbaşı « Burada. Anlaşacağız. » diye karşılık verir.
– Sizi Roma elçiliğimize kâtip düşünüyorlar…
– Bu teklifinizi yarına kadar düşünmem için izin verin…
– Şimdi asıl meseleye gelelim. Olayı ört bas etmek için bize mutlaka bir suçlu gerekli…
– Bu iş için en uygunu Ahmet Beydir.
– Ahmet Bey öldü. Bize canlı bir suçlu gerekiyor.
– Tamam. Niyazi, İzmir’li Niyazi… Kamburca, kısa boylu…
– Olmaz efendim. Olayı biliyoruz. Yalnız delil yok ortada. Ararat vapuru acentesi kendisini görmediğini söyledi. Niyazi’nin o gece evde olduğuna tanıklık yapanlar var. Gerçeği yalnız siz biliyorsunuz.
– Ben mi biliyorum ? Size hiç bir suçu olmayan Nedime Hanımı teslim edeyim mi istiyorsunuz ?
– Yeniden başlayalım. Yaptığınız lüzumsuz bir fedakârlık. Kendinizi mahvediyorsunuz. Üstelik geçim durumunuz da berbatmış…
– Bana korkunç bir durumu farkettirdiniz beyefendi ! Kendimin, bu kadar alçak bir herif olduğumu bu güne kadar farketmemiştim. Roma baş kâtipliğini nasıl da kabul ediverdim hemen… Oysa burada devlet mi kaldı ki Roma’da elçiliği olsun !… Affedin, rahatsız ettim…
– Hemen heyecanlanmayın canım !… Oturun… Sigara ?
– Sıra Şeytan Adası korkutmacasına mı geldi yoksa ? Bunu da Yüzbaşı bey söylediler eksik olmasınlar… Bakın, biz ikimiz de çocuk değiliz… Memleketi işgal etmiş düşmanla döğüşenleri asla affetmeyen acaip vatan severlerin elinde olduğumu biliyorum.
– Fakat o kadını kurtaramazsınız…
– Ne korkunç bir söz ! Gebe bir kadını, suçsuz olduğu halde mahvederek Roma elçilik baş kâtibi olma teklifini nasıl yapabiliyorsunuz ? Müsadenizle…
Aradan üç gün geçtikten sonra Kâmil Bey’in odasına dalan İbrahim :
– Hadi beyim ! Çabuk… Aman ha… O karagözcü soytarı su dökmeğe çıktı !
– Ramiz Efendi mi ?
– Artık bilemem… Çabuk, ne diyeceksen de… İbriği de al… Elini yıkar gibi davran… Biri gelirse ben öksürürüm. Abdülvahap çavuş az kalmış ki fıkaranın gözünü patlata… Öyle bir sopa çekmiş ki…
Musluk başında sıskası çıkmış, titreyen Ramiz Efendi’yi görür. Sağ gözü kapanmıştır :
– Geçmiş olsun arkadaş ! Size bir şey söylemek istedim de… Kendim için değil, Nedime Hanım için… Kadındır, belki şaşırtırlar… Size yaptıkları gibi « Kâmil her şeyi söyledi » derler. Bir haber yollamak lâzım. Ben hiç bir şey söylemedim. Hani bir Niyazi Efendi var ? Bilmem tanır mısın ? Hepiizi yakan o. Nedime Hanım’a haber salmalı. Ben bunu beceremem. Siz belki bir çare bulursunuz. Nedime Hanım ona körü körüne inanırdı. Niyazi’den sakınsın. Ararat vapuru işinde galiba bizi soymak istedi. Beceremeyince de intikam aldı. Ahmet’in kendini asmasını da arkadaşlara bildirmeli. Nedime Hanım için delil bulamadılar.
Bu sırada İbrahim kapıyı aralayıp seslenir. Ramiz elinin sabununu bile durulamadan yürür. Kâmil Bey karşısındakinin, sözlerinden bir şey anlayıp anlamadığını bile kestiremez.
Öğle üzeri bir teğmenle yanında Abdülvahap çavuş hışım gibi, Kâmil Bey’in odasına girerler. Yukarı götürürler. Giriği odada Nermin’le karşılaşır. Karısı « Bunu bize neden yaptın ? » diye tutturur. Odada enişte beyle İngiliz yüzbaşısı vardır. Kâmil Bey Ayşe’yi sorar. Nermin büsbütün sinirlenir. « Bir de onu mu getirecektim ? Nedir bu başımıza gelen ? » der. Nermin İngiliz yüzbaşısının uyarısı üzerine geri kalan sözlerini Fransızca söyler. Eve bir takım kılıksız adamların gelip Kâmil Bey’in tutuklandığını haber verdiklerini, enişteyi çağıttığını, eniştenin gazetedeki o kadını bulduğunu, kadının bir şeyden haberi olmadığını söylediğini anlatır. Kâmil Bey « Nereden haberi olacak ? » deyince Nermin « Yeter artık, ben çocuk değilim. Yoksulluğumuz yetmez gibi bir de bu bulaşık işlere karıştın. Marifetlerini enişte bey anlattı. » der.
Binbaşı Burhanettin, « Bunca olaydan sonra akıllanmışsınızdır. » şeklinde lafa karışır. Kâmil Bey :
– Kendi kendimi tutuklamışım gibi konuşuyorsunuz. Bir yanlışlık var diyorum size…
– Yanlışlık filan yok. Doğruyu söylemiyorsun. Söylesen hemen bırakacaklar. Enişte bey söz alır. Roma elçilik baş kâtipliğini de kabul etmemişsin… O kadın hakkında her şeyi söyle. İşler onun başının altından çıkıyor.Kurtarmaya çalışman yararsız. Zaten kocası da hüküm giymiş…
– Yani böyle diyerek benim o kadına iftira etmem mi isteniyor ? Benden, gebe ve suçsuz bir kadına iftira etmemi beklemeyin. Sana yalan söylüyorlar Nermin ! Böyle bir kurtuluş yolu olamaz.
Bu laflara sinirlenen İngiliz yüzbaşısı :
– Bir vapur dolusu cephaneyi siz mi bulup yüklediniz ? Evinizden ayrılmadan saldırı plânlarını nasıl ele geçirdiniz ?
Karısı « Bize de acısana o kadına acıdığın kadar ! »
– Siz hamdolsun acınacak halde değilsiniz.
– Biz mi ? Enişte bey olmasaydı vapur param yoktu buraya gelmeye.
Kâmil Bey, birden yüzüne tokat yemiş gibi irkilir.Nermin’de ileri gittiğine pişman olup lafı değiştirir:
– Ayşe’de sen gideli hiç uyumuyor. « Baba baba » diye ağlıyor.
Kâmil Bey, Entellicens servisle burun buruna olduğunu nihayet anlar :
– İşte beni gördün karıcığım. Sağım. Lütfen birisiyle çamaşır yolla. Ayşe’nin gözlerini de öp benim için. Enişte beye size gösterdiği şevkatten dolayı minnettarım. Borcumu, ölmezsem öderim.
Bu sefer enişte bey « Gebe kadınla iki serseri » diye bütün kinini kusar. Mustafa Kemal’e lânetler yağdırır. Kâmil Bey’e para bırakmak istese de o almaz.
Ertesi gün, hapishane müdürü tarafından çağırılarak evden gelen öte beriler verilir.
Bir başka gün, Kâmil Bey’i bir takım koridorlardan geçirerek halılarla süslü bir odaya, paşanın odasına götürürler. Bu kez eskiden yapılan teklifler paşa tarafından yinelenir. Kâmil Bey, suçsuz bir kadına iftira edemeyeceğini tekrarlar.
Bir hafta sonra yargılama başlar. Nedime Hanım hakkında delil bulunamamıştır. Olayda Kâmil Bey’le Ramiz Efendi’den başka suçlu gösterilememiştir. İlk duruşmadan sonra kapalılık kararı da kalktığından Ramiz Efendi’yi Kâmil Bey’in yanına verirler. Mahkemede Yunan saldırısının başladığını duyarlar. Anadolu’dan her gün birbirini tutmayan haberler gelir. Kâmil Bey, Ramiz Efendi’ye dert yanar. « Saldırı plânlarını bizimkilerin ellerine ulaştırabilseydik, yakalanmakla işi berbat ettik. » diye dövünür.
– Aldırma gözüm ! Bizimki kim bilir kaçıncı kopyasıydı. Haber Anadolu’ya vaktinde ulaşmıştır.
Bir ara Eskişehir’in Düşüp, düşmanın Ankara önlerine ilerlediği sözü çıkar.
– Niyazi hergelesini yakalamadıklarına canım sıkıldı.
– Adam sende !… Zaten ölmüş herif…
– Hiç de ölmemiş. Hele namussuz kamburu bir de Milis yüzbaşısı yapıp Sapanca’ya yollamışlar. Siz Niyazi’nin ihanetinden sonra bana da görünmeyebilirdiniz. Aklıma o yalan nereden geldi ?
– Önce şüphelenmedim desem yalan olur. Ama ilk gelişte yakalndık, bunda bir iş var dedim. Yalanı da Nedime Hanım’ı sevdiğinizden söylediniz. Eğer siz o gereksiz yalanı söylemeseydiniz Niyazi’nin ne mal olduğunu çok daha zor anlayacaktık.

Ziyaret başladığında, Ramiz Efendi’nin karısı Fatma Hanım bütün havadisi toplayıp onlara yetiştirir. Böylece günü gününe olayları öğrenirler. Fatma Hanım da polis ve jandarma karşısında nasıl davranılacağı hususunda, kocası kadar pişkindir. Başlarına dikilen nöbetçinin sık sık « yasak » ihtarına rağmen bütün savaş haberlerini bir kulpuna getirip anlatır.
Harp Divanı Başkanı kararda Ramiz’in, kendini körkütük cahil biri olarak tanıtmasına kanar ve berâtine, Kâmil Bey’in de yedi yıl kürek cezasına çarptırılmasına karar verir.
Ramiz, Kâmil Bey’le yalnız kalınca, mahkemede maskaralıklardan ötürü kendisini bağışlamasını ister ve dışarda Nermin Hanım ve Ayşe ile ilgileneceklerini, zaten zaferin yakın olduğunu, yakında onun da özgürlüğüne kavuşacağını söyler. Kucaklaşıp ayrılırlar.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt