Dabbetül arz nedir?

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
pro.engineer

pro.engineer

Üye
    Konu Sahibi
Dabbetül arz nedir?

Kıyamet alametlerinden biri
"dâbbetü'l - arz"ın çıkışıdır.
Peygamber efendimiz şöyle bildirir: "Onun alametlerinden biri, güneşin battığı
yerden doğması ve kuşluk vakti insanların
üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu
alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi
onu kısa zamanda takip edecektir." (Müslim,
Fiten, 118; İbn Hanbel, "Müsned", II, 201) "Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz.
Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar.
Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin
burnunu da mühürle damgalayacak. O
zamanda yaşayan insanlar bir araya
geldiklerinde mü'min- kâfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Müsned", II,
491) Dâbbe kelimesi “canlı, hareket eden varlık”
anlamında kullanılır. Kelime anlamından
hareketle tren, otomobil gibi şeylere de
“dâbbe” denebilir. Mesela, bin yıl önce
yaşamış birisini hayalen günümüze getirsek,
yüz vagonlu treni görse “işte bu dâbbetü'l- arz" diyebilir. Ama bu kelime daha çok
hayvanlar için kullanılır. Burada “Dâbbetü'l - arz acaba tek bir fert
midir? Yoksa bir tür müdür?” sorusu hatıra
gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana
muhatap olması düşünülemez. Bu durumda
onu bir tür olarak görmek daha uygun
olacaktır. Dâbbenin ne olduğu hususunda değişik
yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Alinin
şöyle dediği nakledilir: “Bundan murat
kuyruklu değil sakallı dâbbedir.” Böyle bir
bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği
anlaşılabilir. Dâbbeye “AİDS mikrobu” diyenler vardır.
“Televizyon” şeklinde değerlendirenler
vardır. Hatta “robotlar olabilir” görüşünü ileri
sürenler vardır. Bu son görüşe, zaman
gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir
zekâ verilen robotlar, “efendilerinin” sözünü dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt üst
edeceklerdir. Kur’anda Dâbbe "Dâbbe" kelimesi Kur’anda on dört defa
geçer. Bu kelimenin çoğulu olan “devâbb”
ise dört defa kullanılır. Örnek olarak
bunlardan bazılarına bakalım: "Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her
dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd,
6) “Her canlının (dâbbenin) dizgini Allahın
elindedir.” (Hud, 56) "Allah her canlıyı (dâbbeyi) sudan
yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde
sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört
ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah,
şüphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 45) Neml suresi 82. ayette geçen "dâbbetü'l-
arz" ise, müfessirlerce genelde kıyamet
alameti olarak açıklanır: "Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği
zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da,
insanların âyetlerimize kesin olarak
inanmadıklarını kendilerine söyler." Ayetin zahirine göre, arzdan çıkacak bu
dâbbe insanlara konuşacak, onların İlahi
ayetlere tam inanmadıklarını söyleyecektir.
Buradan hareketle bu dâbbenin radyo,
televizyon, hatta internet olabileceğini
söyleyenler vardır. Çünkü bunlar yerden çıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla
konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde
“Dâbbenin başı bulutlara değecek” denilir.
Bilindiği gibi, televizyonlar uydu
bağlantılıdırlar ve uyduların da başı
semadadır. Dinin helal – haram ölçülerine uyan
insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Böyle
ölçülerden mahrum olanlar ise, daha çok
zarar görürler. Çünkü bu aletler şerde ve
günahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu
tarz kullanımları daha yaygındır. Kanaatimizce dâbbenin konuşmasını dil ile
konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu
yoktur. Bu konuşma “lisan-ı hal” yani hal
diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve
işaretlerinin dili yoktur ama insanlara çok
şeyler söylerler. Dâbbe neler söylüyor? Şu gördüğümüz âlem İlahi ayetlerle doludur.
Ama insanların çoğu bu ayetleri anlamaz,
günlük olayların akışına kapılır, gafletle
günlerini geçirir. Cenab-ı Hak, insanları
uyarmak için zaman zaman felaketler
gönderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir. Kur’ana baktığımızda bazı kavimlere bazı
hayvanların ceza olarak gönderildiklerini
görürüz. Mesela Firavun ve kavmine bit,
çekirge ve kurbağa gönderilmiş, bunlar her
tarafı istila ederek o inatçı insanları
cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini günümüzde de görmek mümkündür.
“Rüzgârın dişleri” denilen çekirgeler kara bir
bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte
ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar
bir şey bırakmamaktadırlar. Keza, Ka’beyi yıkmak için gelen Ebrehe ve
ordusuna sürüler halinde kuşlar gönderilmiş,
bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları özel
taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları
darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur’anda
müstakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, peygamber efendimizin
dünyaya teşriflerinden kısa bir süre önce
meydana gelmiştir. Surede geçen “ebabil”
kelimesi kuşların sürüler halinde geldiklerini
ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir
“semavi bombalama” olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman uçaklarının hedefe
bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup
gelerek o insanları “kendisinden çekirge
sürüsünün geçtiği bir ekin tarlasına”
çevirmişlerdir. Kur’an, göklerin ve yerin askerlerinin
Allahın emrinde olduklarını bildirir.
(Müddessir 31) Allah dilediği zaman bu
askerlerini inatçı kimseleri cezalandırmada
kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah
dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana dönüşür. Gökten bardaktan
boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular
fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve mütemerrit
bir kavim sulara gark olur, tarih
sahnesinden silinir. Bazıları bu tür olayları tesadüfle açıklamaya
çalışabilir. Ama âlemde tesadüfe asla yer
yoktur. Einsteinin ifadesiyle “Allah zar
atmaz.” Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi
Yazır'ın da dikkat çektiği gibi, “bizim tesadüf
olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte İlâhî birer tasarruftur.” Kur'anın bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak her
an tasarruftadır. (Rahman, 29) Şu âlem
yoktan var edilmesiyle Yüce Yaratıcıyı
gösterdiği gibi, atomdan galaksilere
varıncaya kadar her şeyde meydana gelen
faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra
onu kurulmuş saat gibi kendi halinde
işlemeye terketmiş değildir. Bir zerre bile
Onun izni olmadan hareket etmez. "Bir
yaprak bile Onun ilmi dışında yere
düşmez." (En'am, 59) "Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve
doğurmaz." (Fatır, 11) Deli dolu esiyor
görülen rüzgâr, rast gele değil, Onun
emrettiği şekilde eser. Bazen meltem olur
yüzümüzü okşar, bazen fırtına olur, bir "azap
kamçısı" olarak görev yapar. Dâbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu
dâbbenin ahirzamanda insanların büsbütün
yoldan çıkmalarıyla onlara ceza olarak
çıkacağı anlaşılır. Mü’minler imanın
bereketiyle ondan zarar görmezler, ama
isyankâr kimseler bununla cezalandırılırlar. AİDS Dâbbe mi? Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir.
Çünkü bu mikrop daha çok gayr-i meşru
beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır.
Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte
bulunanlar daima olmuştur ama hiçbir
zaman bu beraberlikler günümüzdeki çılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu açıdan
AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak
değerlendirmek gayet makul görülmektedir. Hatta Hz. Süleymanla alakalı Kur’anda
anlatılan şu olay, dâbbenin bu cihetine bir
işaret olarak görülebilir: Hz. Süleyman'ın, cinleri büyük binalar,
heykeller vb. yapımında çalıştırması
anlatıldıktan sonra, şöyle denilmektedir: "Eceli gelip de Süleyman’ın ölümüne
hükmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir
ağaç kurdu (dâbbetü'l- arz) ölümünü onlara
fark ettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler
anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o
meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 14). Rivayete göre Hz. Süleyman onları bu işte
çalıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde
onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken
Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler
Onun vefat ettiğini anlamadılar, çalışmaya
devam ettiler. Bir ağaç kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz.
Süleyman yere düştü. Cinler Onun vefatını
ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı
bilselerdi bu şekilde bir azap içinde
çalışmaya devam etmezlerdi. (Not: Burada nazara verilen Hz. Musanın
bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve
ağaç kurdunun bunu kemirmesi, içten içe bu
sistemi yıkmaya çalışan komitelere bir işaret
olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu
Allah bilir.) İşte bu dâbbe Hz. Süleyman’ın bastonunu
kemirdiği gibi, dâbbetü'l- arz dahi AİDS
mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde
haddini aşan bazı insanları kemirip onları
mağlup etmesi mümkündür. Ama “dâbbe AİDS midir?” denilirse “evet”
demek bir takım sıkıntıları beraberinde
getirir. Çünkü AİDS dâbbe hakikatinin bir
parçası olabilir, ama onu tümüyle ifade
etmeyebilir. Meseleye şu açılardan bakmakta yarar
görüyoruz: Ayette geçen "dabbe" kelimesinin elif
lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış
olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir
varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede
kullanılan “the” takısı gibi Arapçada “el”
takısı vardır. Dâbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine,
hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret
gibidir.) -Delalet etmek ayrı, tazammun etmek
ayrıdır. Dâbbe kelimesi AİDS veya kötüye
kullanılan televizyonu içine alabilir, ama
onlara kesin bir delaleti yoktur. -Din bir imtihandır. İmtihanda ise “akla kapı
açılır, irade elinden alınmaz.” Böyle olunca,
kıyamet alametlerinin herkesin görüp
anlayacağı şekilde çıkmalarını beklemek
yanlış olur. Mesela alnında “bu kâfir” yazan
bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı düzeltecek bir
mehdinin zuhurunu gözlemek, Ashab-ı
Kehfin tekrar mağaralarından çıkmalarını
intizar etmek gibi rivayetleri tam
anlamamak anlamına gelir. (Rivayete göre
ahirzamanda insanlığa çok büyük zararlar verecek biri çıkar. Deccal denilen bu şahsın
alnında “bu kâfirdir” yazısı bulunur.
Peygamberimizin neslinden gelen Mehdi
buna karşı mücadele eder. Mehdi zamanında
mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan
uyanırlar. Demek ki Mehdi, üçyüz yıldır uykuda olan gençliği uyandırır. Onun mühim
bir kuvveti gençlerden meydana gelir. Çünkü
Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım
gençler olduğu açıkça ifade edilmektedir.) -Ayetlerin bir kısmı muhkem, bir kısmı
müteşabihtir. Yani bazı ayetlerin manası
açık iken bazılarında bazı kapalı yönler
vardır. Benzeri bir durum hadisler için de
geçerlidir. Bu tür kapalı manaları “ilimde
kökleşmiş zatlar” anlayabilirler ve bunların tevillerini yaparlar. -Te'vil, "bir delile dayanarak, lafzın
muhtemel manalarından birini tercih
etmektir.” Te'vilde bir katiyet olmayıp,
"mümkün bir ihtimal" söz konusudur. Bu
cihetten, müteşabih ayetlerle ilgili te'viller,
kanaat verebilirse de kesinlik ifade etmezler. Bunlarla ilgili nihai hüküm ve söz,
Cenab-ı Hakk'ındır. -Müteşabih manalarda nihai söz Cenab-ı
Hakk'ındır. "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır.
O'ndan başkası onları bilemez... " (En'âm,
59). "O gün sırlar ortaya çıkacak" (Tarık, 9)
ayetinin hükmüyle, sırlar kıyamet günü
bildirilecek, "Allah kıyamet günü, ihtilafa
düştüğünüz şeyleri size açıklayacak"
ayetinin manası görülecektir. (Hacc, 69) SONUÇ Baştan buraya kadar yaptığımız nakiller ve
değerlendirmelerde herkesin tam kanaat
getireceği bir sonuca varmadığımız, konuyu
bir derece muallâkta/ askıda bıraktığımız
görülür. İnsanın ilmi sınırlıdır. Mesela “zaman nedir,
ruh nedir” gibi sorulara çok net cevap
veremeyiz. Hatta bazı kevni gerçeklerde de
bir derece bilinmezlik söz konusudur.
Sözgelimi atomun ne olduğunu tam
bilmiyoruz, hayatın muammasını tam çözmüş değiliz. Demek ki bazı meseleler gül goncası
gibidir, bir yaprağı araladığımızda aralanmayı
bekleyen başka yapraklar karşımıza çıkar.
Bize düşen, bilinmezleri bilme yolunda
uğraşı vermek, gayret göstermektir. İnsanın
bu tür sırlı meseleleri araştırması sisli bir denizde yapılan seyahate benzer. İnsan
böyle bir seyahatte önündeki kayaları ve
ilerdeki kıyıları çok net göremez. Ama bu
gizemlilik, bu seyahate ayrı bir güzellik
katar. Kanaatimizce meselenin bu tarzda ele
alınması daha isabetlidir. “Bundan murat
şudur” diyenler yarın öyle olmadığını
gördüklerinde mahcup olabilirler. Kesin
hüküm vermek yerine “Bundan murat şu
olabilir.” demek daha yerindedir ve ihtiyata daha uygundur. Çünkü, “De ki: Gerçek ilim Allahın
katındadır.” (Mülk, 26) “Göklerde ve yerde Allahtan başkası gaybı
bilemez.” (Neml, 65) Doç. Dr. Şadi Eren Not: Mehmet Kırkıncı Hocanın konuyla ilgili
şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz: Dâbbetül-arz Dâbbe; hareket eden canlı bir hayvan
demektir. Dâbbeyi tek bir canlı olarak değil
de bir tür olarak düşünmek daha doğru olur. "Dâbbe" kelimesi Kur’an-ı Kerimde on dört
yerde geçmektedir. “Yeryüzünde yaşayan
bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak
Allah’a aittir.” (Hud, 11/6) Bu ayette geçen
dâbbe kelimesi bütün hayat sahiplerini ifade
etmektedir. Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Tehdit
edildikleri şey başlarına geldiği zaman
onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da,
insanların ayetlerimize kesin olarak
inanmadıklarını kendilerine söyler.” (Neml,
27/ 82) Dâbbenin insanlarla konuşması, sadece dil
ile konuşması anlamına gelmez. Nitekim bu
kâinat sarayında teşhir edilen nice antika
eserler ve birçok hadise hal diliyle akıl
sahiplerine çok şey anlatmaktadırlar. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır Efendi bu
ayetin tefsirinde şöyle der: “Debb ve Debib: Hafif yürüme, debelenme
demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla
haşerelerde, yani böceklerde kullanılır.
İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün
etrafına bulaşması gibi, hareketi gözle tespit
olunamayan şeylerde de kullanılır. “Dabbe” kelimesi de bundan fail olmak üzere asıl
lügatte "mâyedübbü", yani debbeden, hafif
yürüyen, debelenen demek olur. Ve şu
halde tren, otomobil, bisiklet gibi otomatik
şeylere de, lügatin aslına göre “dâbbe”
demek uygun olabilecekse de dilde kullanılışı hayvanlara mahsustur. Hatta
örfte dört ayaklı hayvanlarda ve onlar
içinde özellikle atta daha çok kullanılmıştır.
Bununla beraber “Allah, her hayvanı sudan
yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde
sürünen, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayaküstünde yürür...”(Nur, 24/45)
âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvan
hakkında kullanılır. Hayvan kelimesi ile
eşanlamlı gibidir. "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı,
yalnızca Allah'a aittir.”(Hud, 11/6)
âyetinden anlaşılan da budur. Bundan
dolayı dabbe kelimesi hayvanlar için olduğu
gibi insanlar için de kullanılır. Bu ayette
"dâbbe" kelimesi nekre (belirsiz isim) olarak geldiğinden bunun bildiğimiz dâbbelerden
başka bir dâbbe olması akla gelir. "Onlarla
konuşan dâbbe" terkibinde açıkça belirtilen
bunun konuşan bir hayvan, yani insan
olmasıdır. Tefsirler de bu iki nokta etrafında
dolaşmaktadır. Râgıb, ‘Müfredat’ında bu konudaki görüşleri
şöylece özetlemiştir: “Dâbbe”, tanıdığımızın
aksine bir hayvandır ki, çıkması kıyamet
vaktine mahsustur.” Bir de denildi ki:
“Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar
gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur.” Bu takdirde dâbbe bütün debelenen
yaratıkların ismi olarak ifade edilmiş olur.
“Hâin” kelimesinin cemisi, “hâine” gibi. Kâdı
Beydâvî ve bazı hadisçiler bunu “cessâse”
casuslar olarak göstermişlerdir ki, bir hadiste
haber verildiğine göre, cessâse, Deccal için haberler araştırıp toplayan casus demektir.
Ebü's-Suud da diyor ki: Bu dâbbe, casustur.
Bundan cins isim söylenip, bir de tefhîm
(büyüklüğüne işaret) tenviniyle
bilinmezliğinin tekid edilmesi, şanının
garipliğine ve özelliğinin, davranışının açıklamadan uzak olduğuna delalet eder….. Beyhakî gibi zatların Ebu Hüreyre (r.a)den
rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v)
buyurmuştur ki: "Dâbbetü’l-arz, Musa’nın
âsası, Süleyman’ın mührü yanında olarak
çıkacak, mühür ile müminin yüzünü
parlatacak, âsa ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya toplanacak, mümin ve kâfir
tanınacak.” Bu hadise göre de, dâbbe, normalin üzerinde
bir kuvvet ve saltanat ile ortaya çıkıp büyük
bir İslâm devleti kuracak lider olmuş oluyor.
Şüphe yok ki, Musa'nın asasına,
Süleyman'ın mührüne sahip olan kimse,
büyük bir şahsiyet olacaktır. Hem de kötülerden değil, iyi ve hayırlılardan olacak,
bütün müminlerin yüzünü güldürecek,
kâfirlerin burnunu kıracaktır. Âyette;
"Onlara insanların âyetlerimize kesin bir
iman getirmemiş olduklarını söyler.”
buyrulması da bunu gerektiriyor. Şu halde buna dâbbe ismi verilmesinin sebebi, onun
kâfirlere karşı acımasız olacağını ve Allah
Teâlâ'ya göre onun meydana çıkarılmasının
zor bir şey değil, yerden normal bir dâbbe
çıkarmak gibi kolay olduğunu anlatmaktır.
Bu konudaki bazı açıklamaları da kaydedelim: 1- İbnü Cerir’in Huzeyfe b. Esîd’den rivayet
ettiğine göre: "Dâbbe'nin üç çıkışı vardır:
Birisinde bazı çöllerde çıkar, sonra gizlenir.
Birisinde de, emirler kan dökerken bazı
şehirlerde çıkar, yine gizlenir. Sonra
insanlar mescitlerin en şereflisi, en büyüğü ve faziletlisi içinde iken yeryüzü kendilerini
fırlatmaya başlar. Derken halk kaçışır,
müminlerden bir grup kalır, bizi Allah'tan
hiç bir şey kurtaramaz derler. Dâbbe de
onların üzerine çıkar, yüzlerini parlak yıldız
gibi parlatır. Sonra hareket eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne de kaçan
kurtulabilir. Bir adama varır, namaz
kılıyordur, vallahî sen namaz ehli değilsin
der. Yakalar, müminin yüzünü ağartır,
kâfirin burnunu kırar" dedi. "O zaman
insanlar ne halde olur" dedik. "Arazide komşu, malda ortak, yolculuklarda arkadaş
olurlar" dedi. 2- İlim ehlinden birçokları dâbbenin ortaya
çıkması, emr-i bi'l-ma'rûf (iyilikleri emir) ve
nehy-i ani'l-münker (kötülüklerden
menetme) terk edildiği vakittir demişler. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ne
zaman ki Süleyman'a ölümü hükmettik,
cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı.
Yalnız bir güve böceği yere dayandığı
asasını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere
yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azap içinde bekleyip
durmazlardı.” (Sebe, 34/14) Hz. Süleyman’ın (a.s) dayandığı asasını
yiyen ağaç kurdunun veya bir güve
böceğinin mahiyeti hakkında da iki görüş
vardır: Bir görüşe göre burada ifade edilen
kurdun, bilinen ağaç kurdu olduğudur. Diğer görüşe göre ise bu kurt, asaları yiyen
bir kurtçuktur. Ayette ifade edilen dâbbenin Hz.
Süleyman’ın (a.s) bastonunu kemirerek yiyip
bitirmesi gibi, AİDS mikrobu veya başka bir
hastalığın da isyan ve ahlaksızlıkta haddini
aşan bazı insanları kemirip eritmesi
mümkündür. Peygamber Efendimiz (sav.) "dâbbetü'l-
arz"ın meydana çıkmasını kıyamet
alametlerinden birisi olduğunu bir hadis-i
şeriflerinde şöyle ifade etmektedir: “Onun
alametlerinden biri, güneşin battığı yerden
doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden
hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa
zamanda takip edecektir.” (Müslim, Fiten,
118; İbn Hanbel, "Müsned", II, 201) Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda şöyle
buyurur: “Amma "Dabbet-ül Arz": Kuran’da gayet
mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinden kısacık
bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben
şimdilik, başka meseleler gibi kat'î bir
kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar
diyebilirim: (Laye’lemulğaybeillallah) Nasılki kavm-i Firavun'a "çekirge âfâtı ve bit
belası" ve Kâbe tahribine çalışan Kavm-i
Ebrehe'ye "Ebabil Kuşları" musallat olmuşlar.
Öyle de: Süfyan'ın ve Deccalların
fitneleriyle bilerek, severek isyan ve
tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve
dinsizliğe, küfür küfrana düşen insanların
akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle,
arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr
ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dabbe bir
nev'dir. Çünki gayet büyük bir tek şahıs olsa,her yerde herkese yetişmez. Demek
dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak.
Belki?????? ???????? ????????? ???????? ???????????
âyetinin işaretiyle, o hayvan, dabbet-ül arz
denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların
kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tı
rnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman
bereketiyle ve sefahet ve sû'-i istimalâttan
tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet,
iman hususunda o hayvanı
konuşturmuş.” (Nursî, Şuâlar, Beşinci Şuâ) Bediüzzaman Hazretleri müminlerin iman
bereketiyle ve sefahatten içtinap
etmeleriyle böyle bir duruma
düşmeyeceklerini özellikle vurgulamaktadır.
Öyle ise asrımızın en dehşetli ve en büyük
tehlikesi olan sefahat yangınına karşı, takva kalasına sığınmak lazımdır. Evet, günahların her taraftan sel gibi hücum
ettiği günümüzde, nefs-i emmarenin
tehlikesinden, aldatıcı ve cazibedar
hevesatın hücumundan kurtulmanın yegâne
çaresi, iffet, edep, hayâ ve takva dairesinde
yaşamaktır. Zira nefisle cihadın en kısa yolu takvadır. Ulvî maksatlar için yaratılan insan, bu
imtihan yeri olan dünyaya sadece yemek,
içmek ve zevk etmek için gönderildiğini
zannedip, helal dairesindeki keyfi kâfi
görmeyerek, her türlü ahlaksızlığı işlemekte
ve sefahat bataklığında sürünmektedir. İman, marifet, muhabbet, ibadet, takva,
adalet ve istikamet gibi ulvi seciyelerden
mahrum olan bir cemiyetten sefahat ve
fuhşiyat gibi her türlü fenalık zuhur eder;
memleketleri yıkar, aileleri tarumar eder,
haysiyet ve şerefleri silip süpürür ve fert ve cemiyetin dünya ve ahiret hayatını zehirler. Evet, ahlaksızlık ve hayâsızlıkta haddini
aşan ve sefahat bataklığında boğulan
geçmiş bazı ümmetler ve kavimler bir çok
elim azaba, bela ve musibetlere duçar
olmuşlardır. Bunlardan ders alınması bir
ayette şöyle ifade buyrulur: “De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da, daha
öncekilerin akıbetleri nice oldu
görün.” ( Rum, 30/42) Mazide edep ve hayâsızlığa sukut etmiş ve
ahlaksızlık çukuruna düşmüş olan birçok asi
kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu sille-i
tedip ve tazip Kur’an-ı- Kerim’in birçok
ayetinde nazara verilmektedir. Bir kanser
mikrobu olan sefahate, çok güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi
dayanamamıştır. Bu mikrop bir cemiyete
girdi mi, artık onun bünyesini kısa bir
zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda
çökertir. Öyle ise geçmiş kavimlerin başına
gelen o elim hadiselerden ibret alıp uyanalım, edep, hayâ ve istikamet
dairesinde yaşayalım ki, gadab-ı ilâhinin
celbine vesile olmayalım. Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de geçmiş
ümmetlerin başına gelen elim hadiseleri
bizlere anlatmasının hikmeti, onlardan ibret
ve ders almamız içindir. Firavun ve kavmini
bit, çekirge ve kurbağa istila etmişti. Ama
onlar her defasında tövbelerini bozmuş, başlarına gelen musibetlerden ders almamış
ve sonunda denizde boğulmuşlardı. Hem yine Kâbe’yi yıkmak için gelen Ebrehe
ve ordusuna Cenab-ı Hak sürüler halinde
kuşlar göndermiş, o kuşlar gaga ve
ayaklarında taşıdıkları taşlarla onları perişan
etmişlerdi. Hem yine, Hz. Nuh’un (a.s) kavmini helak
eden o büyük tufan, asi ve mütemerrit bir
kavmi tarih sahnesinden silmişti. Evet, Cenab-ı Hak, insanları uyarmak ve
uyandırmak için zaman zaman deprem,
kasırga, açlık ve sel gibi bazı afetlerle
onları ikaz etmektedir. Ancak insan öyle
garip ve acip bir mahluktur ki, gaflet
uykusundan uyanmasını gerektiren bir çok ayet, hadis ve tarihi hadiseler varken yine
de onların birçoğu bunlardan ibret alıp
uyanmaz, kendini tehlikeye sürükleyecek
hata ve günahlardan sakınmaz. Bu bakımdan, çeşitli bela ve musibetlere
maruz kalmamak için, her mümin ve
özellikle de ilim ve irfan erbabı olanlar,
kanser mikrobundan daha tehlikeli olan bu
asrın hastalığı “sefahate” karşı büyük bir
mücadele etmelidirler. Aksi halde suçlularla beraber masumlar da perişan olur. Nitekim
bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Ve öyle bir
fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm
yapanlara dokunmakla kalmaz. (masumları
da yakar) ” (Enfal, 8/25) Edep ve hayâsızlıkta haddini aşan geçmiş
kavimlerin başına birçok elim hadise geldiği
gibi, Roma, Endülüs ve Pers gibi birçok
imparatorlukları da tarih sahnesinden silip
atan sefahattir. Evet, tarihin şahadetiyle
sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra güçlenerek istiklallerini
elde edebilmiş, düşmanlarına galip
gelebilmişlerdir. Fakat ahlâksızlığa,
sefahate, zulme ve adaletsizliğe mağlup
olan bir milletin kendini toparlaması ve
güçlenmesi mümkün olmamıştır, olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden
silmiştir. Mesela; Romalılarda faziletin bütün
güzellikleri inkişaf etmiş; gerek idarecileri ve
gerek ahalisi arasında muhabbet tesis
edilmişti. Onlar sefahatten ve ahlaksızlıktan
son derece sakınır ve faziletli yaşamayı bir
şeref sayarlardı. Hanımları ve gençleri son derece iffetli idi. Ancak, İskender
Yunanistan’ı fethedince, onlardaki
ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye
başladı. O güzel ahlâk ve faziletin yerine
sefahat ve ahlaksızlık hakim oldu. Aile
hayatı bozuldu ve tefessüh etti. O ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkıldı ve tarih
sahnesinden silinip gitti. Ne kanunları ve ne
de zenginlikleri onları yıkılmaktan
kurtaramadı. Bediüzzaman Hazretleri şöyle
buyurur: “… gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise,
hem dünyada, hem âhirette, binler bela ve
elemler netice verdiğini ve öyle gençler
ekseriyetle sû'-i istimal ile, israfat ile gelen
evhamlı hastalıkla hastahanelere ve
taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden
gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini
anlamak isterseniz; hastahanelerden ve
hapishanelerden ve kabristanlardan
sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle
lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve sû'-i istimalden gelen hastalıktan
eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi;
hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin
taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki
harekatın tokatlarını yiyen bedbaht
gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler
için kapıları açılıp kapanan o âlem-i
berzahta -ehl-i keşfelkuburun
müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın
tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar,
gençlik sû'-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz. Hem nev'-i insanın ekseriyetini
teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan
sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile
esefler, hasretler ile "Eyvah gençliğimizi
bâdi heva, belki zararlı zayi' ettik. Sakın
bizim gibi yapmayınız." diyecekler.” (Nursî, Şuâlar)

Not: Alıntıdır
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt