Bilgi Kuramının Temel Problemi

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
HeiLmasTer®

HeiLmasTer®

Üye
    Konu Sahibi
Bilgi Kuramının Temel Problemi
Bilgi konusu ilkçağdan beri üzerinde durulan bir konu olmuştur. Ancak bilgi kuramı konuları ve sınırları açık seçik biçimde belirlenmiş bir disiplin olarak Modern Felsefede ortaya çıkmıştır.

İnsanlar bilgi konusuna bir şekilde ilgisiz kalmışlar insanın zihinsel güçlerini pek fazla analiz etmemişlerdir. Bunun yerine daha çok varlığın bilgisini elde etmeye yönelmişlerdir.Modern felsefede bilgi konusu ön plana çıkar. Bunun sonucu olarak insanın zihinsel güçlerine insanın neyi bilip neyi bilemeyeceğine ilişkin bir araştırmayla modern felsefe başlar. Bu araştırma çerçevesinde bilgi kuramının en önemli ve en temel problemi “doğru bilginin imkanı olarak karşımıza çıkar. Burada söz konusu olan temel soru da “doğru genel-geçer ve kesin bilginin mümkün olup olmadığı “ sorusudur.

Bu problem karşısında iki farklı görüşten söz edilebilir. Birincisi insanın gerçekliğin kendisini hiçbir zaman bilmeyeceğini savunan kuşkuculuktur. (Septisizm). İkincisi ise insanın kendisinin dışındaki gerçekliğin bilgisini elde edebileceğini insanın dış dünyayı bilebileceğini savunan dogmatizmdir.

1. Doğru Bilginin İmkansızlığı

Doğru bilginin insan için olanaksız olduğunu dile getiren felsefi akıma kuşkuculuk (Septisizm) adı verilir. Bu akımın kurucusu İlkçağ filozofu Pyrrhon (M.Ö 365-275)’dur. Ancak Pyrrhon’un görüşlerini önceleyen başka filozoflar vardır. Bunlardan biri Elealı Zenon (M.Ö 490-430) diğeri de Demokritos (M.Ö 460-360)’tur.

Zenon hocası Parmenides’in görüşlerini savunmak amacıyla Zenon paradoksları olarak bilinen ünlü kanıtlamalarını öne sürmüştür. Bunların arasında en çok bilineni Akhilleus (Aşil) ile kaplumbağa arasındaki yarış kanıtıdır. Bu yarışta kendisinden biraz önce yola çıkan kaplumbağaya Akhilleus hiçbir zaman yetişemeyecektir çünkü başlangıçtaki kaplumbağa ile kendi arasındaki mesafeyi koşmak için geçen zaman içinde kaplumbağa az da olsa biraz ilerlemiş olacaktır. Akhilleus’in bir de bu aralığı koşması gerecektir ama bu arada kaplumbağa pek az da olsa ilerlemişti; bu böyle sonsuza kadar gider.

Zenon’un diğer paradoksları şunlardır: Koşu pisti ve uçan ok örnekleridir.

Zenon’un bu keskin antinomileri şunu göstermek içindir: Var olanı bir çokluk ve hareket diye düşünürsek çelişmelere düşeriz öyleyse varolan ancak “bir” ve hareketsiz olabilir.

Demoktiros (M.Ö 460-360) da aynı düşünce çizgisini devam ettiren başka bir filozof olmuştur. Ona göre duyular asıl gerçeği yani nesnelerin artık bölünemeyen son parçalarını (atomları) bilebilecek gibi keskin değillerdir. Renkleri görmemiz sesleri işitmemiz sıcaklığı duyulmamamız tatlıyı acıyı tatmamız ancak bir duyu yanılmasıdır. Duyu bilgisi nesnelerin iç dokusunu gerçek yapısını göremez bunu ancak düşünen akıl kavrayabilir. Bir insanın duyumu diğer insanların duyumlarından farklılık gösterdiğinden objektif genel-geçer ve doğru bilgiden söz edilemez.

İlkçağda yaşamış doğa filozoflarının aynı konuda farklı sonuçlara ulaşmaları kuşkuculuğun gelişiminde etkili olmuştur. Thales varlığın kendisinden çıktığı madde su derken Anaksimenes havadır der.Herakleitos evrende bir değişme olduğunu söylerken Parmenides evrende değişme olmadığını iddia eder. İşte filozofların aynı konularda farklı hatta çelişik sonuçlara ulaşmaları insanların dış dünyayla ilgili olarak doğru bilgi elde edilemeyeceğini düşünmelerine neden olmuştur.

Bu yüzden sofistler bu durumun sonucu olarak doğaya ilişkin araştırmadan insana ve devlete yönelerek doğru bilginin imkansızlığı konusunda daha da ileri giderler.


a.Sofistler

Sofistler “Başarılı yurttaş nasıl yetişir.” Sorusunu ele almış şehir şehir dolaşarak para karşılığında bu konularda dersler verirlerdi. Sofist “Yunanca “bilen bilgili kişi” demektir. Sonraları “söz söyleme sanatı (retorik hitabet) üzerine ders veren kimse anlamını kazanmıştır. En ünlü Sofistler Protagoras ve Gorgias’tır.

→ Protagoras : Bilginin yalnızca duyumlara dayandığını belirterek doğru bilgiden söz edilemeyeceğini iddia etmiştir. Ona göre “İnsan her şeyin ölçüsüdür varolanların varolduklarının varolmayanların varolmadıklarının da ölçütü insandır.” Örneğin; rüzgar üşüyen için soğuktur üşümeyen için soğuk değildir. Bu yüzden bilginin genel geçer ve nesnel bir bilgi olmayıp kişiden kişiye değiştiğini savunmuştur.

→ Gorgias : Doğa felsefesinin bir ana sorunu olan asıl gerçeği varolanı bilemeyeceğimizi şu üç sav ile kanıtlamaya çalışır: (1) Hiçbir şey var değildir.
(2) Bir şey varolsa bile bilinemezdi.
(3) Bilinse bile başkalarına aktarılamazdı. Çünkü bildirme sözlerle olur söz ise varolandan başka bir şeydir. Örneğin bir başkasına bir renk tasarımını nasıl bildirebiliriz. Çünkü kulak renkleri işitmez sesleri işitir birbirinden farklı olan iki kişide aynı bir tasarım nasıl olabilir.Bu yüzden doğru olan tek bir şeyden söz edilemez.

b.Septisizm (Kuşkuculuk)

Septisizmin kurucusu Pyrrhon (M.Ö 365-275)’dur. Pyrrhon’un bilgi kuramı öğretisi ahlak görüşüne dayanır. Buna göre insan yaşamının amacı bu dünyada mutluluğu elde etmektir. Bunun için de insanın ruh dinginliğine (ataraxia) ulaşması gerekir. Ruh dinginliğine hiçbir konuda yargıda bulunmayıp yargıyı askıya almakla (epoche) ulaşılabilir. Bu yüzden felsefe problemlerine kayıtsız kalarak kabul ya da inkar doğru ya da yanlış hiçbir yargıda bulunulmamalıdır. Pyrrhon’a göre felsefenin ödevi hayatı son ereği mutluluğa göre düzenlemektir.

Pyrrhon’un öğrencisi Timon (M.Ö 320-230) hocasının öğretilerini temellendirmiş ve daha ayrıntılı hale getirmiştir. Bu temellendirme faaliyetini getirdiği birtakım kanıtlamalarla gerçekleştirmiştir. Bu kanıtlamalardan bazıları şu tezleri ifade eder:

(1)İnsanlarda bazı yapısal farklılıklar vardır.
(2)Duyu organları insandan insana farklılık gösterir.
(3)Özneyi etkileyen koşullarda farklıdır.
(4)Nesnenin yeri ve uzaklığı duyuma olumsuz bir biçimde etki eder.
(5)Yasaların gelenek ve göreneklerin insanların üzerinde farklı etkileri olur. İşte bu nedenlerden dolayı aynı şeyler farklı insanlara farklı şekillerde görünür.

2.Doğru bilginin imkanı

Varlık hakkında doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığını savunan aşırı kuşkucuların karşısında doğru bilgiye ulaşılabileceğini savunan filozoflar da vardır. Doğru bilginin mümkün olduğuna inandıkları için bu filozofların bilgi konusundaki tavırları dogmatizm olarak ifade edilir. Bu görüşler şunlardır:

a.Rasyonalizm (Akılsalcılık)

Bilginin akla ve düşünceye dayandığını akılda gerçekliğin bilgisini veren önsel bilgiler bulunduğunu savunan akımdır. Yani insan aklı doğuştan bilgilere sahiptir. İşte doğru bilgi de bu doğuştan getirilen bilgidir. Bunların doğrulukları duyusal algıda değil düşüncede akılda temellendirilmektedir.

Rasyonalist filozoflar bilginin mükemmel örneği olarak matematiği görürler. Matematiğin bilgileri hem geçmiş hem gelecek için geçerli olan bilgilerdir. Matematiksel bilgi herkes için doğru olan bilgidir. Bu nedenle onlar kişiden kişiye değişmeyen kesin doğrulardır. Rasyonalist filozoflar arasında Sokrates Platon Aristoteles Farabi Descartes ve Hegel sayılabilir.

(1)Sokrates (M.Ö 469-399)

Sokrates insanın ahlaklı olabilmesini sağlayacak bilginin ahlaki doğruların ve erdemlerin bilgisi olduğunu söyler. Ona göre bu erdemlerin bilgisi deney ya da tecrübe yoluyla sonradan kazanılmaz. Bu bilgi doğuştandır. İnsan aklı doğuştan bu bilgilere sahiptir. Ancak bu bilginin hatırlanması ve bilinç düzeyine çıkarılması gerekir.

Sokrates bu bilginin açığa çıkartılması için doğurtma (maieutike=mayotik) ve tartışma yöntemini önerir. Bu yöntemin temelinde disiplinli sıkı bir düşünme ile doğrunun bulunabileceğine inanma vardır. Akılda doğuştan gelen bilgiler var; bunlar herkes için ortak olan doğrulardır. Bunlar sorup soruşturma ile tartışma ile açığa çıkarılabilir bilinir bir hale getirilebilirler.

Tartışma boyunca Sokrates yeni bir bilgi vermez yalnızca soru sorar. Bununla da insanların ruhlarında bulunan fakat onların kendilerinin tam olarak bilincinde olmadıkları doğruları gün ışığına çıkarmayı amaçlar.

(2)Platon (M.Ö 427-347)

Asıl adı Aristokles’tir. Sokrates’in öğrencisidir. Bilgi öğretisi varlık felsefesi temeline dayanır. Platon iki varlık alanı belirler: İdealar evreni ve Gölgeler (görünüşler) evreni.

İdealar evreni sürekli varolan hiçbir zaman oluş halinde olmayan cisimsel olmayan uzayın ya da cisimler dünyasının hiçbir yerinde bulunmayan gerçekten varolan asıl varlık alanıdır. Gölgeler evreni ise hep oluş halinde olan duyularla algılanan cisimler halinde cisimler dünyasıdır.

Platon’a göre sürekli değişen oluş halindeki evren bilinemez. Çünkü değişen bir şeyi bilmek mümkün olmaz. Bu yüzden gerçek bilgi ideaların bilgisidir. İdealar evreni akıl bilgisinin konusudur. Dolayısıyla duyularla değil akılla düşünmeyle kavranırlar. İdeaların bilgisi apriori yani deneyden bağımsızdır.

Platon’a göre ruh ölümsüzdür. Birçok defalar yeryüzüne gelmiştir. Bu arada yeryüzünde ve öbür dünyada bulunan her şeyi görmüştür. Yeryüzünde her şey de birbirine bağlı olduğu için ruh bunlardan birini görünce sürekli bir araştırma ile ötekilerini de bulabilir ve hatırlayabilir. Ruhta doğru tasavvurlar önce bilinçsiz bir halde bulunurlar; bunlar ilkin bir rüya gibi kımıldanırlar uygun sorular ve araştırmalarla sonunda aydınlık bir bilgi haline gelirler. Buna göre: Öğrenmek eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan başka bir şey değildir.

(3)Aristoteles (M.Ö 384-322)

Aristo doğru bilginin değişmez olanın bilgisi olduğunu savunur. Gerçek anlamda bilimsel bilginin varlıkların nedenlerine ilişkin ispatlanmış bir bilgi olduğunu söyler.

Aristo’ya göre varolan bir şeyle ilgili olarak gerçek bilgiye sahip olabilmek için onun varlığa gelişini sağlayan dört nedenin bilinmesi gerekir. Bu dört neden :

(a)Maddi neden : Varlığı meydana getiren maddenin ne olduğunun bilinmesidir.
(b)Formel neden : Varlığın şeklinin nasıl olduğunun bilinmesidir.
(c)Fail neden : Varlığı varlığa getirenin kim olduğunun bilinmesidir.
(d)Ereksel neden : Varlığın hangi amaç için meydana geldiğinin bilinmesidir.

Aristo bununla varlıkla ilgili olarak tekil olanın bilinmesini amaçlar : Şu insan şu ağaç gibi tek tek varlıklar.

(4)Farabi (870-950)

Farabi akılda bir sezgi gücü bulunduğunu insan zihninde doğuştan getirilen düşünceler olduğunu kabul eder. Ayrıca Farabi gerçek bilimsel bilginin zorunlu akıl yürütmeyle elde edilebileceğini savunur.

Farabi bilgi elde etmenin üç yolu olduğunu söyler. Bunlar: Duyu akıl ve nazar. Duyu yoluyla dış dünyayı algılarız. Akıl ile kendi iç dünyamızda olup biteni kendi zihin hallerimizi gözlemleriz. Nazar ise insanın doğuştan sahip olduğu fikirlerdir.

Farabi’ye göre insanın zihninde ayrıca sezgi adı verilen bir güç vardır. Sezgi apaçık ve kesin bilgiye ulaşma aracıdır.

(5)Descartes (1596-1650)

Descartes bilginin kaynağında yalnızca aklın olduğunu ve insan zihninde doğuştan düşünceler bulunduğunu savunur. Matematiği yetkin bir bilgi örneği olarak görür.

Descartes ilkin felsefede çıkış noktası olacak matematikteki gibi doğruluğu apaçık bilgiye nasıl ulaşılabileceğini sorar. Gerçek içinde açık seçik olarak bilinmiş bir nesne bulabilir miyiz? Gerçeklikteki objeler matematikteki sayılar serisi gibi düşüncenin yaratmaları değildirler. Bunlar duyular aracılığıyla bilinebilir dolayısıyla bize bulanık ve karışık bir biçimde verilmişlerdir. Bu yüzden Descartes sağlam bir nokta güvenilir bir çıkış noktasını bulmak için işe başlar. Bu güvenilir çıkış noktası da şüphe yöntemidir. Ancak buradaki şüphe septiklerde olduğu gibi doğru bilgiye ulaşılabileceğinden ilke olarak şüphe etmek değildir. Descartes’ın şüphesi bir yöntem şüphesidir doğru bilgiye ulaşmada kullanılan bir araçtır bir yoldur.

Descartes bu şüphe yöntemini şöyle kullanır: Biz nesneleri duyularımızla biliriz. Ama duyularımız bizi ara sıra aldatırlar ara sıra aldatınca da neden her zaman aldattıkları düşünülmesin. Bu yüzden duyu verilerinden şüphe edilmelidir.Ancak şüphe etmekle şüphe etmekte olduğumdan ve şüphe eden ben’in varolduğunu bilirim. İşte bundan şüphe edemem. Bu apaçık bir olgudur. Şüphe etme bir çeşit düşünmedir ve ben düşünmenin varlığını apaçık olarak yaşayıp bilmekteyimdir. Buradan “Düşünüyorum öyleyse varım.” yargısına ulaşır.

Descartes’ın düşünme derken anladığı da bilinçtir. Bu bilincimizi bilmemizdir bilincimizin en sağlam bir varlık olduğu üzerine bizde bir bilinç bilgisi olmasıdır. Varlık ile ilgili bütün güvenilir bilgilerimiz bilincin kendi üzerine eğilmesinden doğmuştur. İşte Descartes’ın rasyonalizmi budur.

Hegel (1770-1831)

Rasyonalizm Hegel ile doruk noktasına ulaşmıştır. Çünkü Ona göre insan varlık hakkında duyuları hiç kullanmaksızın yalnızca akıl yoluyla gerçek ve kesin bilgiye ulaşabilir. Buna göre Hegel “Akla uygun olan gerçek gerçek olan da akla uygundur.” sözüyle varlıkla düşünce arasındaki bağıntıyı açıklamıştır.

Bu yüzden Hegel’e göre temel bilim Mantıktır. Mantık bilimi ise aklın yalnızca kendisinden türettiği kavramların ortaya konması açıklanması ve geliştirilmesinden oluşur. Bütün evren de mantığın kavramları yani genel belirlenimleri ve çerçevesi içinde oluşmuştur.

Ancak Hegel aklın ve varlığın yasaları konusunda geleneksel mantık ilkelerini reddederek yeni birtakım yasalar bulmuştur. Bu yasalara diyalektik yasalar adını verir. Ona göre her tür yaşamın ve hareketin temelinde değişme ve çelişme vardır her şey karşıtı aracılığıyla gelişir. Hegel bunu tez-antitez-sentez üçlü bileşeni ile açıklar. Varlık kendini tez-antitez-sentez yoluyla açar. Bu açılımın sonunda varlık Geist (Mutlak Ruh) adını verdiği sonsuz varlığa ulaşır. Böylece Hegel’de ide (mutlak ruh) gelişim aşamasını tamamlamış ve varlık dünyasını düşünsel olarak kavramış olur.

Empirizm (Deneycilik)

Empirizm bilgilerimizin kaynağının yalnızca deney olduğunu savunan felsefi akımdır. Empirizme göre insan zihni doğuştan boş bir levha (Tabula Rasa) gibidir. Yani insanın doğuştan getirdiği hiçbir bilgi yoktur. İnsan zihni sonradan deney yoluyla bilgi elde eder.

Empirizm insan zihninde doğuştan getirilen düşünceler ya da bilgiler olmadığına inanır. Örneğin özdeşlik ilkesi çelişmezlik ilkesi gibi mantık ilkeleri bile Empirizme göre sonradan deney yoluyla kazanılır. 17. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan empirizmin iki önemli temsilcisi vardır: John Locke ve David Hume.

(1)John Locke (1632-1704)

John Locke empirizmin kurucusudur. Ona göre tüm düşüncelerimizin ve bilgilerimizin kaynağında deney vardır.

Locke iki tür deney olduğunu savunur.
(a)Dış deney : Bununla dış dünyadaki varlıklar beş duyu yoluyla denenir.
(b)İç deney (Refleksiyon) : Bununla da insanın kendi zihninde ve ruhunda olup bitenlerin bilincine varılır. İşte bu iki kaynaktan bütün idelerimiz (kavramlar tasarımlar algılar) meydana gelir.

Locke tasarımların bir kısmının basit bir kısmının bileşik olduğunu söyler. Basit idelerimiz (tasarım) bir kısmı ruha tek bir duyunun bir kısmı da birkaç duyunun aracılığıyla ulaşırlar. Bileşik ideler basit idelerin bir araya getirilmesinden birleştirilmesinden meydana gelirler. Basit ideleri edinirken ruh pasiftir bileşik ideleri meydana getirirken de aktiftir. Ruh kendine özgü birtakım aktlerle (edimlerle) basit ideleri bir gereç olarak işleyip bileşik ideleri oluşturur. Locke’a göre insan zihninde bileşik idelerin dolayısıyla bilginin meydana gelmesi için şu yetilere ihtiyaç vardır: (a) Zihne gerekli tasarımları sağlayan algı
(b)Zihne giren tasarımları saklayan bellek
(c)Tasarımları birbirlerinden açıkça ayırt etme yetisi
(d)Birçok tasarım ve düşünceyi birbirleriyle karşılaştırma yetisi
(e)Birçok basit ideyi ve tasarımı birleştirme yetisi
(f)Benzer düşüncelerdeki ortak öğeyi bulup çıkarmayı sağlayan soyutlama yetisi

Bu şekilde bu yetilerle basit ideleri işleyip bileşik idelere ulaşılması sonucu elde edilen bilgiler üç çeşittir.
(1)Sezgisel bilgi : Bu bilgi ile insan kendi varlığının bilgisine sahip olur. Sezgisel bilgi sağlam ve kesin bir bilgidir.
(2)Duyusal bilgi : Bu bilgiyle insan dış dünyadaki nesnelerin bilgisine sahip olur. Fakat bu bilgi kesin bir bilgi olamaz.
(3)Tanıtlayıcı bilgi : Bu bilgi türüyle de insan Tanrının var olduğunu kanıtlar.

(2)David Hume (1711-1776)

Hume insanın her şeyi algı yoluyla bildiğini söyler. Algı ise dikkati bir şeye yöneltmek suretiyle o şeyin bilincine varma olarak tanımlanabilir. Ona göre algılar iki şekilde ortaya çıkar. Bunlar;
(a)İzlenimler
(b)İdeler yani kavramlar ve düşüncelerdir.

Buna göre zihinde bulunan her şeyi tüm izlenim kavram ve düşüncelerin temelinde dış dünyanın beş duyu yoluyla algılanması vardır. Hume’a göre algının sonucunda oluşmuş idelerde ve düşüncelerde belli özellikler bulunduğu zaman bunlar birbirleriyle birleştirilir. Böyle bir birleştirme faaliyetinin sonucunda ise daha karmaşık düşünceler ve bilgi ortaya çıkar.

Hume’a göre düşüncelerimizin birbirleriyle birleştirilmesine yol açan özellikler üç tanedir.
(1)Benzerlik : Bir resim bizi resmi yapılan konu üzerinde düşünmeye sevk eder.
(2)Süreklilik : Bir binadaki bir daireden söz edilmesi bize başka daireleri düşündürür.
(3)Neden-sonuç bağlantısı : Buna göre de bir yara üzerinde düşünme bize yaranın ardından gelecek acıyı hissettirir.

Bütün bilgilerimiz özellikle de dış dünyaya ilişkin bilimsel bilgilerimiz nedensellik ilkesine dayandığından bunlardan neden-sonuç bağlantısı önem taşır. Fakat Hume nedensellik ilkesinin bilinemeyeceğini ve temellendirilemeyeceğini söyleyerek bilimsel bilgiye bir eleştiri getirmiştir.

Hume’a göre doğada olgular arasındaki neden-sonuç ilişkisi bir zorunluluk değil alışkanlıktır. Nedensellik düşüncesi deneyimlerimizin sonucu olan bir düşüncedir. Biz her zaman bir nedenin ardından beli bir sonucu görmeye alışmışızdır. Örneğin suyu her defasında ateşe koyduğumuzda kaynadığını görmüş ve buna alışmışızdır ve bu yüzden “Su ateşte kaynar” deriz. Ya da bugüne kadar gördüğümüz bütün kargaların siyah olması nedeniyle “Bütün kargalar siyahtır.” deriz. Ama bu ileride siyah olmayan karga göremeyeceğiz anlamına gelmez. Çünkü sonsuz sayıda kargaları gözlemlemiş değilizdir.

Kritisizm (Eleştirelcilik)

Kritisizm insan zihninin güçlerine ve insanın neyi bilip bilemeyeceğine ilişkin bir araştırmadan meydana gelen ve insan aklının birtakım olanak ve sınırları olduğunu savunan felsefe akımıdır. Kritisizmin kurcusu Alman filozofu Kant’tır.

Immanuel Kant (1724-1804)

Kant’a göre insanın bilgisi sınırlıdır. İnsan zihni nesneleri ve olayları gerçekte oldukları şekliyle bilemez. Kant varlık görüşünde iki tür varlık alanı belirler: Numen Fenomen.

Numen gerçekten varolan asıl varlık alanıdır. Fenomen ise Numenin bu dünyadaki görüntüleridir. İnsan aklı numeni bilemez. Biz ancak fenomenleri bilebiliriz. Fenomenler ya da nesneler zihnin imkanlarına yapısına ve formlarına göre bilinebilir. Bu durumda Kant’a göre bilgi sınırlı ve insana göredir. Yani insan zihni fenomenlerle sınırlanmıştır. Kant’ın burada sözünü ettiği formlar yani aklın kategorileri doğuştandır. Bu formların içeriği sonradan yaşantı yoluyla deney aracılığıyla dolar. Bunlarla Kant rasyonalizm ve Empirizm akımlarını birleştirmiştir. Kant’a göre bilgi deneyle başlar fakat deneyle sona ermez yalnızca deneyden oluşmaz. Ona göre bilgi de duyuların dünyayla ilgili deneylerin sağladığı biçime ve forma ihtiyaç duyarız. İçeriksiz bilgi olmayacağı gibi formsuz yani akıl tarafından düzenlenmiş bilgi de olamaz.

d.Intüisyonizm (Sezgicilik)

Bilginin doğrudan ve aracısız bir bilme tarzına karşılık gelen sezgi yoluyla elde edilebileceğini savunan anlayışa intüisyonizm (sezgicilik) denir. Sezgicilik akıl ve duyular yoluyla elde edilen bilgileri reddetmez ancak duyu ve akıl karşısında sezgiye üstünlük verir. Gerçek ve kesin bilgi sezgi yoluyla elde edilir. Bu akım 19. yüzyılın sonlarında Bergson’un felsefesinde Hegel’in rasyonalizmine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte söz konusu anlayış ilk olarak Ortaçağda büyük İslam filozofu Gazzali’nin felsefesinde görülür.

(1)Gazzali (1058-1111)

Gazzali Horasan’da doğmuş Bağdat’taki Nizam’ül Mülk medresesinde müderrislik yapmıştır. Filozofların tutarsızlığı adlı eserinde kendinden önceki filozofların evren ve varlık hakkındaki tutarsızlıkları ortaya koymuştur. Ona göre insan bilgi edinmede duyulardan da akıldan da yararlanabilir. Fakat bu yetiler varlığın gerçek bilgisini veremez. Çünkü gerçek ve kesin bilgi sezgi yoluyla elde edilir. Bu bilgi türü insan gönlüne manevi ve yüce bir algı olarak iner. Gazzali insanda iki tür göz bulunduğunu savunur.

(a)Normal fiziki göz : İnsan bununla maddi dünyaya yönelir ve bir takım bilgilere ulaşır. Bir başka deyişle bu göz bilimleri ve felsefeyi kuran akıldır.
(b)Kalp Gözü : Kalbin kendisi manevi bir töz olduğu için insan onunla yani sezgiyle gerçekleri bütün açıklığıyla kavrar.

(2)Henri Bergson (1859-1941)

Fransız filozofu Henri Bergson uzun yıllar felsefe profesörlüğü yapmış ve 1928 yılında Nobel ödülü almıştır. O hem rasyonalizme hem de materyalizme karşı çıkar.

Bergson’a göre gerçekten varolan durağan madde değil süredir. Yani gerçeklik hayattır ve bunu yalnızca sezgi kavrayabilir ve bilebilir.

Ona göre bilgi elde etmenin birbirinden tamamen farklı olan iki yolu vardır:

(a)Bilimlerde geçerli olan analitik yol : Akıl ya da zeka yoluyla bilmeye karşılık gelen bu bilme tarzında gerçekliğin maddeden oluştuğu düşünülür. Bu yol gerçekliğin statik olduğunu düşünür. Bilimler varlığı parçalara ayırır. Her bilimin araştırdığı alan farklıdır. Bilimler varlığın özüne nüfuz edemez.
(b)Varlığın özüne nüfuz eden sezgi : Bergson’a göre sezgi gerçekliğin temelinde yaratıcı yaşam atılımının bulunduğunu yaşayarak anlar. Zamanı süreyi temel alır. Sezgi bize gerçekliğin bizzat kendisini bilme olanağı verir. Sezgi dile getirileme söze dökülemez ancak yaşanır. O gerçekliği yani süreyi yaşar ve hisseder.

e.Pozitivizm (Olguculuk)

İnsan için bilgide önemli olanın yalnızca olguları araştırmak olduğunu savunan akıma pozitivizm denir. Bu akıma göre insan olgular arasında varolan değişmez ilişkileri ya da doğal yasaları bulmalıdır. Bilginin temelinde deney olduğunu savunur. Kurucusu A. Comte’tur.

Auguste Comte (1798-1857)

Comte Fransız devriminin oluşturduğu toplumsal karmaşayı yeni bir toplumsal düzenleme ve reformla ortadan kaldırmayı denemiştir. Ona göre düşüncelerdeki anarşinin toplumda karmaşaya yol açtığı bir çağda toplumun kurtuluşunu sağlayacak tek çözüm pozitivizmdir. Onun pozitivizminin en önemli özelliği “doğanın mutlak ve yüce bir amacı” olduğu düşüncesini reddetmesidir. Comte’un pozitivizmi ikinci olarak varlıkların insan tarafından gözlenemeyen özlerini ve gizli nedenlerini bulma çabasından vazgeçer.

Bunun yerine o yalnızca olguları araştırmak ve varlıklar arasındaki değişmeyen ilişkilerini gözlemek gerektiğini öne sürer. Comte’a göre bilimin tek amacı olgular arasındaki bu değişmez ilişkileri ya da doğa yasalarını bulmaktır. Bu amaç da yalnız gözlem ve deney yoluyla gerçekleştirilebilir. Gözlem ve deney yoluyla kazanılan bilgi pozitif bilgidir. Pozitif bilgi tarihsel evrimin sonucu olan bilgidir ve insan zihnin ulaştığı en yüksek düzeyi gösterir.

Analitik Felsefe

Analitik felsefe pozitivizmin 20. yüzyılda ortaya çıkmış devamı şeklindedir. Viyana’da ortaya çıkmış bu akıma Neo Pozitivizm ya da Mantıkçı Empirizm de denir. Bu akıma göre felsefenin asıl uğraş alanı dildir.

Bu akım felsefenin varlık değer ve Tanrı üzerine doğruluğu test edilemeyen bilgiler öne sürmemesini savunur. Felsefenin görevi dildeki kavramları çözümlemektir. Bu akımın temsilcileri Ludwig Wittgenstein Moritz Schlick Rudolf Carnap ve Hans Reichenbach’tır.

Wittgenstein (1889-1951)

Wittgenstein tüm felsefe problemlerini bir dil problemine indirger. Bu yüzden felsefenin merkezinde dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır.

O dilin özyapısı üzerine açık belirgin ve soyut ilkeler yerine dile doğal bir insan fenomeni olarak yaklaşmıştır. Dili çevremizde olup biten bir şey karmaşık insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir bütün olarak görmüştür.

Wittgenstein felsefenin özünde bir kuram değil faaliyet olduğunu söyler. Felsefe sayılıp dökülecek bir öğreti bütünü değil belli bir faaliyettir. Ona göre felsefenin geleneksel problemleri kötü bir biçimde tanımlanmış olan problemlerdir. Bu yüzden felsefi kuramlar oluşturmaktan vazgeçmek gerekir. Filozofun görevi dilin nasıl kullanıldığını göstermektir. Felsefe ona göre dil konusundaki yanlış ve sahte kabullerimizin dünya üzerine olan düşüncelerimizin nasıl saptırıldığının çok yönlü bir biçimde araştırılmasıdır.

Pragmatizm (Faydacılık)

Doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak yalnızca eylemlerin sonuçlarıyla değerlendiren ve onlara yalnızca fayda açısından bakan akıma pragmatizm denir. Pragmatizmin kurucusu Amerikalı filozof William James’tir. Diğer önemli temsilcileri S. Pierce J. Dewey ve C. Schiller’dir.

(1)William James (1842-1942)

James’e göre bütün kuramlar bütün bilgiler insan yaşamına katkı yaptıkları insanın amacına yardımcı oldukları zaman doğrudur. Kuramlar gerçekten somut bir yarar sağladıkları sürece anlamlıdır.

James mutlak ve değişmez hiçbir sonuç öne sürmez ve düşüncede kendisine hareket noktası olarak sonucu seçer. Ona göre bilimde felsefede teolojide hiçbir tanım ya da formül son ve değişmez değildir. Bundan dolayı insanı ve dünyayı konu alan kuramların anlamları yalnızca onların problemleri çözme kapasitelerinde aranmalıdır. Dolayısıyla James’e göre bir kuramın bir düşüncenin anlamı söz konusu kuram ya da düşüncenin işe yararlılığıyla belirlenir.

James’e göre din tümüyle doğrudur ve din konusunda dinin sonuçlarına bakarak hüküm vermek gerekir. James’e göre din her durumda yararlı bir varsayımdır. Çünkü din sayesinde insanların manevi yaşamları gelişmekte insanlar yaşamlarına anlam katabilmektedirler.

(2)John Dewey (1859-1950)

Dewey’e göre bir düşüncenin doğruluğu bu düşüncenin işe yararlılığına bağlıdır.

Dewey bilimsel yasa kuram ve kavramları birer alet olarak gördüğü için onun öğretisine aynı zamanda enstrümentalizm (araççılık) da denir. Dewey’e göre birer alet olan bilimsel yasa ve kuramlar başarılı olursa yani uygulamada bir işe yararsa doğrudur. Onlar başarılı olmazsa yani uygulamada bir işe yaramazsa yanlıştır. Ona göre düşünceler bir problem ile karşı karşıya kalındığında ortaya çıkan tedirginliği söz konusu problemi çözmenin verdiği doyuma dönüştürmenin araçlarıdır.

h.Fenomenoloji

Fenomenleri ve bilincin verilerini inceleyerek fenomenin içindeki özü yakalamaya çalışır. Kurcusu Edmund Husserl’dir

Felsefesinin temeli bilincin dolaysız verilerine geri dönmek ve onları açıklamaktır. Yani felsefede özneden yola çıkar. Öznenin temeli ona göre bilinçtir.

Husserl’e göre önemli olan bilincin kendisi ve bu bilincin doğrudan ve aracısız bir şekilde tecrübe ettiği özlerdir. Buna göre öz fenomenin içindedir ve bilinç bu özü sezgi yoluyla yakalayabilir ve kavrayabilir. Yani öz fenomenlerin doğrudan ve aracısız bir sezgi yoluyla kavranan içeriğidir. Öz bir nesneyi başka bir şey değil de kendisi yapan özelliktir anlamdır. Bir fenomenin özüne ulaşabilmek için onun özüne ait olmayan tüm rastlantısal özelliklerin ve ilgisiz görüşlerin bir kenara atılması “parantez içine alınması” gerekir. Çünkü varlıkları belirleyen birtakım önemsiz özellikler değil onları meydana getiren asıl özelliklerdir özdür. Bunları ise yalnızca bilinç açığa çıkarabilir. Buna göre fenomenolojik yöntem duyularımızla ve olguların ötesinde; bu fenomen olay ve olguların özlerini kavrama çabasıdır.
 


aykut_irl

Üye
çok teşekkurler bu benim cok işime yaradı ama daha detaylı bilgileri nerden bulabilirim. özellikle hume, locke, rousseau, burke ve bentham ile ilgili bilgi lazım.
 
Astrosman

Astrosman

Üye
Teşekkürler
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt