Allah'in ibadetimize ihtiyacı olmadığına göre neden ibadetimizi istediğimiz gibi yapm

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
lgkg300

lgkg300

Üye
    Konu Sahibi
Allah'in ibadetimize ihtiyacı olmadığına göre neden ibadetimizi istediğimiz gibi yapm
İbadet duygusu insanda Cenâb-ı
Hakk'ı bilmeye terettüp eden bir
keyfiyettir. Yani insan, bir tarafta bu
muhteşem kâinatı yaratan Zât'a
delâlet edecek tablolar, levhalar..
meselâ, nizam ve intizam levhaları görür. Sonra bu
fevkalâde nizamı kuran, nizam sahibi Nâzım'a intikal eder.
İşte böyle, dikkat ve ibretle kâinata bakabilen hiçbir şeyi
gayesiz, nizamsız göremez ve dolayısıyla kendisinin de bu
nizama göre hareket etmesi lâzım geldiğini anlar.
Keza; varlığa güzellik ve estetik yönünden baksa, onu
öylesine güzel, o kadar harika bulur ki, âdeta daha güzelini
tasavvur etmek imkânsızdır. İnsanın çehresinden zeminin
yüzüne, ondan semanın yıldızlarla yaldızlanmış simasına
kadar öyle büyüleyici bir güzellik, öyle baş döndürücü bir
eda ve insanı çıldırtan öyle tatlı bir şive vardır ki, bu
çizgiler, bu renk ve bu âhengi görüp de bu muhteşem ve
sihirli meşheri sergileyen Zât'ı görüp bilmemek mümkün
değildir...
İster âfâkî, ister enfüsî tetkik ve tefekkür, insana, içini
okşayan öyle şirin ilhamlar kazandırır, öyle coşturur ve
öyle tablodan tabloya koşturur ki, sevinç ve heyecandan
bir çocuk gibi çığlık atıp zıplamak gelir insanın içinden... En
güzel iş ve icraat üzerinde en güzel isimlerin ışıktan
kelebekler gibi konup kalktığını gördükçe, bizleri bütün
insanî duygularımızla alıp içinde eriten bu güzelliklerin
kaynağı güzel sıfatları takdirlerle alkışlar; hayret, hayranlık
ve edeple onların Sahib-i Zîşan'ı karşısında kendimizden
geçeriz.
Bir başka zaviyeden kâinatta her şey, âdeta bir başka yerde
hazırlanmış ve insanın istifadesine arz edilmiş gibidir.
Kimisi konserve, kimisi meyve şeklinde takdim edilen bu
nimetlerle, yeryüzü âdeta geniş bir nimet sofrası; bağlar,
bahçeler de birer tablacı hâline gelirler. İnsan, önüne
konan bu nimet sofrasındaki nimetlere elini uzattıkça,
gerçek nimet Sahibini duyuyor, hissediyor gibi olur. Ve
kendini bir başka zevk, haz, hayret ve hayranlık buudunda
bulur. Evet, şuurlu farz edildiği takdirde bir yavru, ağzını,
rahmet muslukları olan annesinin memelerine yapıştırdığı
zaman, kendisi için hazırlanmış çok nâfi bir gıdanın, bir
başka âlemden onun imdadına koştuğunu duyar ve
hâdiselerin ötesinde fevkalâde nimet veren, fevkalâde
ikramda bulunan Birisini hisseder, O'nu düşünür, O'nun
nimetleri karşısında iki büklüm olur.
Evet, her nimet, her ihsan bir taraftan o nimet ve ihsan
sahibine delâlet eder, diğer taraftan da bizleri, O'nun
karşısında saygılı olmaya zorlar. Nerede bir nimet, bir
güzellik, bir nizam ve intizam tablosu varsa, orada, o
nimet, o güzellik, o in'am, o ihsan tablolarına karşı takdir,
hayranlık ve kulluk tablosu da olmalıdır. Yani Allah'ın (celle
celâluhu) Kendisini bildirmesine karşı, hemen ubûdiyetle
mukabele edilmelidir. Bu noktadan hareket ederek,
Mutezile ve bir ölçüde Maturîdîler -ki, itikatta bizim de bağlı
bulunduğumuz mezheptir- derler ki: Hiçbir nebi gelmese
ve hiçbir mürşid insanları irşad etmeseydi, kâinatın yüzüne
serpiştirilen hakikatlere bakarak, insan Allah'ı bilme ve ona
göre tavır alma mecburiyetindeydi. Maturîdîlerin nokta-i
nazarına bir hayli misal bulmak mümkündür.
Meselâ, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem)
çevresindeki bazı kimseler, putlarla dolu olan Kâbe'nin
harîminde neş'et etmiş, kendilerine Allah'a giden yolu
gösteren kimseyi görmemişlerdi. Başta Efendimiz olmak
üzere, tevhid adına kendilerine bir şey telkin edilmemişti.
Fakat bedevinin dediği gibi: "Bir yerde bir hayvan tersi
oradan hayvan geçtiğini, bir yerde izler ise orada birisinin
yürümüş olduğunu gösterir. Bakın şu burç burç olan sema
ve onun âhengine ve vadi vadi yeryüzüne! Bütün bunlar,
her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah'a delâlet
etmez mi?"[1] Bedevi söylüyor bunu. Çölden, kumdan
başka bir şey bilmeyen birisi böyle düşünürse, diğerlerini
hesap etmek lâzım...
Efendimiz insanlığı kurtarıp yükseltecek çok geniş bir
idrakle gelmişti. Tabir caizse insanüstü bir insandı. O,
ısmarlama anlayış ve idrakiyle kâinatın gerçek mânâsını
kavramış ve kendisine henüz peygamberlik gelmeden
kâinat kitabında Hakk'ı sezmiş; aramaya başlamış ve Gâr-ı
Hira'ya çekilerek kendini ibadete vermişti... Âişe Validemiz,
Buhârî'nin başındaki bir hadis-i şerifte, - Hatice
Validemizden naklen- kendisini ibadete verdiğini ve ancak
azığını tedarik etmek maksadıyla ara sıra evine döndüğünü
söylüyor ki,51 bunlar, idrakle, insanın bazı şeyleri
keşfedeceğini ve keşfettikten sonra da Cenâb-ı Hakk'a belli
ölçüde kulluk yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu
mevzuda, Zeyd İbn Amr'ın vefatı esnasındaki düşünce ve
sözleri de üzerinde durulmaya değer mahiyettedir. Zeyd,
Hazreti Ömer'in amcası oluyordu. Vefatı sırasında, bütün
aile efradını etrafına topladı ve gelecek Peygamber'le
alâkalı bildiği şeyleri onlara anlattı. Bu zat, Efendimiz'in
(sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğine
yetişememişti. Yani atını sürmüş, sahile yanaşmış, fakat
İslâm vapuruna yetişememişti... Ama, bütün ruhuyla
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) atmosferini,
O'nun gerçek mânâ ve mahiyetini, hakikat-i Ahmediye'yi
sezmiş, iliklerine kadar doymuş; ancak, duyduğu hissettiği
bu şeylere ad koyamamıştı. Diyor ki: "Allah'ın ufukta bir
nuru var. Zuhur edeceğine inanıyorum. O'nun âsârını
başımızın üzerinde görüyor gibi oluyorum." Sonra, Cenâb-ı
Hakk'a teveccüh ediyor: "Ey Yüce Yaratıcı, ben Seni tam
bilemedim; bilseydim yüzümü yere koyacak bir daha da
kaldırmayacaktım." Mealinde hislerini ifade ediyor.
Görüldüğü gibi, tertemiz, dupduru bir vicdan, şayet
putperestlikle telvis edilmemiş ve şartlanmamışsa kâinata,
nizama, âhenge baktığı zaman, bu umumî armoni içinde o
da kendine çeki düzen verip ubûdiyet tavrı takınacak ve
Allah'a kulluk yapacaktır.
Demek Allah'ı bilme ve tanımanın yanında, hemen Allah'a
kulluk başlıyor... Evet, madem bu bin bir nimetle bizi
perverde eden Allah var. Öyle ise kulluk da var. İşte Allah
(celle celâluhu), insan vicdanında meknî olan bu kulluk
düşüncesini formüle ediyor. Yani "Yüzümü yere
koyacağım, kıyamete kadar başımı kaldırmayacağım..
azametin karşısında iki büklüm duracağım.." ve Recaizade
Ekrem'in "Nerede Allah'ım dizlerin, başımı koyayım..."; bir
başkasının: "Nerede o mübarek elin ki başımın üstünde
olduğunu hissediyorum."... Bunlar ve bunlar gibi ilâhî aşk,
ilâhî heyecanla, insanın ne diyeceğini bilemediği esnada,
vahy-i semavî gerçek kulluk düşüncesi, kulluk şekli ve
kulluk anlayışıyla gelip, bizlerde düşünce sürçmelerine
meydan vermeyecek, aşk ve heyecanımızı Yaratıcı'nın
emirlerine göre imale edecektir. Yani, Allah O'na: "Ben
Allah'ım, sen de Benim kulumsun. Nimetlerimle Beni
tanıdın. Ben de sana kulluğun âdâbını öğreteceğim. Benim
huzuruma şöyle girilir. Evvelâ abdest alınır, ondan sonra
içeriye girildiği zaman da nefsi boğazlama mânâsına
"Büyük Sensin Allah'ım, Senden gayri her şey küçüktür."
denir.. kulluk şuuru içinde el pençedivan durulur ve sonra,
Benim huzurumda derinleşi lebildiği kadar derinleşilir.
Miracının gölgesinde, dereceye göre, ruhen Nebiler
Sultanı'nın yükseldiği yerlere yükselme arzusu uyanır,
yükseldikçe şükran hissiyle rükua gidilir, rükuda eğildikçe
yeni bir buuda ulaşılır, derken, secdeye varılır; oradaki
mahviyet ve tevazuu ölçüsünde ayrı bir derinliğe erilir.
Kalkılır, bir soluk alınır, sonra yeni bir arayışla tekrar ikinci
secdeye gidilir ve daha sonra "Kulun Rabbisine en yakın
olduğu an secde ânıdır. Secde ettiğiniz zaman Allah'a çok
dua edi niz." [3] buyruğu vicdanlarda duyulur. "Secde
edenler arasında dolaşmanı da görüyor." [4] sırrıyla, secde
edenler arasında kıvrım kıvrım eğilip bükülmeler ve hakikî
namaz içinde, kabiliyetlere göre, namazın aslı sayılan
miraca muvaffak olunur.
İşte, ibadet, "Allah'a iman ve Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki
mârifet ve buğu buğu bu mârifetten yükselen muhabbet ve
hayretle yapılması gerekli olan şeylerin, Cenâb-ı Hakk'ın
iş'ar ve irşadıyla yine O'nun emirlerine göre kanalize ve
formüle edilmesi." demektir.
Bunlarla meselenin bir yönünü arz etmiş oluyorum. Yani,
Rabbimizi bilip tanıma karşısında şaşkınca ve uygunsuz
işler yapmamak için, O'nun âyât-ı beyyinâtının rehberliği
ve Efendimiz'in neşrettiği ışıklar altında, matluba uygun
kulluk yapıyor ve Yaratıcı'nın hoşnutluğunu araştırıyoruz.
İkinci meseleye gelince, insan; ticarî, ilmî, fennî, ziraî, ve
sınaî işlerinde daima bir rehbere ve ondan bazı şeyler
öğrenmeye muhtaçtır. Meselâ diyelim ki, her birerlerinizin
bir işi var. Kiminizin bir fabrikası var ve mensucatçılık
yapıyor; kiminiz plastikle meşgul oluyor, kiminiz de
tuhafiyecilikle... Birisi, bizim menfaat ve faydamızı,
yaptığımız şeylerde aldanmamamızı, ticarî prensipleri iyi
bilerek iyi iş yapmamızı temin için bizleri alıp önüne
oturtuyor ve diyor ki: "Siz bu işi mutlaka yapacaksınız.
Çünkü, bunu yapmanız hem bir zaruret hem de bir
ihtiyaçtır. Ancak, bu işi en iyi şekilde, en semereli biçimde
yapmanız için, insan unsurunu, güç unsurunu çok iyi
kullanmanız, şu tasarruf tedbirlerini almanız ve daha şunu
şunu yapmanız lâzımdır..."
Şimdi, bizde zerre kadar insaf varsa, onun yaptığı bu ikaz
ve irşad karşılığında hiçbir talepte bulunmayan bu ihlâslı,
bu hayırhah insanı dinler, onun fizibilite raporlarına önem
verir ve tekliflerine göre bir düzenlemeye gideriz. Aynen
bunun gibi; Rabbinize karşı olan ibadet ü taati, kendi
arzumuza ve şaşkınlık içinde yapacağımız herhangi bir
keyfiyete göre değil de, belki her birisiyle bizleri ayrı bir
sema yolculuğuna hazırlayan, her birisinde ayrı bir miraç
ruhu bulunan O'nun formüle ettiği ibadet kalıpları içinde
yerine getirdiğimiz zaman, yaptığımız şeyler "yediveren"
başaklar gibi bereketlenecektir. Bilemiyoruz; belki de,
"Allahu Ekber" dediğimiz zaman rahmet âlemlerinin
düğmesine dokunmuş oluyor ve ruhumuz bunlarla
ilhamlara açılıyordur. Belki, Fatiha-i Şerife'yi okuduğumuz
zaman sırlı bir anahtarla, şifreli bir kilidi açıyoruzdur. Ve
daha namazın diğer rükünleriyle, hatta diğer ibadet
şekilleriyle kim bilir ne sırlı kapıları açmaya muvaffak
oluyoruzdur. Evet, secdeye vardığımızda bütün yolların
dümdüz olup, bütün kapıların açıldığını söyleyebiliriz.
Dualarımızın O'na yükselip, soluklarımızın nezd-i
ulûhiyette duyulduğunu ve melâike-i kiramın etrafımızı
aldığını ifade edebiliriz. Bütün bunların olmadığını kim iddia
edebilir ki!.. Kaldı ki Muhbir-i Sadık'ın bunları destekleyen
nurlu beyanları da var...
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt