Sadece Bir Karınca

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

DefectoR

Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş.

Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç
kesmeye başlıyormuş,
bir ağaç devrilirken hemen
diğerine geçiyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle
yemeği için
kendine vakit
ayırıyormuş. Aksamları da arkadaşından bir kaç saat
sonra ağaç
kesmeyi bırakıyormuş.

İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava
kararmaya başladığında
eve donuyormuş.
Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne
kadar ağaç
kestiklerini saymaya başlamışlar.

Sonuç : İkinci adam çok daha fazla ağaç kesmiş.

Birinci adam öfkelenmiş :
" Bu nasıl olabilir ? Ben daha çok çalıştım. Senden
daha erken ise
başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha
fazla ağaç kestin.
Bu isin sırrı ne ? "

İkinci adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş :
" Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken,
ben arada bir
dinlenip baltamı biliyordum. Keskin baltayla, daha
az çabayla daha
çok
ağaç kesilir."

Kendimizi geliştirmek , baltamızı bilemektir.
Kendimize zaman ayırıp,
yaşamımızı objektif bir bakışla gözden geçirmektir.
Zayıf bulduğumuz
alanlarımızı geliştirmek için caba göstermektir. Bu,
zihnimizin,
ruhumuzun, karakterimizin güçlenmesi için olmazsa
olmaz bir koşuldur.

Delhi’deki unlu tapınakta Sokrat’ın su sözü yer alır
: " İnsan
Kendini Tanı "
Kendini tanımak, su anda olduğumuz noktayla olmak
istediğimiz nokta
arasındaki yoldur. Kendini tanımak, kendimizi nasıl
gördüğümüz ile
başkalarının bizi nasıl gördüğü arasında acı
olmaması anlamına gelir.

Bireysel ve is yaşamımızda basarili, mutlu ve
doyumlu olmak
istiyorsak,
baltamızı bilemek için kendimize zaman ayırmalıyız.
 


DefectoR

10.Sınıf
İngilizce dersinde yanımda bir kız oturuyordu onun için benim en iyi Arkadaşım diyordum...ama Ben onun ipek gibi saçlarına bakıp benim olmasını istiyordum...ama o bana benim ona baktığım gibi bakmıyordu bunu biliyordum,dersten sonra kalktı ve geçen gün sınıfta olmadığı için günün notlarını istedi ve ona notları verirken bana teşekkür etti ve yanağımdan öptü onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyordum ama çok utanıyordum..

11.Sınıf
Telefonum çaldı,arayan oydu ve ağlıyordu bana aşkın nasıl kalbini kırdığını anlattı,beni evine çağırdı,yalnız kalmak istemediğini söyledi, bende tabi ki gittim,koltuğa,onun yanına oturdum,güzel gözlerine bakmaya başladım ve onun benim olmasını diledim,2 saat sonra Drew Barrymore'un bir filmi başladı ve onu izledik filmi izledikten sonra uyumaya karar verdi, bana her şey için teşekkür etti ve beni yanağımdan öptü. Onu arkadaş olarak istemediğimi Bilmesini istiyordum,onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

SON SINIF
Mezuniyet balosundan bir gün önce yanıma geldi ve çıktığı çocuk hasta ve partiye gelemeyecek dedi, benimde çıktığım biri yoktu ve 7.sınıfta birbirimize söz vermiştik eğer çıktığı biri olmazsa partilere birlikte gidecektik, "en iyi arkadaş" olarak.Ve partiye birlikte gittik,o akşam çok güzeldi, her şey yolunda gitti, partiden sonra onu evinin kapısının önüne kadar bıraktım, kapının önünde ona baktım o da bana güzel gözleriyle bana gülümseyerek baktı.Onun benim olmasını istiyordum...ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, bana "hayatımın en güzel zamanını geçirdiğini" söyledi ve yanağımdan öptü... Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi Bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama Söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum Ama çok utanıyordum... Günler, haftalar, aylar geçti ve mezuniyet günü geldi çattı.. Sürekli onu izledim onun mükemmel vücudunu seyrettim.Diplomasını almak için sahneye çıkarken sanki havada süzülen bir melek gibiydi.Onun benim olmasını istiyordum...Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum.Herkes evine gitmeden önce yanıma geldi ve ağlayarak bana sarıldı sonra başını omzuma koydu ve "sen benim en iyi arkadaşımsın,teşekkürler" deyip yanağımdan öptü.Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok Seviyordum ama söyleyemiyordum. Nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

ARADAN YILLAR GEÇTİ
Bir kilisedeydim ve o kızın nikahını izliyorum..evet artık evleniyordu, onun "evet, kabul ediyorum"demesini,yeni hayatına girmesini izledim, başka bir adamla evli olarak. Onun beni olmasını istiyordum..ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum.Yeni hayatına girmeden önce yanıma geldi ve "nikahıma geldin teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama Söyleyemiyordum nedenini bilmiyordum ama çok utanıyordum...

YILLAR ÇABUK GEÇTİ
Şu an benim bir zamanlar en iyi arkadaşım olan kızın tabutuna bakıyorum,eşyaları toplanırken lise yıllarında yazdığı günlüğü ortaya çıktı... Hemen günlüğünü aldım ve günlükte okuduğum satırlar şöyleydi... "Onun gözlerine bakarak onun benim olmasını diledim...ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum.Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama SÖYLEYEMİYORDUM.nedenini bilmiyordum ama çok utanıyordum. KEŞKE BANA SEVDİĞİNİ SÖYLESEYDİ. Hayatta hiçbir şey için geç kalmayın sevdiğinizi söyleyin.Her ne pahasına olursa olsun.Bu onu kaybetmekte olsa.

ŞİMDİ KOŞ GİT SEVDİĞİNE, ONU SEVDİĞİNİ HAYKIRIRCASINA BELLİ
 
seriFBurak

seriFBurak

Üye
bu sonuncusunu okurken tuylerim diken diken oldu yemin ederm ki!
 

ibrahimcay1

Üye
DefectoR yeter baba Parmaklar1na yaz1k dinlen biraz yahu bide bunlar1n baz1lar1n1 radyo 5 de aksam m1 dinledin ömer die bi adam anlat1yo super...
 

DefectoR

Originally posted by ibrahimcay1@May 29 2005, 04:52 PM
DefectoR yeter baba Parmaklar1na yaz1k dinlen biraz yahu bide bunlar1n baz1lar1n1 radyo 5 de aksam m1 dinledin ömer die bi adam anlat1yo super...
[post=67525]Quoted post[/post]​
Radyo fln dinlediim yok yaw ;;)
Hem bunlar copy+paste :DD
 

DefectoR

Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir,
gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar.
Başka doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri
gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.
Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de
bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri
uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul'a götürmeye karar verirler.
İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin
tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa
Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan
baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da
apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre
moda, Zurih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca
profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.
Sonuç:
Osman Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan Osman
Efendiye ağrı kesici iğneler verilir, ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini -evinde-
geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader"
denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır
ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi
Berber Mehmet çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş
ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
Berber Mehmet bir an düşünür. "Beyim?" der, "Sakın sizin burnunuzda kıl
dönmüş olmasın" Bir bakar, "Hah işte der. "Kıl dönmüş." Osman Efendinin
şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı
çeker. Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya
koşar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın
ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar
koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman
Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması
geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp
gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o
zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına
gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır
ve ona bir servet bağışlar.

BU YAZIDAN ÇIKARTILACAK SONUÇLAR :

1. Vergiden turizme, sosyal güvenlikten adalet reformuna kadar Berber
Mehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.

2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.

3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.
 

DefectoR

Yaşamım yalnızlığa endekslenmiş gibiydi. Günlerim sade ve sakin geçerken, çevremle ilişkilerim de kendi normal yolunda gidiyordu.Bu nedenle rahat ve huzurluydum. Biraz da genç ve güzel sayılmam nedeniyle yaşamı keyif verici buluyordum. Nedense evlilikten yana kapalı kısmetimin, yakama yapışmış bekar yaftasını söküp atmaya gücü yetmiyordu
Eskişehir’de bir okulda öğretmendim. Genç, güzel, bekar ve de alımlı bir bayan için güzel meslek değil mi? Kimi erkek öğretmenler
Kimi memurlar ve bir mesleği olmayan boşta gezerler etrafımda arı gibi uçuşuyorlardı. Ama bunların hiç birisi bal arısı değildi. Kimbilir, “Bundan ev kadını olmaz” mı diyorlar, “Bu bana göre değil” mi ? Yoksa “Biraz geçmiş” mi diyorlardı. Ne derlerse desinlerdi. Bu değerlendirmeleri yemeyordum. İşte ben buydum., halimden şikayetçi değildim. Üstelik meleğimi ve işimi seviyordum. Dersliğimde otuz tane çocuğum vardı; hepsi birbirnden sevimli, birbirinden şirin, birbirinden canikom. Onların saf, temiz, sevgiyle beslenen yüreklerine adamıştım varlığımı.
Zil çaldı. Birlikte çıktık hepimiz. Evlerimize.
İlkbaharın ılımlı günlerinden biriydi. Güneş çevreyi aydınlatıp, ısıtırken, insanlar karanlıktan aydınlığa çıkan hayvanların neşesiyle arkada bıraktıkları kışa dönüp bakmadan mendil sallıyorlardı
Kanaletin kıyısındaki çınar ağacının altında, kırık dökük iskemlelerin üstünde oturmuş tavla oynayan, mahallemizin dört erkeğine gülümseyerek selam verip geçtim. Başlarını tavladan kaldırıp, biraz nezaket,biraz arzu, biraz da dostça baktılar ve selamımı aldılar.
Benim apartmanım onlarınkinin karşısındaydı. Girdim ve kapıya vardım. Elim heybeme gitti., anahtar için. Aksiliğe bak, elime dokunmuyordu. Heyecanlandım. Tekrar tekrar aradıysam da yoktu. Bozuldum, üzüldüm, sinirlendim. Ne yapmamı düşünürken bir kez yan dairenin balkonundan benimkine atlandığı aklıma geldi.. Ama bu işi ben yapamam ki... Aşağıdaki dört adamı hatırladım. Nasıl olsa içlerinden biri bu işi yapabilirdi. Vardım yanlarına.
“Tavla oynamaya mı geldin? Diye dalga geçtiler. Endişeli ve sinirli olduğumu anlamalılardı. Dördü birden gözlerini bana diktiler.
“Yok mu içinizde benim bir isteğimi yerine getirecek, kendine güvenen?”
“Olmaz mı? Ama işine bağlı...”
Gülüştüler yılışık ve sulu suratlarıyla..
“Anahtarım kayıp. Kapıda kaldım. Komşu balkonundan atlayıp, benim dairemin kapısını açabilecek. Var mı kendine güvenen, içinizde? Bahşişi de hazır.”
Oturanlardan birisi, bir diğerinin yüzüne bakarak:
“Kalk bakalım sana iş göründü. Sen yaparsın bu işi.”
 

DefectoR

KENDİMİZİ SORGULAMAK



Bir vakfın geleneksel yemekli toplantısında, ünlü bir kişinin yapacağı konuşmaya davet edilmiştim. Vardım ki, salon benim gibi davetlilerle dolmuştu. Çoğunluğu tüccar, sanayici ve iş adamı yüzlerce kişi birlikte yemek yemek ve konferansı dinlemek için gelmişti.
İnsanız; bazan mutsuz, bazan da doyumsuz olabiliyoruz. Kaygılarımız oluyor.
Meğer tüm olumsuzlukların çaresi içimizdeymiş; kendi kendimizi sorgulama alışkanlığımızın olmayışındanmış.
Gerçekten biz toplum olarak kendimizi sorgulama alışkanlığını edinememişiz. Sorgulamak deyince, hep başkalarını sorgulamayı anlamışız.
Oysa mutluluğa açılan kapının sihirli anahtarı, kendimize soracağımız bir
Soruda gizliymiş.
Neymiş o soru? İşte konferansın konusu da bu ya...

Yemeğin ardından Vakıf Başkanı kürsüye gelerek, konuşmacıyı çağırdı. Ama sürpriz olsun diye adını söylemedi. Onu konuşmanın bitiminde kendisinin söyleyeceğini ifade etti.
Konuşmacı orta boylu, şişman görünümlü, tepesindeki saçları dökülmüş, arkadakiler uzayıp uçları arkaya dönünce hoş bir hava vermiş, yakışmış, güleç yüzlü, yaşlı ama enerjik, dışa dönük bir kişi. Aslında o, medyatik bir kişi olduğundan tanıtım için fazla söze gerek yoktu. Başkan kürsüyü konuşmacıya bırakırken, bir ‘hoş geldiniz’ alkışı yükseldi. Teşekkür sözü alkışlar arasında kaybolurken, o sözlerine başladı.

“Ben bir köylü çocuğuyum. Anam, babam da köyün kahrını çekmiş insanlardı . Onlar her türlü çiftçilik işlerinde çalışırken ben de gölgeleri gibi onların ayaklarının dibinden eksik olmazdım. Devlet kapısında memuriyete başlayıncıya kadar, bir köylü kadar köylü olmuştum. Onun için “Benim köylü halkımı, ben çok iyi tanırım.”
Konuşmacı, insanın kendisinin sorgulanmasından hazetmediğini söylerken, dinleyicilerin tüm dikkatlarını üstüne çekebiliyordu. Derin bir sessizliğin içinde tek duyulan onun arka arkaya sıraladığı ve ağır ağır söylediği çok virgüllü sözcükleriydi.
Diyordu ki: “Bir insanın geleceğini, onun belli koşullarda doğmuş olması belirlemez. İnsan köyde, kentte her hangi bir yerde doğmuş olabilir. Çok zengin ya da çok fakir olarak gelmiş olabilir. Bu kazanımların ya da yoksullukların kalıcılığına güvenmemelidir. Dünyamızda her şey değişim sürecindedir. Ancak insan aklının gücü sayesinde değişimlere uyum sağlamaya çalışır.”
Konuşmacı bi yudum su içtikten sonra, dinleyicileri süzdü, uyandırdığı etkiyi ölçmeye çalıştı ve gülümseyerek devamla:
“İnsan istemediği sürece hiçbir şey olduğu gibi kalmak zorunda değildir,” genellemesinden yola çıkarak şöyle sürdürdü konuşmasını:
“İnsan kendisine mutsuzluk ve doyumsuzluk veren bir durumu değiştirmek istediğinde kendisine şu soruyu sormalıdır: Öyleyse nasıl olmasını istiyorsunuz? İstek belirlendikten sonra tüm davranışlar isteneni gerçekleştirecek ögelere odaklanmalıdır. Böylece yaşamınızı olumsuz etkileyen faktörleri saf dışı etmiş ve onların etkisinden kurtulmuş olursunuz.”
“Unutmayınız. İnsan istemediği sürece hiçbir şey olduğu gibi kalamaz. Olumsuzları seçiniz ve onları yaşamınızdan çıkartmanın savaşını veriniz”
Bir saat kürsüde kalan konuşmacı, ana fikri bu olan konuşmasına biraz da anılarını katarak, son sözlerini vakur bir ifadeyle “Ben.............., hepinize saygılar sunuyorum diyerek bitirdi.

05 / 02 / 2004
Alsancak-İZMİR
 

DefectoR

G İ D E C E Ğ İ M Y E R

Cumartesiyi ve pazarı geçirdiğimiz bir tatil sitesinden dönüyorduk. Sevgilimle baş başa olmak beni çok mutlu etmişti. Önceden düşünemeyeceğim kadar eğlenceli ve romantik saatlar yaşadık orada. Mutluluğu yudum yudum içmiş, aşk sarhoşu olmuştum. Kader beni ona vermişti. Böyle yazıldığını düşünüyor, kadere karşı savaşılamayacağına inanıyordum. Sevgimizin ölmeyeceğine inandığım gibi.
Onu çok seviyordum. Yaşanan her gün, görevini bitirerek düşen yapraklar gibi silinip gideceği yerde, yeni süren filizler gibiydi. Anladım ki, aşk manyağı ben, ne aşksız yaşayabilirdim ne de onsuz.
Dönüşümüzde o sürüyordu arabayı. Hızla giderken araba yolda bir kasise düştü. Ön lastiğin patladığını anladığımızda direksiyon hakimiyetini kaybetmişti. Saniyelik bir zamanda takla atarak kendimizi bir tarlanın içinde bulduk . Gerisini bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Konuşabiliyor ama, neremde ne olup bittiğini bilmiyordum. Kendime glince ilk sözüm onu sormak olmuş.

Şikayetim bacaklarımdan idi. Ayakta durabiliyor, ancak adım atamıyordum. İzdiraplı günleri hastanede bırakarak evimize çıktık.Çeşitli araçlarla yürüme eğitimi, masajlar, ilaçlar pek fayda vereceğe benzemiyordu. Hekimler : “İradeni kullanacaksın” deyip, başka şey demiyorlardı. Onun sık sık gelişinden çok mutluydum. Bana moral ve güç veriyordu.
İnsanlar bazan korku ile aşkı birlikte yaşarlar.
Buna karşın korku denen virusun içimde yuvalanmaya başlaması huzurumu kaçırıyordu. Korkuyordum : ya böyle kalırsam. Böyle kalırsam onun, beni eninde sonunda kaderime terk edeceğini bilmek zor değildi. Terk edilmek, kaderin pençesine atılmaktı. Bu insafsız eylemlere karşı hekimlerden medet umuyor, irademi zorluyordum. Zorladıkça gözlerimin önünde umut ışıkları parlıyordu.

Uzmanlar çabuk iyileşmem için severek yapabileceğim bir uğraşımım olmasını salık verdiler. Biz de kabul edince işe koyulduk. Nasıl olsa bir mesleğim vardı: Muhasebecilik. Yanıma iki de yardımcı alınca “oldu bu iş” dedim.
Asmaltında bana göre bir dükkan bulundu. Davulsuz, zurnasız, çelenksiz, törensiz açtık büromuzu. Komşu olduğumuz esnaf ile kaynaşmamız hiç de zor olmadı. Ben de onların defterlerini tuttum, mali ve resmi işlerini üstlendim.
Asmaltı; Arnavut kaldırımı döşeli bir mekan.Ortada yaşlı bir çardak asması. Yazın iskemlesini alan esnaf buraya çıkar.
Asmaltı avutuyordu beni. Memnun ve mutluydum. Geçen günler hastalığın gerilimini azaltmıştı. Gün, hafta, ay dediğin nedir ki... Şu koca asmaya sorun söylesin. Kaç kez sararmış yapraklarını döktü ayaklarımızın altına. Ve bir yaş daha ekledi Yukardaki defterimize.

Bir gün Asmaltında otururken, baktım ki bizimki geliyor. Yorgun olduğu yürüyüşünden belliydi. Sarıldım, öptüm. Terliydi. Arkadaşlarla tanıştırdım. Oturttum kendini toparlaması için. Sonra benim büroya geçtik. Üzgün bir havası vardı. Libya’da inşaat işi alan bir firma ile iş makinaları operatörü olarak dolgun bir ücret karşılığında anlaştıklarını söyledi. Bir hafta içinde gitmesi gerekiyormuş. Vedalaşmak için gelmiş. Hüzünlü bir havada bir saat konuştuk. İçime ayrılığın acısı çökmüştü.Vedalaştık, helallaştık
sarıldık birbirimize
O giderken arkasından bir süre yaşlı gözlerle baktım.
Asmaltında hastalığımın ikinci yılını doldurduğumda görünmez bir kaza gene beni bulmuştu. Ellerimde çift bastonla büroma geçeyim derken düştüm. Kalkamadım. Kaldırdılar ama, bu kez ayaklarım hepten tutmaz olmuştu. Biraz iyileşen halimi de kaybetmiştim. Ayakta duramayışıma çok üzülmüştüm.

Asmaltını terk ettiğim gün, bir daha buralara gelemeyeceğimi bilerek dedim ki, koca asmaya: “o, döndüğünde dersin ki, seni hiç unutmadı, hep geleceğin günlerin hesabını yaptı.”
Hasret dolu duygularım yetmiyordu ilaç olarak. Hep onu düşünüyordum.Döndüğünde dökeceği gözyaşını düşünüyor, biliyordum sonunda gideceğim yeri.

03 / Şub./ 03
Alsancak - İZMİR
 

DefectoR

K A Y A L I D A Ğ I N S E L İ

“Ben onu bunu bilmem ne hikmetse: Kayalıdağ netameli bir yer.Kar yağr bir türlü, yağmur başka türlü.” Der İbram Emmi. Deneyimli bir insan, yaşayarak öğrenmiş bildiklerini.
Kayalıdağa kar çok yağdığında keyfini bizim köylüler çıkartır; bölluk, bereket olur. Karların erimesiyle Bizimköy’de sular coşar, her yer cumbul cumbul su altında kalır. Göletler dolar. Köylüler sevinir. Omuzlarında kürek, ellerinde çapa kadın erkek, sabah erken bağda bahçede.Gözler toprakta, üründe. Gök yüzüne bakmazlar bile. Vefasız bulutlardan medet ummazlar.
Kayalıdağda kar yoksa, bizmkilerin hali harap. Hazır olsunlar yzın yağmur duasına. Yağmuruna da güvenilmez orann. Bir bulut gelir, indiriverir varını yoğunu bir anda. Arazinin yatımı bizim tarafa doğru olduğundan seller boşalır, evleri basar. Asıl azgın sel kendi yatağında akar. Sel, dağın koca koca taşlarını yuvarlaya yuvarlaya homurdayan sesiyle taşır bağlara, bahçelere, tarlalara. Büyükler bir masal gibi çocuklara anlatırlar selin yaptıklarını. Çocuklar da abartarak nakleder ağızdan ağıza ve yayılır gider bu felaketin korkusu. Sel deresi boyunda hayvan otaran çocuklara sel geliyor diye şaka bile yapılır.
Şimdi sonbahar. Artık geceler serin, hatta soğuk. Güz günleri yaşanmakta. Tohum ekme zamanı. Ama yağış yok. Yağmurun olmatışı onları kaygılandırıyor.
Bu gün bir umut var gibi; başka bir gün olacağa benziyor. Çünkü ufukta yağmur bulutları belirdi. Buralara kadar gelir mi bilmem. Yoksa her zamanki gibi yağmadan deli rüzgarın önünde savrulup giderler mi?
Evet, gelecek. Bak sanıza bulutlar kararttı havayı. Şimşekler, gök gürlemeleri.. Yağmurun öncüsü talaz geldi bile. Şimdi de talaz bulutu kapladı etrafı. Kavaklar sallandı, söğütlerin dalları yattı yattı kalktı . Tüm canlılar inlerine , yuvalarına çekildi.Mallar ahırlara, ağıllara kapatıldı
Küçük bir yağmur tanesi cama vurdu. Yanına bir tane daha düştü. İkisi birleşince iri bir damla oldular. Yaınında bir damla daha, derken damlalar sayılamayacak kadar çoğalıverdiler. Ve camdan akarak dışardaki sularla birleştiler. Giderek seli, seller ise büyük seli oluşturdular.
Sorumlu ilk düşen küçük damla . O olmasaydı büyük sel de olmayacaktı.
O gün daha sabahtan yağmur henüz yokken İbram Emmi ile Lütfü tarlalarına tohum ekmeye gittiler. Yağmur gelinciye kadar işlerini sürdürdüler.İbram Emmi yağmur yağacağını daha kuşluk vakti kstirmişti. Yağmura ikindide tutuldu. Ne de olsa o yaşından dolayı deneyimli bir çiftçi.Köyde hava durumundan iyi anlayanbir kişi daha var: Çoban Osman.O şiddetli yağmurun geleceğini anlayınca, sürüsünü kattı önüne, Adatepe’deki tokata ( Tokat= üstü açık, çevresi alçak duvrlı koyun ağılı) sığındı: köpekleri, sürüsü, eşeği gözünün önünde, kepenek omuzlarında.
İbram Emmi yağmurun arkalı olacağını anlayınca çifti saldı ve iki öküzünü önüne kattı, eşyalarını heybesine koyup eşeğine bindi ve kepeneğini omuzuna aldı, tuttu köyün yolunu. Kaylıdağa baktı. Bulutun tüm görüntüsüyle dağa oturmuş olduğunu gördü. “Eyvah !” dedi. Tehlikeyi sezmişti. Lütfü’nün yanına vardığında ona da işi bıraktırdı ve birlikte çamurlu yollara düştüler.
İbram Emmi:
“Lütfü, görüyor musun Kayalıdağı?”
“He ya. Görüyom. Ne var orada?”
“Lütfü, sel gelecek. Kayalıdağın selini bilmiyor musun?”
Lütfü durumu umursamıyor, eşeğin üstünde uzun bacaklarını habire sallıyor, öküzleri sıkıştırmıyordu.
“Gelsin o yatağını bulur, akar gider.”
“Öyle değil Lütfü, korktuğum büyük sel. Hani o yılkı gibi. Alimallah ( Allah bilir.) afat olur. Sen görmedin mi o yıl başımıza gelenleri. Bahçelere domuz girmiş gibi olmadı mı her şey? Mısırları yıkmadı mı? Zerzevatın üstünü çamurla kapatmadı mı? Ne çabuk unuttun.”
Konuşa konuşa o netameli kuru dere yatağına gelmişlerdi. Burayı hayırlısıyla geçerlerse başka korkulacak yer yoktu. İbram Emmi telaşlı, Lütfü oldum olası kaygısızdı.İbram Emmi:
“Hadi Lütfü umballa malları ( Umbal = üvendirenin ucuna çkılan, sivrı ucu hayvana dürtmek için dışarda çivili bir sopa ) çabuk geçelim şurayı. O sırada Lütfü bir ses duyar. Derinden gelen bir uğultu gibi bir ses.
“Emmi , bir ses duyuyorum. Sen de duyuyor musun?”
“Ne sesi len?”
“Bak, dinle dinle.”
“Ah ! Be Lütfü ! Kör müsün bak sel geliyor. Ben sana söylemedim mi?”
“Acele etsek geçemez miyiz Emmi?”
“Lütfü, deli olma. O bizden önce gelir.”
Derenin kıyısına geldiklerinde sel onlardan önce gelmiş ve dere yatağını doldurmuştu. Sert akıyordu. İnsandan büyük taşları sürüklüyordu. Malların önüne geçtik ve durdurduk.
Saat kaç bilmiyorduk, ama ortalık alaca karanlıktı. Bekleyecektik sular çekilinciye kadar. Lütfü birden heyecanlandı. Eliyle göstererek:
“Bak bak ! Gidene bak! Eşeği götürüyor. Zavallı hayvan kim bilir kimin malıydı.”diye söylendi.
Karanlığın içinden, derinden ciliz bir ses deliyordu. Kulak verip dinlediler. Bir insan sesiydi. Ses biraz sonra anlaşılır olmuştu. “Baba sesime gel sesime” diyordu. Lütfü sesi tanıdı. Ses geldi geldi öte yakada iki kişilik insan slüetine dönüştü. Birisi Süleyman idi. Öteki ise bir kadın. Bağırarak konuşsalar da selden anlaşılmıyordu. Selin bir yakasında tarladan dönenler öte yakasında ise Lütfü’nün karısıyla oğlu.Endişeli ve ürkek tavırlarla bakıyor, konuşmadan duruyorlardı. Bekleyeceklerdi. İbram Emmi bir sigara yaktı. Bir tane de Lütfü’ye sardı.İzmaritleri suya attıklarında selin sesi azalmaya başlamıştı. İbram Emmi’den geldi komut:
“Haydi davranın. Geçebiliriz gali. Önce öküzleri sürün..”
Öküzler ağır ağır ve dikkatlı yürüyüşle geçtiler. Sıra kendilerindeydi. Eşeklere güveniyorlardı. Suyun ortasındaydılar. Hayvanlar dikkatlı ilerliyorlardı. Tam o sırada eşegin ayağı tökezlemez mi?Lütfü’yü uzun bacakları da alıkoyamadı düşmekten. Ayağa kalkamadı. Selde yuvarlanıyor, bir görünüp bir kaybluyordu. Tutunamamıştı bir yere. Ötekiler suya daldılarsa da ulaşamadilar. Süleyman cesaretle attı kendini babasını ön tarafına ve sular onu kucağına getirdi.

Evlerine zor attılar canlarını. İbram Emmi, Lütfü’ye dönrek:
“Demedim mi sana hayırlısını dile “ diye.
Kaygısız Lüyfü hiçbir şeyolmamış gibi çocuklarına seslenir:
“Mallar tamam mı, bakın. Tavuklar kümeste mi?”
Süleyman üzgün bir tavırla:
“Tamam sayılır da yalnız bir tek Fatma ( Eşeğin adı) yok. Bağlı olduğu çayırda ipi duruyor.”
Ana oturduğu yerde başlar yas tutmaya: Benim bahtı kara kızım, sana kimler kıydı? Vah kızım vah ! Sıframda kaşığımın tekiydin. Tarlada orağımın sapıydın.”
İbram Emmi:
“Kadın, aklını başına topla. Şükret ki eşeğin gitti. Ya kocan gitseydi. Ya onu kurtaramasaydık.
29 / 09 / 03
Sivrihisar _ Yavşan Yaylası
 

DefectoR

İnsanlara kendimi zorla sevdiremeyeceğimi öğrendim.Yapabileceğin tek şey sevilebilecek biri olmak. Gerisi onlara kalmış.
İnsanları ne kadar düşünürsen düşün, Onların seni o kadar düşünmediklerini öğrendim.
Güven elde edebilmek için yılların gerektiğini, Ama yok etmek için saniyelerin bile yettiğini öğrendim.
Önemli olanın hayatındaki eşyaların değil, Hayattaki kişilerin olduğunu öğrendim.
İnsanın ancak 15 dakika çekici olabildiğini, Ondan sonra alışıldığı öğrendim. Kendimi karşılaştırmak için başkalarının en iyi yaptıklarını değil, kendimin en iyi yaptıklarını kıstas almam gerektiğini öğrendim.
İnsanlar için olayların değil, onların daha önemli olduklarını öğrendim.
Her ne kadar ince kesersen kes, kestiğinin her zaman iki yüzü olacağını öğrendim.
Sevdiğin kişilere sevgi dolu sözler söylemen gerektiğini, Belki bu son defa son görüşün olabileceğini öğrendim.
Her ne kadar onu çok düşünsen de, Yine de gidebileceğini öğrendim Kahramanların, yapılması gerekenleri ne pahasına olursa olsun, yapanlar olduğunu öğrendim.
İnsanların seni hep hesapsız sevdiğini, ama bunu nasıl göstereceklerini bilemediklerini öğrendim.
Sinirlendiğimde gerçekten buna değse bile asla acımasız olmamam gerektiğini öğrendim.
Gerçek dostluğun ve gerçek aşkın aramızda uzak mesafeler olsa bile büyüdüğünü öğrendim.
Birisinin seni istediğin gibi sevmemesi, onun seni tüm benliğiyle sevmediği anlamına gelmediğini öğrendim.
Bir arkadaşın ne kadar iyi olursa olsun seni üzeceğini ve senin yine de onu affetmen gerektiğini öğrendim.
Bazen başkaları tarafından affedilmenin yetmediğini öğrendim.Kendini de affetmeyi öğrenmelisin.
Kalbin ne kadar kırılmış olursa olsun, dünyanın senin acılarından dolayı durmayacağını öğrendim.
Geçmişimiz ve durumumuzun olduğumuz kişiliği etkilediğini, ama olmamız gerekene karşı sorumlu olduğumuzu öğrendim.
İki kişinin tartışmasının, birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmediğini öğrendim.
Ve tartışmadıkları zaman da sevdikleri anlamına gelmediğini. Bazen kişiliğini eylemlerinin önüne koyman gerektiğini öğrendim.
İki kişinin tamamen aynı olan bir şeye baktıklarında bile farklı şeyler görebildiklerini öğrendim.
Hayatlarında her zaman dürüst bir şekilde daha ileriye gitmek isteyen kişilerin, sonuçları önemsemediklerini öğrendim.
Seni doğru dürüst tanımayan kişilerin, hayatını birkaç saat içinde değiştirebileceklerini öğrendim.
Verebileceğin bir şey kalmadığında bile bir arkadaşın ağladığında, ona yardım edebilecek gücü bulabileceğini öğrendim.
Yazmanın, konuşmak kadar duygusal gayret gerektirdiğini öğrendim.
En fazla önemsediğim kişilerin, benden hep uzaklaştırıldıklarını öğrendim.
İnsanları üzmeden ve duyarlı olarak kendi fikirlerini söylemenin çok zor olduğunu öğrendim.
Sevmeyi, Ve sevilmeyi öğrendim...
Öğrendim...
 
mavizeybek

mavizeybek

Üye
Originally posted by Shadu@May 12 2005, 12:23 PM
YARDIM

Bir arkadaşım vakfımıza gelerek:
— Fakir öğrenciler için burs parası topladığınızı duydum, dedi. Ben de her ay bir kişinin masrafını karşılamak istiyorum. Teklifini memnuniyetle kabul ettik. Çünkü bütün gayretlerimize rağmen bize başvuran öğrencilerin çok azına yardım yapabiliyorduk.
Arkadaşım:
— Paramı vereceğiniz öğrencinin beni tanımasını istemiyorum, diye devam etti.Ben de onun kim olduğunu bilmemeliyim. Bu hassas insan, burs verdiği öğrenciyi minnet altında bırakmamak ve yaptığı hayırla gururlanmamak için böyle bir şart ileri sürüyordu. Kendisine o konuda teminat verdiğimde, cebinden para dolu bir zarf çıkartarak masanın üzerine bıraktı.
Arkadaşıma teşekkür ederek uğurladıktan hemen sonra odama 18-20 yaşlarında bir genç girdi. Çekingenliği her hâlinden anlaşılıyor ve sarıya çalan solgun yanakları, konuşurken yer yer pembeleşiyordu.
Onu hemen yanımdaki koltuğa oturtarak rahatlatmaya çalıştım. Fakir bir ailenin tek çocuğuydu, üniversiteye yeni başlamıştı ve maalesef tahmin de ettiğim gibi, böbrek hastasıydı. Bu yüzden yardıma ihtiyacı olduğunu büyük bir sıkıntıyla anlattı.
Masamın üzerine onun için bırakıldığına inandığım zarfı kendisine uzatırken:
— Sen merak etme evlat, dedim. Her ayın başında paran hazırdır.
Bursunun bu kadar çabuk eline ulaşması karşısında şaşkına dönmüş ve ne diyeceğini bilememişti. Sevinçle yaşaran gözlerini benden kaçırmaya çalışarak zarfı aldı ve dualar ederek iç cebine yerleştirdi. Arkadaşımın gönderdiği zarfları yerine ulaştırıp o mutluluk tablosunu tekrar tekrar yaşayabilmek İçin artık aybaşlarını İple çekiyor ve rahatsızlığından dolayı gelemediğinde, zarfını aynı fakültede burs alan arkadaşlarıyla gönderiyordum.
Aradan bir hayli zaman geçti. Arkadaşım da yaptığı hayrın makbule geçtiğinden emindi. Fakat çok üzüntülü olduğum bir gün camide karşılaştığımızda:
— Ben de seni aramıştım, dedi.İşlerim dün sabah nedense birden bozulduğu için, artık burs veremeyeceğim.
Söyledikleri karşısında hayrete düşmüştüm. Yârabbi nasıl bir tecelliydi bu?
Bilemiyordum.
Sırtını sıvazlayarak:
— Allah senden razı olsun kardeşim, dedim. O paraya lüzum kalmadı zaten. Biraz önce kıldığımız cenaze namazı, burs verdiğin öğrenciye aitti. Artık ona sadece fatihalar gönderebilirsin.
Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden



bu günlük 2 tane yeter, kafaları fazla bulandırmayayım :DD
[post=52952]Quoted post[/post]​
abi bu hikaye gerçek mi ya bunu sır kapısına falan yollayınsana :'(
 

DefectoR

Originally posted by mavizeybek@Jun 6 2005, 08:58 PM
abi bu hikaye gerçek mi ya bunu sır kapısına falan yollayınsana :'(
[post=75677]Quoted post[/post]​
Bilmem... :huhu:
 

fts

Üye
guzel hıkaye :ah:
 

paratoner

Üye
Bİ TANEDE BENDEN
TEMEL İLE İNGİLİZ ALMAN FRANSIZ GİDİYOMUŞ ONDAN SONRA TEMEL ''YİNE Mİ SİZ YAW''DEMİŞ.BİTTİ
ÇIKARILACAK DERS=KARDEŞİM HEP TEMEL VAR YANINA KOYUYONUZ YABANCILARI ALSAN FIKRA YAW YAW DEĞİŞTİRN BİRAZ FIKRALARI
:lol2: :lol2: :lol2: :lol2: :lol2: :lol2: :lol2: :lol2: :lol2: :lol2:
 
Caine

Caine

Üye
Aşkta Yarın Yoktur Sevgili
Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında. Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya... İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır...Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...Birazdan sabah olacak...Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...

Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili...
 
Caine

Caine

Üye
Bir Dostla Aşk

Fırtınalı bir hayatın ortasında birleştik. Sen, kendine yakın bulduğun insanların sana yaptığı hatalardan şikayet ediyordun., bense uzun yıllar acısını çektiğim bir aşkın yaralarını sarmaya çalışıyordum.

İyi birer dosttuk, her şeyi paylaşır olmuştuk. Bu yakınlaşmamızın kısa bir sürede olmasına rağmen zamanım öyle tatlı, öyle güzle geçiyordu ki ben içimdeki kıpırdanmalardan habersizdim.

Sanki rüyadaydım, gözlerimi açtığımda dostluğun yerini aşk almıştı. Kendimi tutamamıştım işte. Duygularıma hakim olamamıştım. Sen benim aşkım, bense senin dostundum artık. Sana aşık olduğumdan habersizdin. İçimdeki volkan öyle taşmıştı ki patlamak için sabırsızlanıyordu.

Sonunda o gün gelip çatmıştı. Bütün duygularımı bütün hislerimi açıklamıştım ben sana. Sense bana sadece şaşkın bir ifadeyle bunların yalan ve şakadan ibaret olması için yalvarmıştın.

Bende sana bunların ne şaka ne de yalan olduğunu üstüne basa basa vurgulamıştım. İçim rahatlamıştı. Çünkü bir insana ‘’ seni seviyorum ‘’ demek kolay bir iş değildi. Yürek isterdi. Ben bu işi becerememiştim ama sonucuna da katlanmak elimde değildi. Çünkü asıl olan benim için bugündü ve ben bugün sana söylemem gereken şeyleri yarına bırakmamıştım. Yarın böyle bir fırsatın elime geçeceğini düşünerek bütün her şeyi açıklamıştım.

Dünya fani her an her şey olabilir bizim dünyamızda... Şimdi içim çok rahat ama bir o kadar da huzursuzum. Çünkü bunları sana anlatınca suçlu ben oldum. Şimdi o eski günleri arıyorum, hiç sebepsiz, ani ayrılışın şokunu üzerimden atamamamın sonucundandır. Ve zaman eskiden öyle güzel öyle tatlı geçerken şimdilerde, bin bir azap bin bir acıyla geçiyor.

O günün üstünden çok zaman geçti. Şimdi ben senden benim olmanı değil bana biraz hak vermeni istiyorum. Bana duyduğun nefreti duygularımın üstünden çekmen için yalvarıyorum. Bana ne kadar kızsan ne kadar nefret etsen de ben seni yine de seviyorum. Duydun değil mi? Seni seviyorum.
 
Caine

Caine

Üye
arkadaşlar benim şu iki yazım biliyorum ki kısa hikaye değil. daha çok birisine karşı yazılmış bir yazı veya mektup türünde bir şey. ben sitedeki arkadaşların yazdıklarının hepsini okuyamadım. ama bu 2 sini cok begendim. belkide kendimle ilgili şeyler buldum,kendimi yaşadım ve bunu sizlerle paylaşmak istedim sadece...

teşekkürlerrr
 

paratoner

Üye
defector eline sagl1k
 

İbo Bey

Üye
Hikayeye göre; İtalyan yazar Lucianno düşünce suçlusuydu. 4 metre karelik bir hücreye mahkum oldu, hemde tam 17 sene için! O kahrolası hücreye yerleşyiği birinci gün, herşey normaldi. Aradan birkaç hafta geçti. Lucianno düşünmeye başladı. Burada 17 sene nasıl geçer...

Aradan aylar geçti. Sanki her geçen gün biraz daha mahküm oluyordu zavallı hücresine. Bir sabah bir karıncanın burnunu ısırmasıyla uyandı Lucianno. Onu büyük bir titizlikle parmağının ucuna alıp 'acaba ' dedi.! 'Acaba bu karıncayı yetiştirip kendime bir dost yapabilirmiyim?. Kaybedecek birşeyi yoktu ve bu denemeye değerdi. Karıncayı yanı başında duran küçük sehpanın üzerine kuydu. Karınca karıncalığını yapıp, kaçmaya çalıştıysa da Luci bırakmadı onu. Etrafını çevirerek karıncanın kaçmasına engel oldu. Onunla konuşmaya ve onu eğitmeye kararlıydı.
Başarabilirse yanlızlığı sona erecekti. Karınca ile tam üç sene uğraştı.Karşılıksız olsada konuştu ve dertlerini anlattı ona. Birde isim taktı karıncaya. Tito...

Bir sabah Tito'sunun ona günaydın demesiyle uyandı Lucianno. Bu duyabileceği en muhteşem sesti. Büyük bir heyecanla yatağından dışarıya fırlayıp bağırmaya başladı: Konuştun, Tito sen konuştun. Nihayet konuştun. Günaydın, günaydın, binlerce günaydın dostum...

Artık bir dostu vardı Lucianno'nun ve bunu hiç kimse bilmiyordu. Tito'nun varlığı yazarın en büyük sırrıydı. Kimse duymamalıydı. Gardiyan duymamalı bu rüya bitmemeliydi. Bu büyük dostluk tam 17 sene sürdü. Hiç kimse bilmedi Tito'yu. Lucianno, Tito'ya tüm bildiklerini öğretti. Konuşmayı, okumayı, yazmayı, dans etmeyi, şarkı söylemeyi, fikir üretmeyi... Bildiği her şeyi öğretti. Kah ağladılar, kah güldüler...

Aradan tam 17 yıl geçti ve bir gün asık suratlı soğuk yüzlü gardiyan demir kapıyı araladı. Hazırlan yarın çıkıyorsun, dedi beton sesli gardiyan. Gardiyan gittikten sonra Lucianno ağlayarak karıncaya döndü. 'Bitti Tito. Bitti büyük dostum. Yarın çıkıyoruz, yarın özgürüz.' dedi. Tito'da ağladı. Yazar Titoya sordu, 'Söyle dostum yarın çıkar çıkmaz ilk ne yapalım? 'Tito: 'Gidelim bir bara ve hayvan gibi içelim' dedi. Gülüştüler. Sabaha kadar uyumadılar. Hayal kurup bu bu fare kapanından farksız, lavabolu dikdörtgenin ilk defa tadını çıkardılar. Bir anda sanki hücre genişlemiş gibiydi...

Sabahın ilşk ışıklarıyla son kez açıldı demir kapı. Kapıdan çıkarken son kez geri döndü ve ranzasına baktı italyan yazar. Sadece şu iki kelimeydi ağzından dökülen: 'Vay be...' Dışarı çıktılar... Tito Lucianno'nun omuzundaydı. Sabahın körüydü ve mevsim kıştı. Kar lapa lapa yağıyordu. Lucianno bavulunu havaya fırlattı ve 'özgürlük' diye bağırdı. Tito da bağırdı. Yağan kar umurlarında değildi. Yürdüler kara inat yürüdüler. Özgürlük sıcaklığına kar mı dayanır kış mı...

Nihayet bir barın önüne geldiler. Tito sordu 'Şimdi biz buraya girebilecek miyiz?' Avazı çıktığı kadar 'biz artık özgürüz 'diye bağırdı Lucianno. İçeriye girdiler. İçeride sızmış kalmış üç beş adamla kasanın başında uyuya kalan barmenden başka kimse yoktu. Bir masaya oturdular...

Bir ara Lucianoo'nun gözü masanın yanındaki aynaya ilşti. Hapisten çıktığında yaptığı gibi yeniden mırıldandı 'vay be' Saçları bembeyaz olmuştu, yüzü buruş buruştu. Yaşlanmıştı Lucianno. Tebessümüne aradan sızan birkaç damla göz yaşı karıştı. Barmen bize iki bira getir' diyebildi titrek bir sesle. Barmen yerinden fırlayıp biraları getirdi. Bir adamın iki tane bira istemesinin sebebini bilmiyordu. Bilmeside gerekmiyordu, bilmekte istemiyordu zaten. Biraları bıraktı ve kuş tüyü kasasına geri döndü...

Lucianno omuzundaki dostunu bardağın içine attı. İçtiler. Titoda içti. İçtikçe keyiflendiler. Bir ara Tito bardaktan fırlayıp masanın üzerinde dans etmeye başladı. Elini yüzüne koyup masanın üzerine yaslanmış olan Lucianno büyük bir gururla kendi yetiştirdiği dostutnun dansını izledi. Bir an durdu ve 'ne günlerdi be Tito' dedi. Dertleştiler, biraz sonra yine dans etmeye başladı Tito...

Tito dans ediyor. Lucianno korkunç bir keyifle bu muazzam manzarayı izliyordu. Bunu mutlaka birilerine anlatmalıydı. İyi bir şey yapmanın belkide en keyifli yanıydı onu biriyle paylaşmak. Ama Lucianno bu keyifi 17 sene hiç yaşamamıştı...

Özgürlüğünün bu birinci gününde, yıllarca gizli tuttuğu bu büyük ve onur verici sırrı birileriyle paylaşmalıydı. Etrafına baktı, barmenden başka kimse yoktu. 'Barmen, barmen!' diye seslendi. Barmen yarı uykulu, Lucianno'nun masasına geldi. Lucianno dans eden Tito'yu işaret ederek, büyük bir heyecanla 'Barmen şuna bir baksana, şuna bir bak...' dedi.

Barmen sessizce parmağını Tito'nun üzerine götürdü. 'Çok afedersiniz beyfendi!' diyerek Tito'yu ezdi...

Lucianno için Tito, en büyük dosttu, 17 yıllık emekti. Barmen içinse öylesine bir böcekti... :vur:
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt