İyi geceler çok sevgili kayıtlı kayıtsız okuyucular, kaybetmekten korkanlar, kaybettiğini bulamayanlar, kaybedecek bir şeyi olmayanlar; Sizin böyle bir cesaretiniz var ya da yok bilemem ama ben şu an burada herkesin görmesinden çekinmeden kendimle ilgili lakin ara sıra kimilerinin şah damarına dokunabileceğini bile bile umursamadan bir şeyler tıngırdatmak istiyorum..
Bu gece kendimle ilgili bir itirafta bulunacağım. Ne derler bilirsiniz; ''Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.'' Mevlana'yı rahmetle anıyorum. Peki ya ikisi arasındaysam?
Bizim zamanımızda şimdiki çocukların sahip olduğu teknolojik imkanlar yoktu. Günümüz sokaklarda tozun toprağın içinde cilli, gazoz kapağı oynamakla uçurtma uçurmakla geçiyordu. Daha ileriki dönemde ise evimde dış dünyaya açılan sadece iki kapı vardı; Televizyon ve mini radyo çalarım. Sabahları genel olarak babaannem ve dedemle yaptığım kahvaltılarım hep Amerikan gençlik, aşk, macera filmleri eşliğiyle geçtiğinden olsa gerek o filmler sayesinde doğal olarak onların yaşayışları, şehirleri, aile hayatı, kültürleri, dinleri, dilleri ile ilgili pek çok şeyi görüyor ve kavrıyordum. Bilmiyorum neden ama 2002 yılında Amerikaya karşı başlayan bu ilgim arttıkça devam etti. Medya ile okyanusun öbür ucundan benim evime kadar gelen görüntüler, sesler, belgeseller sayesinde Amerikan Rüyası dedikleri şey sanırım beni de içine çekmeyi başarmıştı. Radyomda hep yabancı kanalları açardım. Müziğin adını veya kimin söylediğini bilmeden. Henüz magazine o kadar aşina değildim.
Gece yatağıma yatıp, yabancı müziğin çaldığı bir istasyon bulup, gözlerimi sımsıkı kapatıp hayal kurmak hayatımdaki en büyük hobimdi. Kurduğum hayaller ağırlıklı olarak kendimi tüm dünyanın hayran olduğu, teknolojiyi imkansıza ulaştıran bir bilim dehası, sanatçı, geleceği inşa eden bir mimar, Türkiye'yi tüm bu yetenekleriyle dünya lideri yapan bir süperkahraman gibi görmekti. Lakin çoğu zamanda kendimi Amerika'da yaşayan normal bir ailenin bir ferdi olarak düşlüyordum ve bu fantezi çok hoşuma gidiyordu. Hatta dinsel açıdan bile kıyaslamalar yapıyordum çünkü o saf iyilik dolu, sınırsız üretme kabiliyetine sahip zihnimi her açıdan kullanmayı her detayı görmeyi denemekten çekinmiyordum: ''Amerikan bir ailede Amerikalı Hristiyan bir çocuk olmak nasıl hissettirirdi? Bunu istiyor muydum? Neden olmasın? Özenerek izlediğim o hayata sahip olmak ne güzel olurdu. Yoksa Müslüman, Amerikalı bir ailede var olmak benim için daha mı uygundu? Bu iki kavramı da hayalgücümün denizinde bir hayat geçirmişçesine kurgulardım. Sonuç olarak çocuksu olmasına rağmen vicdani duygularım beni hep aradığım uzaktaki hayal dünyasının ancak maneviyat ile anlam kazanabileceği kanısına vardırıyordu. Ve böyle tam ortada kalabilmek huzurlu hissettiriyordu. Birinden değil hepsinden birazcık. İkisi arasında eleştirilerim yanıtlarım gidip gelirken keskin ve geridönülmez bir olgu oluşturduğumun çok sonra farkına vardım..
Doğduğum din değil ama doğduğum ülke yanlıştı. Bunu diyor olsamda beni müslüman olarak tanımlayan İslamı, içimde ılık şekilde hissedebiliyor olsamda ne olduğunu öğrenmeye gayret etmezken, namazı geçtim doğru düzgün dua bilmezken, noel, cadılar bayramı gibi hristiyanlığın sembol günlerini onların bu günleri idrak edişini filmlerde beğenerek seyrediyordum. Ailevi ortamımı ve çevremi her irdeleyişimde kendi kültürüm kendi geleneklerime bir yabancı gibiydim..
Velhasıl kelam 2002 yılında sekizinci sınıfın sonlarına doğru bana göre dünyanın en batısı olan bu şehir herşeyi ile beni çekiyordu çünkü benim için oradan ötede bir dünya yoktu adeta. Dışarıdan nasıl görünüyordu bilemiyorum lakin içeride bir Amerikalı vardı. Ülkemi sevmiyordum denemez ama ikisini kıyasladığımda beni oraya çeken asıl etkenide farkettim: Yapıları..
New York şehri beni büyülüyordu. Onunla ilgili televizyonda bir şey duyduğumda cama yapışıyordum, onun içinde geçen bir filmi derhal seyrediyor ve New York'tan bir manzara görülen her kareyi tekrar tekrar izliyordum. Kıyaslıyordum: Times Square Garden ile Türkiye'den bir yeri, yoktu böyle şaheser bir yapılaşma, lanet olsun yoktu. Beni kandıracak hiçbirşey yoktu. Ülkemdeki bu mimari zayıflık Osmanlı'nın bıraktığı bu hazine benim istediğim gibi değerlendirilemiyordu..
Ama şu ilginçtir ki bu beğenmediğim ülkemle ilgili gerçekte bir şey elimden gelemesede onu hayalgücüm ile dünyanın teknoloji merkezi kıvamında tabiri caizse Jetgilleri kıskandıracak kapasitede gelecekten gelmişçesine gelişmiş bir hale sokabiliyordum, tasarladığım binaları, araçları, robotları keşke şimdi size gösterebilsem emin olun oraya şuan ışınlanmak istersiniz. Yani ülkem böyle bir yer olsa yemişim Amerikasını bilmem anlatabildim mi..
Gel zaman git zaman Google Earth olsun, uluslararası yayın yapan canlı sokak cadde kameraları olsun gidemiyor olsamda artık New York sokaklarında sanal olarak yürüyebiliyor istersem canlı canlı izleyip orada olmanın tadını az da olsa bilebiliyordum ve bu imkanlar beni batıya daha çok yakınlaştırdı.
Benim gözümde Türk; Osmanlıdır. Atatürk ve onun nesline kadar. Ve onlar artık yok. Türkiye değerlerle dolu bir ülke evet ama o değerleri işleyebilecek kapasitede buna ister milli duygu ister vatan sevgisi diyin ne bir yönetim ne bir lider ne de bir halk göremediğim için zaten diğer tarafta yanan bir ateş varken buradaki kor her geçen gün dağılıp gidiyordu. Türk halkı dinine bağlı milliyetçi bir halk kabul, hepimiz öyleyiz ama bir eksik var; Üretemiyoruz!
Nerede Osmanlı'nın mimarisi nerede günümüz mimarisi, beni soğutan bu. Herkes düşmüş çıkar peşine parası olmayan zaten ekmek derdinde onlara lafım yok. Bursa'ya Uludağ'dan baktığımda gördüğüm tek tablo: Kutu kutu evler, işte buna çıldırıyor ve ülkemden soğuyordum..
İnsanlar sadece şunu düşünüyor; Tuğlaları üstüste diz üç oda bir salon yap al sana ev.
Devlet şunu düşünüyor; O bölgeden yol geçmiyorsa ve bu evi yapmak isteyen vatandaş bize vergi verecekse buyur yap, al sana ev.
Amerikan halkı ne düşünüyor; Yapılaşma konusunda devlet ne düşünüyorsa. Ki bunun haricinde kimse bir adım atamaz zaten.
Amerikan devleti ne düşünüyor; Ortada henüz bir şehir yokken önce şehri çiziyorlar. Her gökdelen bir şaheser olmalı. Banliyöler gel ve bu evde yaşa diye insanları büyülemeli.
Fakir mahalleler; Paran yoksa getto var.
Görsellikle ilgili bu sertliklerine hayranım..
İşte insanlarımızdaki bu zihniyet beni buralardan uzaklaştırıyordu. Daha açık konuşmak istiyorum, söylemiş ve söyleyecek olduklarımın siyasi olarak algılanmasını istemem tamamen kişisel karakter yorumu yapıyorum. Arada bir kurum adı geçsede lafım kuruma değil lafım bizdeki zihniyete. Hiç bir oluşuma lafım yoktur. Zaten okuduğunuz üzere hepsini herkesi aynı kefeye koyuyorum. Kendim de dahil..
Açık olanı şu; İnsanlarımız şehit haberi geldiğinde çıldırıyor hepimiz gibi, insanlarımız topraklarımız üzerinde devletsel bir komplo döndüğünde ''Vay efendim kim benim ülkeme göz dikiyormuş'' gibisinden çıldırıyor hepimiz gibi.
Peki o zaman sorarım size! Bir başkası yaparken toprağım diyoruz da neden kendimiz bu verimli Anadolu topraklarını betonarme bir çöle dönüştürüyoruz? Noldu bizim milliyetçiliğimize? Neden bir Japon kadar bu konuda milliyetçi olamıyoruz?
Hani biz Osmanlı'nın torunlarıydık? Bu ülkeye tarihimiz haricinde turist getirecek yeni bir şeylere neden imza atamıyoruz? Ama ne gerek var, kare şeklinde yetmiş seksen bin liraya betondan bir kutu yap ver kiraya gitsin para gelsinde ülke çöplük olsun ne önemi var senin cebin dolsun. Sonra yok İstanbul'da çarpık kentleşme var bilmem ne.
Sen yapıyorsun bunu neyin derdindesin? Evinin içini süslüyorsun, evinin dışını süslüyorsun peki ya çevresi? Ya şehrinin çehresi? Umurunda mı ki!
Ama yinede umut her zaman vardır diye boşa dememişler. Nihanet bir şeylerin ters gittiğinin ve böyle olmaması gerektiğinin farkına varan birileri oldu ve bu benim yüzümü güldürüyor.
Aslında çok daha önceden bir kıvılcım çakılmış olsa da, bir alev olarak uzaktan görülmeye başlaması zaman almış olduğundan 2008 yılı benim tiksindiğim bu eksiği ve pek çok eksikliği gören ve harekete geçen birilerini yeni yeni anlamaya başladığım başka bir önemli kırılma noktası oldu. Ülkemde çok şükür kırık dökük olanı yapıştırmaya başladılar.
Ülkemin benim ancak farkedebildiğim bu tarihten itibaren dibine su dökülen bir çiçeğin solgun yapraklarının canlanmaya başlaması gibi yeşerdiğini gördükçe içimde farklı kıpırtılar olmaya başlamıştı ama yine de hiç kimse hiç bir şey bendeki New York ve Amerika aşkının üzerine çıkmayı başaramadı..
Ayrıca artık somut adımlar da atmaya başlayıp Green Card'a da katılmayı denemiştim ilk seferde ingilizcemin yetersizliğinden başaramamıştım ingilizce öğrenip daha sonra tekrar denemek için bunu belirsiz bir süre erteledim. Bu başarısızda olsa benim için büyük bir şeydi.. Tıpkı alevi körüklemek gibi..
İş hayatıydı sosyal hayattı derken yıl oldu 2011..
İşte o herşeyi, tüm yaşamımı, süregelen hayatımı, bildiğim tüm kavramları yıkan o yıl. Pembe toz bulutu bir anda kalktı. Rüyadan uyandım. Ne olduğum gibi görünebildim ne de göründüğüm gibi olabildim...
Bu yazının devamını getireceğim başka bir mesajımda ömrümüz varsa inşallah ama şimdilik başınızı çok şişirdim sevgili okuyucu.. Biraz kafamız dağılsın ondan sonra..
Ayrıca yazıda bazı şeyleri sildim ve eklemeler yaptım..