çok güzeller okuyun

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
eeANTi

eeANTi

Üye
    Konu Sahibi
çok güzeller okuyun
Sedef Çiçeği

Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı.
Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış
gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını...Ve
Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına
verdi, hakim...

"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun...?"

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp,
kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...

"Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."

Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür
haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu,
kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından...

Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti..Herkes onu
dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu...Ve devam etti...

"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim...
O bilmez...50 yıl önceydi.. O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından
kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm.. Yavrumuz olmadı,
onları yavrum bildim... Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman
adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla suluycam onu
diye... İyi gelirmiş dedilerdi... 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp
bir kere de bu çiçeği ben sulayım demedi... Taki geçen geceye kadar...
O gece takatim kesilmiş..uyuyakalmışım... Ben böyle bir adamla
50 yıl geçirdim... Hayatımı, umudumu herşeyimi verdim... Ondan hiçbir şey
göremedim.. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini
yapmasını bekledim.... Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."

Hakim, yaşlı adama dönerek ;

"Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın
utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.

"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçevan olarak yaptım, o bahçenin
görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadimemi de orada
tanıdım... Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden büketler verdim...
O çiçeklerle doludur bahçesi... Kokusuna taptığım perişan eder
yüreğimi...

İlk Evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime
götürdüm... Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç
sertleşir, kötüleşir dedi.. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin
dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun...lafım geçmedi... O günlerde
tesadüf bu çiçek kurudu... Ben ona gece sularsan geçer dedim.. Adak
dilettim... Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim
kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek
ben oldum... Sanki... Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki
bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...

"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef
gece sulanmayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de
uyanamadım.. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma , kadınımın boynu
yine azabilirdi... Suçlandım.. Sesimi çıkartamadım..."

O an Mahkeme salonunda herşey sustu...

Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi
haber yaptılar...







Annesi.. Bir de kendisi.. O kadardi bütün hayati..Bir gün fena halde
sikildi, dayanamadi, atti kendini sokaga..

Bir yigin vitrinin önünden geçti.. Tam bir CD satan dükkani da geride
birakmisti ki, bir an durdu. Geri Döndü, kapidan içeri, gözüne hayal meyal
takilan genç kiza bir daha bakti. Kendi yaslarinda harika bir genç kizdi
tezgahtar.. Hani ilk bakista ask derler ya, öyle takilip kalmisti iste..
Içeri girdi.. Kiz gülümseyerek kostu ona.. "Size nasil yardim edebilirim"
diye.. Nasil bir gülümsemeydi o.. Hemen oracikta sarilip öpmek istedi
kizi.. Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi.. Rastgele bir plagi
isaret ederek.. "Evet.. Su CD'yi bana sarar misiniz?.." Kiz CD'yi aldi,
içeri gitti. Az sonra paket edilmis geri geldi. Aldi paketi, çikti
dükkandan, evine döndü, açmadan dolabina atti..

Ertesi sabah gene gitti ayni dükkana.. Gene bir CD gösterdi kiza,
sardirdi, aldi eve getirdi, atti paketi dolaba, gene açmadan.. Günler hep
alinip sardirilan CD'lerle geçti.. Kiza açilmaya bir türlü cesaret
edemiyordu.

Annesine açildi sonunda.. Annesi
"Git konus oglum, ne var bunda" dedi..

Ertesi sabah bütün cesaretini topladi. Erkenden dükkana gitti. Bir CD
seçti. Kiz gülerek aldi plagi. Arkaya gitti, paketlemeye. Kiz içerdeyken
bir kagida "Sizinle bir gece çikabilir miyiz" diye yazdi, altina telefon
numarasini ekledi, notu kasanin yanina koydu gizlice.. Sonra paketini alip
kaçti Gene dükkandan..

Iki gün sonra evin telefonu çaldi.. Anne açti telefonu.. CD Dükkanindaki
tezgahtar kizdi arayan.. Delikanliyi istedi.. Notunu yeni bulmustu da..
Anne agliyordu..

"Duymadiniz mi" dedi.. "Dün kaybettik oglumu.."

Cenazeden birkaç gün sonra, anne oglunun odasina girebildi sonunda...
Ortaliga çeki düzen vermeliydi. Dolabi açti.. Oraya atilmis bir yigin
açilmamis paket gördü..Paketleri aldi, oglunun yatagina oturdu ve bir
tanesini açti.. Içinde bir CD vardi, bir de minik not..

"Merhaba.. Sizi öyle tatli buldum ki.. Daha yakindan tanimak istiyorum..
Bir aksam birlikte çikalim mi..
Sevgiler.. Jacelyn!."

Anne bir paketi daha açti..
Onda da bir CD ve bir not vardi..
"Siz gerçekten çok tatli birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artik..
Sevgiler.. Jacelyn!.."

* * *

Unutmayin.. Düsündügünüz seyi mutlak söyleyin..Birini seviyorsaniz,
söyleyin ona.. Içinizdeki söylemekten korkmayin. Birisi hakkinda ne
hissediyorsaniz söyleyin ona.. Ve hemen söyleyin..

Hemen..Çünkü, dogru zamani bekler ve "Iste simdi tam zamani" derseniz, bir
bakarsiniz çok geç olmus.. Gününüze sahip olun ki, pismanliklar
yasamayasiniz. Hepsinden önemlisi, dostlariniza, sevdiklerinize, ailenize
hep yakin olun.. Çünkü bugünkü insan olmanizi onlar sagladi, sizi onlar
sekillendirdiler..

"Seni seviyorum" demekten sakin, ama sakin çekinmeyin, utanmayin,
korkmayin!..

Yasami yasanmaya deger yapan sey sevgidir..








HUZUR iciNDE YAT

Donna'nin dorduncu sinif ogrencileri gecmiste gordugum siniflardan farkli
degilmis gibi gorunuyorlardi. ogrenciler bes sira olarak siralanmis alti
sirada oturuyorlardi. ogretmen masasi en onde ogrencilere bakiyordu.
Panoda ogrencilerin calismalari asiliydi. Bir cok acidan geleneksel bir
ilkokul havasi hissediliyordu. Yine de sinifa ilk girdigimde bir sey bana
farkli gorunmustu. Belirli bir heyecan soz konusuydu.

Donna, emekliligine sadece iki yil kalmis, Michigan'da kucuk bir kasaba
ogretmeniydi. Ayrica benim tarafimdan bolge capinda duzenlenmis personel
gelistirme projesine gonullu olarak katkida bulunuyordu. Egitim surecinde
ogrencilerin kendilerini iyi hissetmeleri ve yasamlarinin sorumlulugunu
ustlenmeleri baz aliniyordu. Donna'nin isi egitim surecine katilmak ve
sunulan kavramlari uygulamaya koymakti. Benim isim ise, sinif ziyaretleri
yapip, uygulamaya hiz kazandirmakti.

Arka siralardan birine oturdum ve izlemeye koyuldum. Butun ogrenciler bir
seyler yazip karaliyorlardi. Benim yanimda oturan 10 yasindaki kiz ogrenci
kagidini "Ben Yapamam" cumleleriyle doldurmustu.

"Futbol topunu kaleye gonderemem."
"uclu sayilarla bolme islemi yapamam."
"Debbie'nin beni sevmesini saglayamam."

Sayfanin yarisi dolmustu ve yazmaktan bikmisa benzemiyordu. Kararlilikla
ve israrla yazmaya devam ediyordu. ogrencilerin defterlerine bakarak
siralarin arasinda yurumeye basladim. Hepsi de cumleler yaziyorlar ve
yapamadiklari seyleri tanimliyorlardi.

"On atis ust uste yapamam."
"Sol alanda vurus yapamam."
"Bir kurabiye ile yetinemem."

O anda egzersiz bende merak uyandirdi. ogretmene ne olup bittigini sormaya
karar verdim. Yanina yaklasinca ogretmenin de yazmakla mesgul oldugunu
gordum. En iyisinin rahatsiz etmemek olduguna karar verdim.

"John'un annesini zorla veliler gunune getiremem."
"Kizimdan arabaya benzin koymasini isteyemem."
"Alan'dan bilegini degil, kelimeleri kullanmasini isteyemem."

ogretmenin ve ogrencilerin "Yapabilirim" turu olumlu cumleler kurmak
yerine neden boyle bir olumsuzluga saplandigi dusuncesine karsi savas
verirken oturdugum siraya geri dondum. Yeniden etrafimi izlemeye koyuldum.
ogrenciler bir on dakika daha yazmaya devam ettiler. cogu kagitlarini
doldurmus, baska kagida gecmisti.

Donna, "Elinizdeki kagidi bitirin, ama baska bir kagida gecmeyin." diye
seslenerek egzersizin sonuna geldiklerini vurguladi. ogrencilere
kagitlarini ikiye katlamalarini ve teslim etmelerini soyledi. ogrenciler
kagitlarini ogretmen masasinin uzerindeki bos ayakkabi kutusunun icine
koydular. Butun kagitlar toplaninca Donna kendi kagidini da kutuya koydu.
Kutunun kapagini kapadi. Kutuyu kolunun altina aldi ve kapidan cikip
koridorda ilerledi. ogrenciler ogretmenin pesinden giderken ben de
ogrencilerin pesine takildim.

Koridorun ortasinda yuruyus tamamlandi. Donna guvenlik odasina girdi ve
elinde bir kurekle disari cikti. Bir elinde kurek bir elinde ayakkabi
kutusu ogrenciler arkasinda bahcenin en uzak kosesine dogru yol aldilar.
Ve kazmaya basladilar.

"Yapamam" cumleciklerini gomeceklerdi! Kazma islemi yaklasik on dakika
surdu, cunku butun ogrenciler sirayla kaziyorlardi. cukur bir, bir bucuk
metre olunca kazma islemi sona erdi. "Yapamam" cumlecikleri kutusu
cukurun dibine kondu ve uzeri toprakla ortuldu.

Otuz bir tane on * on bir yas cocugu, yeni kazilmis cukurun basinda
beklesiyorlardi. Her birinin bir metre asagidaki kutunun icinde en az bir
sayfa suren "Yapamam" cumlecikleri vardi. ogretmenin de oyle.

Donna, "Kizlar, erkekler elele tutusun ve basinizi egin." diye seslendi.
ogrenciler sozune uydular. cukurun basinda halka olusturdular, elleriyle
simsiki bir bag olusturdular. Baslarini one egip beklemeye basladilar.
Donna konusmasina basladi.

"Arkadaslar, bugun burada 'Yapamamlar' anisina toplandik. Yeryuzunde
bizimle birlikteyken bir sekilde hepimizin hayatina girdi; kimimizinkine
az, kimimizinkine cok. Adi her okulda, toplanti salonunda, hatta Beyaz
Saray'da bile anildi. 'Yapamamlar'i sonsuz uykusuna gondermeye karar
verdik. Erkek ve kiz kardesleri 'Yapabilirim', 'Yapacagim' ve 'Yapiyorum'
hayatlarina devam ediyorlar. Onlar 'Yapamamlar' kadar unlu, guclu ve
kuvvetli degildirler. Belki bir gun sizin de yardiminizla dunyaya ayak
izlerini birakabilirler.

insallah, 'Yapamamlar' huzur icinde yatarlar. insanlar onlar olmaksizin
hayatlarina devam edebilirler. Amin."

Bu methiyeyi dinlerken ogrencilerin hic birinin bugunu unutamayacaklarini
dusundum. Bu aktivite oldukca sembolik bir anlam tasiyordu. Gerek
bilincten, gerekse bilinc disindan asla silinmeyecek bir beyin egzersizi
gibiydi.

"Yapamam" cumlecikleri yazmak, onlari gommek ve methiye dinlemek. Bunlarin
hepsi de ogretmenin gayretleri ile gerceklesmisti. Methiyenin sonunda
ogrencilerini etrafinda topladi ve onlari sinifa goturdu.

"Yapamamlar"in ebediyete intikalini keklerle, patlamis misirlarla ve meyve
sulariyla kutladilar. Kutlamalarin bir parcasi olarak, Donna kalinca bir
kagittan mezar tasi kesti. En uste "Yapamam"i, en alta o gunun tarihini
yazdi.

Kagittan yapilmis mezar tasi o yilin anisina Donna'nin sinifina asildi.
Nadiren de olsa ogrencilerden biri unutup, "Yapamam" dediginde Donna bunu
gosterdi. ogrenciler de boylece "Yapamamlar"in oldugunu hatirlayip, yeni
cumle kurmak zorunda kaldilar.

Donna'nin ogrencilerinden biri degildim. O benim ogrencilerimden biriydi.
Yine de o gun ben ondan omur boyu unutamayacagim bir ders aldim. simdi
yillar gecmesine ragmen, ne zaman "Yapamam" gibi bir cumle duysam,
dorduncu sinif ogrencilerinin duzenledigi cenaze merasimi gelir aklima.
Ben de ogrenciler gibi "Yapamamlar"in oldugunu animsarim.

(Jack Canfield * Mark Victor Hansen / Tavuk Suyuna corba'dan alinmistir.)








Zamanin iyi ve uretken olarak kullanimi konusunda zaman zaman kurslar
duzenleniyor. Iste bu kurslardan birinde zaman kullanma uzmani ogretmen,
cogu hizli mesleklerde calisan ogrencilerine:

* "Hadi, kucuk bir sinav yapalim" demis. Ve masanin uzerine kocaman bir
kavanoz koymus. Sonra bir torbadan irice kaya parcalari cikarmis,
dikkatle ust uste koyarak kavanozun icine yerlestirmis.
Kavanozda tas parcasi icin yer kalmayinca sormus:

* "Kavanoz doldu mu?"

Siniftaki herkes,
* "Evet, doldu" yanitini vermis.

* "Demek doldu ha" demis hoca.
Hemen egilip bir kova kucuk cakil tasi cikartmis, kavanozun tepesine
dokmus, kavanozu eline alip sallamis, kucuk parcalar buyuk taslarin
sagina soluna yerlesmisler...

Yeniden sormus ogrencilerine:
* "Kavanoz doldu mu?"

Isin sanildigi kadar basit olmadigini sezmis olan ogrenciler,
* "Hayir,tam da dolmus sayilmaz" demisler.

* "Aferin" demis zaman kullanim hocasi. Masanin altindan bu kez de bir
kova dolusu kum cikartmis. Kumu kaya parcalari ve kucuk taslarin
arasindaki bolgeler tumuyle doluncaya kadar dokmus. Ve sormus yeniden:

* "Kavanoz doldu mu?"
* "Hayir dolmadi!" diye bagirmis ogrenciler. Yine
* "Aferin" demis hoca.

Bir surahi su cikarip kavanozun icine dokmeye baslamis.
Sormus:
* "Bu gorduklerinizden nasil bir ders cikardiniz?"

Atilgan bir ogrenci hemen firlamis:
* "Su dersi cikarttik. Gunluk is programiniz ne kadar dolu olursa
olsun,her zaman yeni isler icin zaman bulabilirsiniz."

* "Hayir" demis ogretmen. "Cikartilmasi gereken asil ders su; Eger buyuk
tas parcalarini bastan kavanoza koymazsaniz daha sonra asla koyamazsiniz."
Ve tabii, herkesin kendi kendisine sormasi gereken soruyu sormus:

* "Hayatinizdaki buyuk tas parcalari hangileri? Onlari ilk is olarak
kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup
buyuk parcalari disarda mi birakiyorsunuz?"

Ya siz? Kaya parcalarina oncelik veriyor musunuz?








Aşağıdaki gerçek hikaye Kellog Business School'da (Northwestern
Universitesi) iş idaresi master öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi
profesörü arasında geçer.

Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine
kısa bir süre baktıktan sonra "Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle
karışık bir sınav yapacağız" dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından
kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan kursunun altından bir düzine yumruk
büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine
yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan
sonra öğrencilerine döndü ve "bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Öğrenciler
hep bir ağızdan "Doldu" diye cevapladılar.

Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mucir
çıkarttı. Muciri kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu
sallayarak mucirin taşların arasına yerleşmesini sağladı.

Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "bu kavanoz doldu mu?" diye
sordu. Bir öğrenci "dolmadı herhalde" diye cevap verdi. "Doğru" dedi
Profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş
tüm kum taneleri taşlarla mucirlerin arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene
öğrencilerine döndü ve "bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Tüm sınıf bir
ağızdan "Hayır" diye bağırdılar.

"Güzel" dedi Profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve
kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine
dönerek "bu deneyin amacı neydi" diye sordu.

Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün daha
ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır" diye atladı.

"Hayır" dedi Profesör, bu deneyin esas anlatmak istediği "Eğer büyük
taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir
zaman kavanozun içine koyamazsın" gerçeğidir.

Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken Profesör devam etti;
"Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz,
arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak,
başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek!

Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu
akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız
hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk
olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da
ne kendinize, ne de alıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz.
Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı
gösterir".

Profesör ders bittiği halde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta
bırakarak çıktı.









Kisa bir sure once, benden bir fizik sinavi puanlamasinda hakemlik yapmami
isteyen meslektasimdan cagri aldim. Meslektasim fizik sinavindaki bir
soruya verdigi yanit nedeniyle ogrencilerinden birine "sifir" puan takdir
etmisti. Ogrencisi de "eger puan yontemi adil olsaydi, en yuksek puani
alacagini" iddia etmekteydi.

Meslektasim ve ogrencisi sonunda verilen yaniti, tarafsiz bir hakeme
puanlatmak icin anlasmaya varmislardi. Hakem olarak da beni secmislerdi.

Arkadasimdan cagriyi alir almaz, kendisine ugradim ve sinavda sorulan
soruyu okudum: "Barometre yardimiyla yuksek bir binanin yuksekliginin ne
sekilde saptanacagini gosterin."

Ogrencinin yaniti da soyleydi: "Barometreyi alıp binanin en ust katina
cikaririz. Barometrenin ucuna bir ip baglar ve yukaridan caddeye
sarkitiriz. Tekrar ipi yukari ceker ve ipin uzunlugunu olceriz. Ipin
uzunlugu bize binanin yuksekligini verir."

Yanit cok ilginicti, fakat ogrenciye bunun icin puan verilebilir
miydi? Ogrencinin, soruyu tam ve dogru bicimde yanitladigindan, bu sorudan
tam puan almak icin guclu bir nedene sahip oldugunu anladim. Diger
taraftan ogrenciye tam puan verilecek olursa, ogrenci fizik dersinden
yuksek bir notla gececekti. Yuksek bir not ise ogrencinin fizik dersiyle
ilgili davranislari kazandiginin gostergesiydi, fakat sorunun yaniti onun
fizik bildigini ortaya koymuyordu.

Bunun uzerine ogrenciye ayni soruyu bir daha yanitlamasini
onerdim. Anlasmaya vardiktan sonra, ogrenciye soruyu yanitlamasi icin 6
dakikalik bir sure tanidim ve yanitin icinde onun fizik dersinde kazandigi
davranislari ortaya koymasi gerektigini soyledim. Bes dakika gecmesine
karsin, ogrenci hicbirsey yazmamisti. Baska bir sinifta dersimin baslamak
uzere oldugunu soyleyerek yanit vermekten vazgecip,gecmedigini
sorudum; fakat ogrencinin cevabi:

"Hayir vazgecmedim" seklindeydi.
"Bu soruya verilebilecek pek cok yaniti oldugunu, bunlardan en iyisini
secmeye calistigini" belirtti. Karistigim icin ozur dileyip, soruyu
cozmeye devam etmesini soyledim. Bir dakika sonra ogrenci yanitini verdi:

"Barometreyi binanin en ustune cikaririm ve cati katindan asagi egilerek
barometreyi birakirim. Birakir birakmaz kronometreyle zaman tutmaya
baslarim. Barometre yere carpar carpmaz kronometreyi durdurur ve "S= ½ a
t2 " (S esit bir bolu iki a t kare) formulu ile binanin yuksekligini
hesaplarim."

Bu yanit karsisinda, meslektasima devam etmek isteyip istemedigini
sordum. Meslektasim ogrenciye hak ettigi puani verecegini soyledi. Tam
yanlarindan ayrilirken ogrencinin "pek cok yaniti
bulundugunu" soyledigini hatirlayarak,diger yanitlarin neler oldugunu
sordum.

"Evet, barometre yardimiyle yuksek bir binanin yuksekligini bulmanin pek
cok yolu vardir" dedi. "Ornegin,gunesli bir gunde disari cikar, hem
barometrenin golgesini hem de barometrenin boyunu, daha sonra da binanin
golgesini olcerek, basit bir oranlamayla yuksekligini bulabiliriz."

"Cok guzel, diger yontemlerin nedir?" diye sordum.
"Cok basit bir yontem daha var ki onu siz de begeneceksiniz. Bu yontemde,
barometreyi elimize alir ve binanin merdivenlerinden en ust kata dogru
tirmanmaya baslariz. Merdivenleri tirmanirken barometrenin boyu kadar
duvarboyunca isaretleyerek ilerleriz. Daha sonra isaretleri sayariz ve
isaretlerin sayisi bize barometrenin birimi cinsinden binanin yuksekligini
verir. Bu yontem dogrudan olcmeye ornektir."

Daha karmasik bir yontem isterseniz, bunun icin barometreyi bir ipin ucuna
baglar ve sarkac gibi sallamaya baslarsiniz. Boylece en alt katta ve
binaninen ustunde "g" degerini saptayabilirsiniz. Bu iki g degerinin
farkindan ilke olarak binanin yuksekligini bulabilirsiniz."

Sonunda ogrenci sozlerini su sekilde tamamladi:
"Eger cozum icin, fizikle bir sinirlama getirmezseniz daha pek cok
yanitbulunabilir. Ornegin,barometreyi alip alt kattaki kapicinin odasina
gidersiniz. Kapiciya eger binanin yuksekligini size soyleyecek olursa
barometreyi ona vereceginizi bildirir ve binanin yuksekligini
ogrenebilirsiniz





* DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ,
* SÖYLEMEK İSTEDİĞİNİZ,
* SÖYLEDİĞİNİZİ SANDIĞINIZ,
* SÖYLEDİĞİNİZ,
* KARŞINIZDAKİNİN DUYMAK İSTEDİĞİ,
* DUYDUĞU,
* ANLAMAK İSTEDİĞİ,
* ANLADIĞI...

ARASINDA FARKLAR VARDIR


DOLAYISIYLA İNSANLARIN BİRBİRİNİ YANLIŞ ANLAMASI İÇİN
EN AZ 9 İHTİMAL VAR

SYLVIANE HERPIN





Matematikteki şu uyuma bakar mısınız? Şiir gibi..

12 345 679 x 9 = 111 111 111
12 345 679 x 18 = 222 222 222
12 345 679 x 27 = 333 333 333
12 345 679 x 36 = 444 444 444
12 345 679 x 45 = 555 555 555
12 345 679 x 54 = 666 666 666
12 345 679 x 63 = 777 777 777
12 345 679 x 72 = 888 888 888
12 345 679 x 81 = 999 999 999

12 345 679 x 999 999 999 = 12 345 678 987 654 321







Bu da matematigin baska güzel bir yani

1x1=1

11x11=121

111x111=12321

1111x1111=1234321

11111x11111=123454321

111111x111111=12345654321

1111111x1111111=1234567654321

11111111x11111111=123456787654321

111111111x111111111=12345678987654321







Kafese bes maymunu koyarlar, ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple
muzlari asarlar. Her bir maymun merdivenleri cikarak muzlara ulasmak
istediginde disaridan uzerine soguk su sikarlar. Her bir maymun ayni
denemeye giristiginde cok soguk suyla islatilir, butun maymunlar bu
denemeler sonunda sirilsiklam islanirlar, bir sure sonra muzlara
hareketlenen maymunlar digerleri tarafindan engellenmeye baslanir.

Suyu kapatip maymunlardan biri disari alinip yerine yeni bir maymun koyulur,
ilk yaptigi is muzlara ulasmak icin merdivene tirmanmak olur fakat diger
dort maymun buna izin vermez ve yeni maymunu doverler.

Daha sonra islanmis maymunlardan biri daha yeni bir maymunla degistirilir ve
merdivene ilk yaptigi atakta dayak yer, bu ikinci yeni maymunu en siddetli
ve istekli doven ilk yeni maymundur. islak maymunlardan ucuncusu de
degistirilir.

En yeni gelen maymun da ilk ataginda cezalandirilir, diger dort maymundan
yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dovdukleri konusunda hic bir
fikirleri yoktur.

Son olarak en bastaki islanan maymunlarin dorduncusu vebesincisi de
yenileriyle degistirilir. tepelerinde bir salkim muz asili oldugu halde
artik hicbiri merdivene yaklasmamaktadir.

Neden mi?
Cunku burada isler boyle gelmis ve boyle gitmelidir. Iste bu nokta sirket
politikalarinin basladigi yerdir.




HALİL AĞA GERÇEĞİ

"Gel yardım et bana Nuri... Kaçalım köşkten..."

Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı.
"Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım..."

Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan
sonunda Florya Köşkü ' nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten
kaçtılar.

Altlarında, Nuri Conker' in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu
akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece' ye doğru gidiyorlardı.

Birden Atatürk' ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye
takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları
yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep
vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.

Atatürk şoföre durmasını söyledi.

İndiler. Köylüye seslendi:

"Kolay gelsin Ağa!.."

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

"Kolay gelsin"

"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?" Köylü isteksiz
konuştu:

"Tanrı' nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı
bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."

"Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün
yok mu senin?"

"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."

"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?"

Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..."

Köylü güldü:

"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

"Kaymakama gitseydin."

Köylü iyice güldü.

"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.

Atatürk konuşmayı sürdürdü.

"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini.... Onun
işi bu değil mi?"

Köylü Atatürk' ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın
tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:

"Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük.
Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"

Atatürk sordu:

"Adın ne senin Ağa?"

"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."

"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."

"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa' ya çıkmış."

"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime
göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun.
Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa
var bilir misin?"

"Bilmez olur muyum, beyim?"

"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü' ne
iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini
dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."

"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun.

Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım
ki kodular, koskoca İsmet Paşa' mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler
ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni..."

Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.

"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi

"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne,
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."

Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.

"Sen ne diyorsun bey?" dedi.

"Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü
gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını
kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."

Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk' ten
yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına
gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün
omuzuna elini koyarak,

"Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.

"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.."

Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.

"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez.
Fakat bu, Devlet Baba' ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket
etti. Atatürk' ün canı sıkılmıştı.

"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda
Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder
vardı.

"Yahu çocuk, şu Halil Ağa' nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple
çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu
millet!.."

Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:

"Şimdi" dedi: "İstanbul' da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini
telefonla bulacaksın!..

Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile
İsmet Paşa' yı bul, onlara da haber ver." Yaver odadan çıktı.. Atatürk,
Nuri Conker' e döndü:

"Şimdi sen de arabayla çIkıp o Halil Ağa' ya gideceksin. Ona benim kim
olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana
öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir
buraya."

O akşam Atatürk' ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ' dan oluşan yirmi beş
konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi.

"Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."

Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk' ün kulağynabir şeyler söyledi.

Atatürk "Buyursun!" dedi.

Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında
oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa' nın yer aldığını görünce,
şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağ çözülmüştü. Atatürk onu görünce
ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son
konuğunu,

"Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki
konuklarına tanıttı:

"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.

Nuri Conker, Halil Ağa' yı Atatürk' ün sağ başına oturttu, kendisi de
yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'
le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa' yı, bir yanında öküz, bir yanında
merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl
kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle
dedi:

" Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben
sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini
olduğu gibi tekrarlayacak."

Halil Ağa' ya döndü:

"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin
açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra
sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada
sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen
tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:

Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok
mu senin?" Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk' ün ayağına kapanacak oldu.
Atatürk önledi:

"Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."

Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan
konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:

"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu
değil mi?" Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa' nın ancak iki metre ötesinden
kendisine bakıyordu. Nasıl desin?

Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:

"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi
duyurabilir miyiz ki..." "Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi,
dosdoğru..."

"Böyle demedik mi beyim?.."

"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri' ye. Nuri,böyle mi
dedi bize Halil Ağa?"

Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.."

"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali
neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle." Halil Ağa
kekeleyerek konuştu:

"Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam" dedi.
"Kusura kalma gayri..."

Atatürk gülmeye başladı:

"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık
sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."

Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

"Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağırı' diye bir laf kaçırmışım..."

Sofrada gülüşmeler başlamıştı.

"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"

Halil Ağa İsmet Paşa' nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."

Atatürk Halil Ağa' yı durdurdu.

"Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse,
hemen her hafta İstanbul' a geliyor, Florya Köşkü' ne iniyor, köşk de
şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde
bir çaresini bulurdu."

Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:

"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü
yanacağız!.."

Atatürk' ün sesi iyice sertleşti:

"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz.
Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."

Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:

"Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya..."

"Yalnız sağır değil, 'sağırın sağırı' değil miydi?"

Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.

Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine
getirdi.

"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne,
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"

"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir,
halimi dinler."

"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi.
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk' ün
gözlerinin içlerine bakarak konuştu.

"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"
Atatürk gülmeye başladı:

"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa
Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin,
yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını
kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'
nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk
konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

"Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla
üstelemeyeyim" dedi.

"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu
anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan,
ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler
diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen
sıvanırlar, İsviçre' den mi olur, İtalya' dan mı olur, Fransa' dan mı,
velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe' ye çevirtirler, sonra
basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi' ne... Bu Millet Meclisi
dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara
gelir.

Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca
zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir
kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa' nın
öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda
öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim
zorlaşırmıs, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar,
işitirim, tasalanırım ! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen
benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."

Halil Ağa' nın dili çözülmüştü:

"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir...

Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."

Atatürk sordu:

"Peki sen de içer misin?"

"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."

Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini
Halil Ağa' ya uzattı:

"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."

Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık
düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline
verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış , gözleri
parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak

Atatürk'e döndü:

"Yunan' ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi
bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez
ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."

Halil Ağa Atatürk' ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca
tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk' ün
ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de
başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin
ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.."

"Yemek yemedin!.."

"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."

Atatürk Nuri Conker' e işaret etti.

Conker kalkıp Halil Ağa' nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce
Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri
çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:

"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle
davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu
adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."

Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk' ten ayıramıyordu:

"Halil Ağa' nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya
da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa' nın öküzünü
satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa,
memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer
yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak
lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay
İstanbul'da geçiyor. Bunun Van' ı var, Bitlis' i var, kıyı bucak ilçesi
var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."

Derleyen: Hanri Benazus - Bütün Dünya

Kaynak: İsmet Bozdağ' ın "Atatürk' ün Sofrası"














ÇOK UZUN AMA KUSURA BAKMAYIN ARKADAŞLAR SİZLER İÇİN BUNLAR :P :P :P :P :P
 


useless84

Üye
arkadasım umarım bunları sende okumussundur cunku hepsi birbirinden guzel
 

vormound

Üye
abı cok delıler yaw... gercekten super hıkayeler...




;;)
 

folter

Üye
hepsini okudum. çok güseller. :bravoo:
 
eeANTi

eeANTi

Üye
    Konu Sahibi
ayıp ettim birader okumam mı? okudum tabi özelliklede cd ci dükkanı yokmu o ben imahvetti yaw :'(
 

buyuleyici_kiz

Üye
Hakikaten güzeller sizce çok okuyanmı bilir yoksa çok gezen mi?
 
SANCAR

SANCAR

Üye
Abi cok güzel hikayelerdi ya paylastıın için saol
 

İbo Bey

Üye
Originally posted by joker_bgli@Jul 18 2005, 12:09 AM
Hakikaten güzeller sizce çok okuyanmı bilir yoksa çok gezen mi?
[post=111821]Quoted post[/post]​
Zor bir soru :wacko: O yüzden kolaya kaçıp cevap vereceğim: ikisi de :P

Bu arada hikayeler gerçekten çok güzel ve almasını bilene harika dersler var herbirinde ;;) Bikaçını daha önce okumuştum ama tekrar okumak da güzeldi gerçekten :oke:
 
goldcrusher

goldcrusher

Üye
hepsi guzel ama bence en guzeli bu....


Matematikteki şu uyuma bakar mısınız? Şiir gibi..

12 345 679 x 9 = 111 111 111
12 345 679 x 18 = 222 222 222
12 345 679 x 27 = 333 333 333
12 345 679 x 36 = 444 444 444
12 345 679 x 45 = 555 555 555
12 345 679 x 54 = 666 666 666
12 345 679 x 63 = 777 777 777
12 345 679 x 72 = 888 888 888
12 345 679 x 81 = 999 999 999

12 345 679 x 999 999 999 = 12 345 678 987 654 321

:artı: :artı: :artı: :artı: :artı:
 
SANCAR

SANCAR

Üye
nerden buldun bunu yaa cok güzelmis
 

specialist666

Üye
abi delisin yaw nereden buldun bunları çok güzel sağol
 

P_EnIgM@

Üye
süper yaa :bravoo: nerden buldn bunu??
 
informer

informer

Üye
süpperrr
 

hasank

Üye
abi bunlar süper yavvv
 

paratoner

Üye
marifetini göstermisin yine bakam :DD
 

ringwraith

Üye
:D :D :D :lol2: :lol2:
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...


Üst Alt