Yunus Emre ( Hayatı )

Sponsorlu Bağlantılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Mali Özdemir

Mali Özdemir

Üye
    Konu Sahibi
Yunus Emre ( Hayatı )
Türk milletinin yetişdirdiği en büyük şairlerden biri olmasına rağmen hayatı hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Bu durum bi­raz da hayatının efsaneleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Onun destanı hayatı Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi'nde şöyle anlatıl­maktadır:
Hacı Bektaş-ı Velî Horasan diyarından Rûm'a (Anadolu) gelip yerleştikten sonra veliliği ve kerametleri etrafa yayıldı. Her taraftan mürid ve muhibler gelmeye, büyük meclisler kurulmaya başlandı. Fakir halli kimseler gelir, nasip alır, giderlerdi. O zaman Sivrihisar'ın şimal tarafında Sarıköy denilen yerde Yunus derler biri, gayet fakir halli olup ekincilik ederdi. Bir vakit kıtlık oldu, ekinden bir nesne hasıl olmadı. Yunus, erenlerin bu güzel vasfını işitti. Herkesin bu kapıdan boş dönmemesi dolayısıyla bir bahane ile gidip kifaf denecek kadar bir şeyler istemeyi düşündü. Eli boş gitmemek için öküzüne dağdan alıç yükleyip Sulucakarahöyük'e doğru yola koyuldu.
Karahöyük'e varınca, Hacı Bektaş-ı Velî huzuruna çıkıp "Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım ümiddir ki şu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifaf edelim" dedi. Hacı Bekteş "öyle olsun" diyerek abdallara işaret etti, alıcı alıp paylaşıp yediler. Yunus bir kaç gün orada eğlendi, gidecek olunca, Hacı Bektaş'a haber verdiler, o da sorun bakalım ne isterbuğday mı, nefes mi verelim?" dedi. Sordular, Yunus "Ben nefesi neyleyeyim, bana buğday gerek" diye cevap verdi. Yunus'un ceva­bını Hacı Bektaş'a bildirdiler. Hünkâr "Varın Yunus'a söyleyin alı­cının her tanesi için bir (iki) nefes verelim" buyurdu. Yunus dedi ki: "Ehl ü ayalim var, nefes karın doyurmaz, lutf edere buğday versin­ler, kifaf edelim." Bu sözü Hacı Bektaş'a arz eylediler. Bu defa "Varın söyleyin, alıcının her çekirdeği basma on nefes verelim" dedi. Yunus bu söze karşılık yine: " Ben nefesi neyleyeyim. Çoluğum çocuğum var, bana buğday gerek" diye ısrar etti, razı olmadı. Hacı Bektaş dilediği kadar buğday verilmesini emretti, öküzüne yüklediler.
Yunus veda edip yola koyuldu. Köyün aşağı ucunda olan ha­mamın öte başındaki yokuşu çıkınca aklı başına geldi, şöyle düşün­dü: "Vilâyet erine vardım, bana nasip sundular, alıcımın her çekir­deği başına on nefes verdiler, kail olmadım. Ne olmayacak iş ettim gafil oldum. İmdi buğday bir nice gün içinde tükenür, nefes ise ölünceye dek tükenmez, o nasipten mahrum kaldum. Geri döneyim, erenlerin eşiğine varayım, ola ki himmet ettikleri nasibi vereler." Yunus dönüp tekkeye geldi. Buğdayı öküzün arkasından indirdi. Halifeler bu hali görüp Yunus'a "Niçün geri geldün?" diye sordular. Yunus "Bana buğday gerekmez, o himmet olunan nasibi versinler" dedi. Yunus'un ahvali HacuBektaş'a arz edildi. Hacı Bektaş buyurdu ki "O iş simden sonra olmaz, biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre'ye verdik, varsın nasibini ondan alsın."
Yunus'a bunu duyurdular. Bu söz üzerine Yunus yola koyuldu, Tapduk Emre'ye geldi. Hacı Bektaş'm selâmını söyledi, vâki olan hali anlattı. Tapduk Emre " Safa geldin, halin bize malum olmuştu. Hizmet et, emek yetir, nasibini al" dedi. Yunus dedi ki: "Ne hizmet var ise yapalum."
Tapduk'un tekkesinin ardında dağ vardı. Tapduk Yunus'u dağdan odun getirme hizmetine koştu. Yunus her gün dağdan odun getirir oldu. Odunu sırtına vurup getirirdi, ve eğrisini kesmezdi. "Erenler meydanına eğri yakışmaz" derdi. Tam kırk yıl bu hizmeti gördü.
Günlerden bir gün Anadolu (Rum) erenleri Tapduk Emre'nin tekkesine geldiler. Büyük topluluk oldu, meclis kuruldu. O mecliste Yûnus-ı Gûyende derler bir kimse vardı. Yunus da orada idi. Tapduk Emre cezbelenip hallenince Gûyende'ye "Yunus söyle" dedi. Gûyende işitmedi. Tekrar "Yunus, şevkimiz var, sohbet eyle işite­lim" deui. Gûyende yine işitmedi. Üçüncüsünde de Yûnus-ı Gûyende'den haber çıkmayınca, bu sefer ikinci Yunus'a (bizim Yunus) dönüp "Yunus vakit oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini alıverdin. Sen söyle, bu mecliste sohbet eyle.Hünkâr varlığının ne­fesi yerine geldi" dedi. Yunus'un gönlü açıldı, gözlerinden perde kalktı, şevk denizine düştü.
Ağzını açıp inci ve cevahir saçtı. İlâhî hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle bir sohbet eyledi ki, işitenler hayran kaldılar. Sonra o ne söylediyse hepsini kaleme aldılar. Muteber bir divan oldu. Hâlâ mezarı Sivrihisar civarında doğduğu yere yakındır (Firdevsî-i Rûmî, Vilâyeînâme, Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî [neşr. Abdülbaki Gölpmarlı], İstanbul 1958, s. 48, 49).
Yunus Emre hakkında, buna benzer daha bir çok menkıbe ve destan mevcuttur. Onun bu destanî hayatının halk muhayyilesinde canlı ve zengin biçimde yaşamasına karşılık, delillere dayanan ger­çek hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir.
Yunus Emre, Risâletü 'n-nushiyye adlı eserinin sonundaki "Söze tarih yedi yüz yidi-y-idi/Yunus canı bu yolda fidi-y-idi" beytiyle eserini 707 (1307-1308) yılında yazdığını ifade etmektedir. Bu eser Yunus'un olgunluk dönemine ait olduğuna göre, buradan onun ya­şadığı çağ hakkında bazı ip uçları yakalamak mümkündür.
Yunus'un doğum tarihi ve yaşadığı dönemle ilgili olarak kay­naklarda farklı görüşler ileri sürülmüştür (bu görüşler için bk. Mus­tafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, I, 12-15). Kaynaklardan bazıları onu Yıldırım devri (1389-1403) şairlerinden olarak gösterirken (Mecdî, s. 78), bazıları da Yunus'un Orhan Bey ile I. Murad devirlerini idrak ettiğini kaydetmektedirler (Âşık Paşazade, Tarih [haz. Atsız], An­kara 1985, s. 193). Ancak son zamanlarda Adnan Erzi tarafından Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nde bir mecmuada bulunan ve "Vefât-ı Yunus Emre, sene 720, müddet-i ömr 82" kaydını taşıyan bir bel­geden ("Türkiye Kütüphanelerinden Notlar ve Vesikalar I, Yunus Emre'nin Hayatı Hakkında Bir Vesika", TTK-Belleten, XIV/53 (1950), s. 85-89), şairin 638 (1240-1241) yılında doğduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Onun şiirlerinde de bu tarihlerin doğru olduğu­nu gösteren beyitlere rastlamak mümkündür:
Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur
Mevlânâ sohbetinde sâz ile sohbet oldı
Arif ma'niye taldı kim biledür ferişte
Fakih Ahmed Kutbüddin Sultan Seyyid Necmüddin
Mevlânâ Celâlüddin ol kutb-ı cihan kanı
Bu ifadelerden onun Mevlânâ'nın sohbetinde bulunduğu anla­şılmaktadır. Mevlânâ'.nın 1273'te vefat ettiği dikkate alınırsa Yu-nus'un da bu sırada 33 yaşında olduğu ortaya çıkmaktadır. Yunus'un şiirlerinde zikri geçen bu şahsiyetlerin hepsi XIII. yüz yılın ikinci yarısı ile XIV. yüz yılın ilk yarısında yaşamışlardır. Böylece Yu­nus'un da aynı dönemde yaşadığı anlaşılmaktadır. Bu da Selçuklu­ların sonu ile Osman Gazi dönemlerine rastlamaktadır.
Yunus Emre'nin şiirlerinden iyi bir tahsil gördüğü, Arapça ve Farsça'yı bildiği tefsir, hadis, İslâm tarihi gibi dinî ilimleri okuduğu anlaşılmaktadır. Onun Kur'an'ı anlayacak kadar Arapça'ya vâkıf olması, Sa'dî'den ve Mevlânâ'dan tercüme yapacak kadar Farsça öğrenmiş bulunması, İslâmî ilimleri ve tasavvufî gerçekleri bilmesi,devrindeki medrese tahsilini tamamlamış olmasından mı, yoksa sözlü bir kültürden mi kaynaklanmaktadır? Bu sorular tam olarak cevaplanmasa da Yunus'un bir öğrenimden geçtiği muhakkaktır. Nitekim şiirler bunun açık bir ifadesidir:
Mescidde medresede çok ibadet eyledüm
Işk odma yanuban andan hâsıla geldüm
Benüm gibi mücrim kul var iste bir dahi bul
Dilümde ilm ü usûl dilegüm dünyâ sever"
O devrin en önemli ilim ve kültür merkezinin Konya olması, Yunus'un şiirlerinde bir kaç yerde Konya adının geçmesi ve Mevlânâ ile görüşüp onun "görklü nazarından" feyiz aldığını söyle­mesi, tahsil merkezinin Konya olduğu ihtimalini kuvvetlendirmek­tedir.
Yunus Emre'nin edebî kişiliğinin en önemli ve başarılı yönünü kullandığı dil oluşturur. Yunus Emre, XIII. yüz yıldan itibaren Anadolu'da gelişmeye başlayan yazı dilinin ilk devresini oluşturan ve Eski Anadolu Türkçesi diye adlandırılan safhasının en büyük temsilcisidir. Dili son derece güzel kullanıp işlediği ve geliştirdiği için bu devrenin oluşmasında ve Türkçe'nin bir yazı dili halinde te­şekkül etmesinde en büyük rolü oynamıştır.
Yunus Emre Oğuzca'ya dayalı Anadolu Türkçesi'nin bir yazı dili olarak kuruluşuna hizmet ederek Türkçe'nin edebî dil haline gelmesinde önemli rol oynadı. Yunus Emre, bu edebî dilin geliş­mesinde tek basma değildir. Mevlânâ, Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza gibi şairler, Sultan Veled, Dehhânî, Gülşehrî, Hoca Mesud, Âşık Paşa gibi şahsiyetlerin de Anadolu'da gelişmeye başlayan bu yazı dilinin kuruluşunda büyük emekleri olmuştur.
Yeni edebi dil oluşturulurken temeli halk diline ve sözlü edebiyat geleneğine dayandırıldığından, Yunus'un kullandığı dil de za­manında herkesin konuştuğu dildir. İnancı, yaşayışı, dünya görüşü vb. bakımlardan Anadolu insanının bir parçası olan Yunus'u dili bakımından halktan ayrı düşünmek imkânsızdır. Bu bakımdan ya­şayan dilde var olan ve halkın rahatça anlayıp kullandığı pek çok Arapça, Farsça kelime Yunus Emre tarafından da kullanılmıştır. Ancak bunlar oransız değildir. Üstelik Yunus bu kelimeleri alıp kullanırken onları Türkçe'nin şekil ve ses âhengine tâbi kılmıştır. Böylece halkın ağzındaki lisanı almış, onu daha da zenginleştirip geliştirerek sonraki nesillere aktarmıştır. Bu yüzden şöhreti geniş bir salıaya yayılmış, Türk insanı onu severek okumuş ve hâlâ da oku­maya devam etmektedir.
Risâlet’n-Nushiyye:707 (1307-8) yılında aruzun "mefâilün mefâilün feûlün" kalıbıyla yazılmış didaktik bir mesnevidir. 600 beyitten oluşan risalede baş kısımda 13 beyitlik "fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıyla yazılmış bir giriş bulunmaktadır. Bu girişten sonra kısa bir mensur kısım yer almakta, mensur kısımdan sonra ise mes­nevinin esas bölümlerine girilmektedir. Eser altı bölümden oluş­maktadır. Bunlar ruh ve akıl, kibir ve kanaat, busu (öfke) ve gazap, sabır, buhl (cimrilik) ve haset, gaybet, bühtan.
XIV. yüz yıl mesnevi edebiyatımızın ilk örneklerinden olan Risâletü'n-nushiyye'de dil, üslûp, anlatım üstün bir çizgide olmakla birlikte, aruzla yazılmış olmasından kaynaklanan bazı aruz hataları­na da rastlanmaktadır. Ayrıca, didaktik (öğretici) bir nitelik taşıma­sından dolayı, Yunus'un öteki şiirlerinde görülen lirizm bunda yok­tur.
Yunus Emre'nin Divanının bütün yazmalarında yer alan eseri, Abdülbaki Gölpınarlı önce tenkitli metin halinde neşretmiş (İstanbul 1943), daha sonra sadece Fatih nüshasını nesre çevirerek yayımla­mıştır (Yunus Emre, Risâletü'n-nushiyye ve Divan, İstanbul 1965). En son Mustafa Tatçı, eserin beş nüshaya dayalı olarak tenkitli metnini yayımlamıştır. (Risâletü'n-nushiyye, Tenkitli Metin, Ankara 1991).
Divan: 400 kadar şiir ihtiva etmektedir. Fakat Yunus'a isnat edilen şiirlerin sayısı daha fazladır. Buna da sebep kendisinden sonra "Yunus" mahlash başka şairlerin de gelmiş oılmasıdır. Bu bakım­dan Yunus ların şiirleri birbirine karıştırılarak ve Yunus Emre'ye ait olmayan pek çok şiir ona ait gösterilerek divanın hacmi büyütül­müştür. Böyle olunca Yunus Ernre'ye ait gerçek şiir sayısını tesbit etmek de güçleşmektedir.
Yunus, şiirlerinde hem hece hem aruz vesnini kullanmıştır. He­cenin bütün şekillerine rastlanmakla birlikte, aruz vezniyle olanlar daha ziyade gazel kaside şeklindedir. Bunlar da çoğu zaman mu-sammat tarzında olup beyitler ikiye bölündüğünde kıta şekline gir­mektedir.
Yunus Emre Divanı eski harflerle bir kaç defa yayımlanmıştır (Divân-ı Âşık Yûnus, İstanbul 1302, 1320, 1327, 1340). Ancak bunlar Yunus Ernre'ye ait olmayan pek çok şiirin yer aldığı sağlıklı olmayan neşirlerdir. Yunus Emre Divanının yeni harflerle ilk defa Burhan Toprak üç cilt halinde yayımlanmıştır. (İstanbul 1933-1934; daha sonra iki cilt [İstanbul 1945] ve tek cilt olarak da [İstanbul 1953] neşretmiştir. Ancak bu neşir ilmî olmaktan ziyade Yunus Emre'nin tanınıp sevilmesinde yararlı olmuştur. Yunus Divanı'nm ilk ilmî neşri Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılmıştır. (Yunus Emre Divanı, İstanbul 1943). Fakat, devrin dil özellikleri göz önünde bulundurulunca, bu yayının bir çok hatalı tercihler ve yanlış okumalar ihtiva ettiği görülmektedir. Mamafih Gölpmarlı, sonradan yeni bir bakış açısıyla, bu defa nüsha farklarını göstermeksizin, Risâletü 'n-nushiyye ile birlikte divanın daha sağlıklı bir neşrini ger­çekleştirmiştir. (Yunus Emre, Divan, Risâletü'n-nushiyye, İstanbul 1965). Yunus Emre'nin şiirlerini, kendi devrinin dil özelliklerine göre en doğru biçimde tesbit edip, onları bir filolog gözüyle değerlendirip neşre hazırlayan araştırmacı ise Faruk K. Timurtaş olmuştur (Yunus Emre Divanı, İstanbul 1972). Gerçekten de bu neşirde Eski Anadolu Türkçesi'nin dil özellikleri aynen korunduğu gibi, divan­daki şiirlerin sıralanışı da klasik tertibindeki şekliyle muhafaza edilmiştir. Bu yayında Yunus'a ait 192, öbür Yunus'a ait 15 şiir bulunmaktadır. Daha sonraki baskılarında (Ankara 1980, 1986, 1990) şiir sayısı biraz daha arttırılarak Yunus'un 324, öbür Yu-nus'un (Âşık Yunus) ise 37 şiirine yer verilmiştir. Ancak ilk baskıda «Yunus Emre'nin olarak gösterilen bazı şiirler, sonraki baskılaıJa Âşık Yunus'a ait olarak değerlendirilmiştir.
Bunlardan başka Yunus Emre'nin şiirleri pek çok kişi tarafından yayımlanmıştır. Bu yayınlar daha çok Gölpınarlı'nın neşriyle Ti­murtaş'in çalışmasına dayanmaktadır. Son zamanlarda Yunus Emre hakkındaki en derli toplu çalışmayı Mustafa Tatçı yapmıştır. Yunus Emre Divanı, İnceleme, Tenkitli Metin (Ankara 1990) adını taşıyan bu çalışma iki ciltten oluşmaktadır. Birinci cilt, Yunus'un hayatı, sanatı eserleri ve divanın tahlilinden, ikinci cilt ise tenkitli metin ve sözlükten meydana gelmektedir. Müellif on dört ayrı yazma divan ve mecmualardaki şiirleri karşılaştırarak sağlam bir divan metni or­taya koymaya çalışmıştır. Bu neşirde 415 şiir yer almaktadır
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Benzer Konular



Üst Alt