Tarihin İlk Suikastçılar Ordusu - Haşhaşiler ve Hasan Sabbah

Sponsorlu Bağlantılar

El Hadimi

El Hadimi

Üye
    Konu Sahibi
Tarihin İlk Suikastçılar Ordusu - Haşhaşiler ve Hasan Sabbah



Tanım
8. yüzyılda İsmaililiğin Nizarî kolundan çıkan bu topluluğun 15. yüzyıla dek faaliyetlerini sürdürdükleri sanılmaktadır

Kapalı bir topluluk olan haşhaşiler radikal bir din akımının takipçileri olarak ortaya çıktılar. Suikasti, Eyyubilere, Selçuklulara ve Abbasilere Tapınak Şövalyelerine Haçlılara karşı siyasi yaptırım aracı olarak kullandılar. Ayrıca üçüncü haçlı seferi sırasında haçlılara ve tapınak şövalyelerine de suikast yapmışlardır. Avrupa dillerine Haçlı Frankları tarafından taşınan assassin sözcüğünün kökeni haşhaşindir(Vikipedi)

Kurucuları Hasan Sabbah'tır.. Kurulduğu şehir İran'ın Kazvin diyarı olup Merkezi Hasan Sabbah'ın "Kartal Yuvası" diyerek tabir ettiği Alamut Kalesidir..





Kuruluş


Hasan Sabbah'ın Biyografisi




Hasan Sabbah (1054-1124), Nizârî-İsmailî Devleti‘nin kurucusudur. Büyük Selçuklu Devleti’nin baş edemediği örgütü ve eylemleriyle dehşet saçmış, aralarında meşhur Nizamülmülk’ün de bulunduğu devletin ileri gelenlerini, kendilerine özgü metotlar ve suikastlarla öldürtmüştür. Kurduğu örgütü ve kendine bağlı adamları bağlılıklarıyla dikkatleri üzerlerine çekmişlerdir. Selçuklular kendisi ile mücadeleyi devlet politikası haline getirdikleri halde yaşadığı süre boyunca onunla baş edememişlerdir. Risâle-i Nur’da, Afyon Mahkemesi’nde savcının iddianamesi vesilesiyle ismi anılmaktadır. Künyesi Hasan bin Ali bin Muhammed bin Cafer bin Hüseyn bin Muhammed es-Sabbah şeklindedir.

Hasan Sabbah’ın 1054 tarihinde Kum kentinde doğduğu rivayet edilmektedir. Eserinde verdiği bilgilerle, soyunu Yemen’de hüküm sürmüş olan Himyeri krallığına dayandırmıştır. İfadelere göre babası Yemen’den Küfe’ye göç etmiş, buradan Kum ve Rey şehrine geçmiştir. Ancak, Himyeri asıllı olduğu iddiası tartışmalıdır. Bunun dışında Rey şehrinde doğduğunu nakledenler de vardır.


Hasan, ilk derslerini babasından aldı. Baba, oğlunun eğitimiyle yakından ilgilendi. İlmi birikimi olan babası kelam, mantık, felsefe, fıkıh ve riyaziyat alanında önemli bilgileri kendisine verdi. Hasan’ın, Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizamülmülk ile arkadaş olduğu ve aynı hocadan ders aldıkları tarzındaki bilgiler, söz konusu şahısların doğum tarihleri göz önüne alındığında yakın bir ihtimal olarak görülmemektedir. Bu bilginin dışında, arkadaş oldukları halde sonradan aralarının bozulduğu, Hasan Sabbah’ın Nizamülmülk’ün desteğiyle sarayda görev aldığı da nakledilmektedir.


Yaşı ilerledikçe ilme merakı artan Hasan, eğitim amacıyla Rey şehrine gitti. Ailesinin etkisiyle, Şiiliğin İmamiyye itikadına bağlı olmakla birlikte, daha sonra Fatımî müntesiplerinin etkisiyle İsmailiyye mezhebine bağlandı. Bir süre sonra Rey şehrinden ayrılarak İsfahan’a gitti. Burada iki yıl kadar kaldı. Daha sonra Azerbaycan, Musul, Sincar, Meyyafarikin (Silvan), Rahbe, Dımaşk, Sayda, Sur ve Akka şehirlerini gezdi. Akka’dan Mısır’a geçti. Kahire’de Fatımî halifesi ile görüştü. Halife kendisine yakın ilgi gösterdi. Bu arada dolaştığı beldelerde İsmaili itikadını yaymaya çalıştı.


Hasan Sabbah, Fatımî Halifesi Müntazır Billah’tan sonra gelişen veliaht tayin işlerine müdahale etmeye kalkışınca yöneticilerle arası açıldı. Hasan Sabbah, ölen halifenin yerine oğlu Nizar’ın geçmesini istiyor ve İmamet’in bu soydan devam etmesi gerektiğini savunuyordu. Oysa ki Nizar, babasının yerine halife olamadı. Onun yerine küçük kardeşi Müsta’li halife oldu. Hasan Sabbah ve müntesipleri halife adayı olarak Nizar’ı isteyip destekledikleri için kendilerine “Nizârî”-İsmailî denmeye başlanmıştır.

Hasan Sabbah ise, yaptığı muhalefetten ötürü önce tutuklandı, arkasından da ülkeden çıkartıldı. İskenderiye üzerinden deniz yoluyla Mısır’dan ayrıldı. 1081 yılında İsfahan’a vardı. İran’ın muhtelif şehirlerini dolaşarak yıllarca Batınilik‘i yaymaya çalıştı. İran’ın kuzey taraflarındaki dağlık bölgelerde yaşayan ve devletten bağımsız, kendi başlarına buyruk olan savaşçı bir kavimle yakın temasa geçti. Adamları vasıtasıyla giriştiği faaliyet sonucu buradakileri kendine bağlamayı başardı. Bu arada bölgede yaşayan halkı da önemli ölçüde etkiledi.


Hasan Sabbah’ın faaliyetlerinden önce, Şii Fatımî Devleti ile Abbasi halifeliğine taraftar ve destekçi olan Selçuklu Devleti arasında siyasi ve fikri mücadeleler meydana gelmişti. Ancak, askeri üstünlüğe sahip olan Selçuklulara karşılık bu alanda mücadele veremeyen Fatımîler mağlup olup toprak kaptırmışlardı. Fikri alanda üstünlük kurmak isteyen Fatımîler, propaganda yoluyla karşı mücadele vermek için Darü’l-Hikme adlı kurumları oluşturmuş ve buradan yetişen kişileri Selçuklu topraklarına gönderip kendi fikri düşüncelerini yaymaya çalışmışlardır. Buna karşılık Selçuklu yönetimi de Nizamiye medreselerini kurmak suretiyle fikri yönden de onlara karşılık vermiştir. Hem askeri hem de fikri yönden başarılı olamayan Fatımî Devleti’nin Büyük Selçuklu Devleti ile mücadele edebilmesi için söz konusu faaliyetlerinden farklı yeni bir yöntem gerekmekteydi.


Hasan Sabbah’ın uygulamış olduğu mücadele tarzı hem diğerlerinden farklıdır hem de Selçuklular üzerinde daha fazla etki yapmıştır. Hasan Sabbah’ın mücadelesinde ve uyguladığı yöntemlerde başarılı olmasının ve devletin güvenliğini bozmasının en önemli sebeplerinin başında, Selçuklu Devleti’nin yapısını iyi bilmesi, zayıf ve kuvvetli yanları hakkında iyi bir fikre sahip olması gelmektedir. İyi eğitimli ve akıllı biri olan Hasan Sabbah, sahip bulunduğu bu bilgileri üzerine yeni metodunu inşa etti.


Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasi ve sosyal düzenini hedef alan Hasan Sabbah’ın mücadele metotlarının orijinal yönleri şu şekilde sıralanabilir:

  • Selçuklu Devleti’nin muhalifi olan Fatımî Devleti’nin yürüttüğü mücadele dışardan bir müdahale idi ve bununla mücadele etmek daha kolaydı. Hasan Sabbah ise mücadeleyi Selçuklu ülkesine taşımıştır. Dolayısıyla içerden yapılan bu yeni duruma karşı Selçuklu yönetiminin yaptığı mücadelenin başarı şansı, öncesine göre çok daha zor olmuş ve Hasan Sabbah ile girişilen uzun süreli mücadele başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
  • Hasan Sabbah’ın ülke içinde yaptığı mücadele metodu da farklı olmuştur. Öncelikle alınması zor kaleler elde edildikten sonra buralara yerleşilmiş ve Hasan Sabbah’ı ele geçirmek imkansız hale gelmiştir.
  • Hasan Sabbah ve müntesiplerinin başvurduğu yeni bir yöntem de suikast ve suikastlarda kullanmış oldukları hançerleme olayı olmuştur. Kendilerine karşı mücadele veren, gelişmelerine engel olmaya çalışan Selçuklu Devleti’nin askeri ve sivil idarecilerini, “fedai” adlı kimselerin suikastlarıyla hançerleyerek öldürmeleri yoluna gitmişlerdir. Dolayısıyla bu hareketleriyle, doğrudan devletin düzenini yıkmayı hedeflemişlerdir. Ancak, bu saldırılarında Selçuklu hanedanını hedef almamış olmaları da dikkat çekmiştir.

Kendine bağladığı güçlerle devlet için tehlike teşkil etmeye başlayan Hasan Sabbah’ın faaliyetleri Selçuklular tarafından dikkatle izleniyordu. Son gelişmeler üzerine Nizamülmülk, Hasan Sabbah’ın tutuklanması emrini verdi; ancak bu mümkün olamadı. Sabbah, önce Kazvin’e ve oradan da meşhur Alamut Kalesi‘ne giderek buraya yerleşti. Alamut Kalesi’ni karargah yaptı. Akabinde 1090 yılında Nâzirî-İsmaili Devleti’ni kurdu. Sığındığı kalenin ele geçirilmesini önlemek için yeni savunma tedbirleri aldı ve uzun süre kendilerine yetecek miktarda yiyecek stokunu sağladı.

Hasan Sabbah, bir süre daha Fatımilerle ilişkisini devam ettirdi. Fatımiler ikiye ayrıldıktan sonra imam olarak Nizar’ı destekledi ve adına hutbe okuttu. Kendi akidesini müritlerine öğretmeye başladı. Kendilerine karşı olanların öldürülmesinin dini bir vazife olduğu inancını aşıladı. Müritlerinin eğitimini kendisi üstlendi. Bunların eğitim ve öğretime tabi tutulmalarından çok, imamın rehberliğini ön plana çıkardı. İmamların masumiyetinden hareketle, her devirde bunların rehberliğine ihtiyaç olduğu, dini meseleler için aklın yeterli olmadığını, Allah’ı iyi tanımak için imamların yardımına gereksinim olduğunu bildirdi.


Dine davet eden ve “dai” olarak adlandırılan adamları vasıtasıyla faaliyetlerini sürdürdü. İnsanları etkilemek için farklı yöntemlere başvurdu. Böylece Batınilik Hasan Sabbah’ın şahsında yeni bir kimlik kazandı. Dailer önceleri insanları, masum imam adına davet ederken, yeni bir gurup ortaya çıkmaya başladı. Sabbah’a bağlı bu gurup “Haşşaşin” adıyla anılmaya başlandı.

Liderlerine olan bağlılıkları haşiş (esrar) içmiş gibi gözü kapalı kabullenmeden ötürü bu isimle adlandırıldıkları belirtildiği gibi, gerçekten de bunlara söz konusu uyuşturucunun verildiği de iddia edilmiştir.


Hasan Sabbah’ın adamlarına Cennet vaat ettiği ve bu Cenneti dünyada da yaşamaları, mutluluğu tatmaları için esrar içirttiğive bu yolla her türlü emrini yerine getirttiği ifade edilmektedir. Dini mahiyetten çok siyasi bir örgüt gibi çalışarak, fikirlerini zorla kabul ettirme yoluna gitti. Çıkardıkları olaylarla insanlar arasında dehşet saçmaya başladı. O zamana kadar görülmemiş bir tarzda, devletin en üst kademesinde bulunanlara varıncaya kadar, kendilerine özgü metotlarla suikast girişiminde bulunuldu.


Alamut’u aldıktan sonra, Fatımî Devleti’nin halifesi değil de desteklediği Nizar adına hutbe okutan Hasan Sabbah, Mısır ile olan alakasını tamamen kesti. Suikastlarda kullandırttığı hançeri adeta dini bir vecibe haline getirdi. Kurmuş bulunduğu yeni ekol de Nizârîlik olarak anılmaya başlandı. Hasan Sabbah, kurucusu bulunduğu ve temsil ettiği Batınî akidesine bağlı Nizârî-İsmailî hareketinin yayılması, daha kolay anlaşılması ve kabul edilmesi için, esasları bizzat kendisi tespit edip uygulamaya sokmasıyla da yeni bir eylem icra etmekteydi. Bu özelliği ile de orijinal bir hareket olarak telakki edildi.
Hasan Sabbah’ın Büyük Selçuklu Devleti’nin merkezine pek uzak olmayan Alamut kalesini alması, burayı ele geçirmek için yaptığı dikkat çekici faaliyetler, onun planlı ve bilinçli hareket ettiğini de göstermekteydi.

Alamut kalesi Selçukluların elinde olup Sultan adına korunmakta idi. Mısır’daki Fatımî idarecileriyle arası bozulan ve İran’a dönen Hasan Sabbah, 1081 yılından itibaren kaleyi eline geçirmek için, bütün faaliyetlerini bu amaç için yürüttü. Amacına ulaşmak için civar bölgelere gönderdiği dailer vasıtasıyla taraftar kazanmaya yöneldi. Halkı kendi tarafına çekmeye çalıştığı gibi, bölgede bulunan kale komutanlarını da kendi tarafına çekmek için yoğun bir şekilde çalıştı. Bu çalışmaların neticesinde Alamut kalesi komutanını elde etmeye muvaffak oldu.

Alamut kalesine girmeyi başaran Hasan Sabbah, çok kısa bir süre sonra kale komutanını kovdu. (1090) Ayrıca, başka bir kale komutanını da elde etmek için yüklü miktarda dinar gönderdiği ve adeta kaleyi satın aldığı da nakledilmiştir. 1090 yılında Hasan Sabbah’ın eline geçen, Selçuklular tarafından bir türlü ele geçirilemeyen, 1256 yılındaki Moğol istilası ve işgaline kadar elde tutulan Alamut kalesi, Batınî hareketinin merkezi haline geldi. Dışardan müdahalelerle alınması adeta imkansız sarp bir bölgede bulunan savunmaya çok elverişli bu kaleyi, çok önceden Hasan Sabbah’ın almayı tasarladığı büyük bir ihtimal dahilindedir.


Hasan Sabbah’ın faaliyetlerinin Selçuklular tarafından takip ve izlenmesi, Alamut kalesinin alınmasından sonra değil, aksine çok daha öncesinden başlamıştır. Hasan Sabbah ve yandaşlarının faaliyetlerini düzeni bozucu olarak kabul eden Selçuklu idaresi, bunları şiddetle takip etmiş ve en sert tedbirleri almaktan da geri kalmamıştır. Buna rağmen, Hasan Sabbah, Selçuklu Devleti’nin en güçlü olduğu bir dönemde; zekası, planlı hareketi ve teşebbüs yeteneğiyle en sarp kaleyi almaya muvaffak olmuş ve böylece kendisi ile yapılacak mücadeleyi zorlaştırmıştır.


Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah’ın faaliyetlerini yakından takip ettirmiş ve yazmış bulunduğu “Siyasetnâme” adlı eserinde de konuyu işlemiştir. Eserinde, Hasan Sabbah’ın zararlı faaliyetlerine dikkat çeken ünlü vezir, Batınî hareketine de geniş yer vermiştir. Siyasi yönden tedbir almaya çalışan devlet, bu şekilde fikri yönden de tedbir alma yönüne gitmiş, Sünni anlayışa aykırı bu cereyana karşı fikri yönden de mücadele vermiştir.


Hasan Sabbah’ın yakalanması ve etkisiz hale getirilmesi için Rey şehri idarecisine emir veren Nizamülmülk, 1081 yılından itibaren kendisini takibata aldırdı. Takip edildiğini bilen Hasan Sabbah, yakalanmamak için sürekli yer değiştirdi, şehirden şehre dolaşarak izini kaybettirmeye çalıştı. İlk başlarda devlet idaresi, sadece Rey şehrine emir göndermekle yetinmiş, diğer vilayetlere yakalanması emri vermemişti. Hasan Sabbah, bir taraftan devletin takibatından kurtulmaya çalışırken, diğer taraftan da gittiği yerlerde propagandasını yapmaktan da geri kalmadı. Böylece, yakalanması için alınan tedbir yeterli olmadığı gibi, Sabbah’ın faaliyetlerini yaymasına da engel olunamadı.


Alamut kalesine yerleşen Hasan Sabbah, burayla yetinmedi. Yine Alamut gibi sarp kaleleri ele geçirmek için teşebbüslerde bulunurken savunma tertibatlarını da arttırdı. Selçuklu yönetimi, ilk önce olayı devlet problemi olarak ele almamış, bölgede ikta sabihi olan Yoruntaş’ın vereceği mücadeleyle iktifa etmişti. Yoruntaş, Alamut kalesini uzun süre baskı altında tutmuş, burada yaşayanları büyük sıkıntılara maruz bırakarak ümitlerini bazen yitirme noktasına kadar getirmiş, birçok kişiyi öldürmüş ve mallarını yağma etmişti. Bütün bu baskılara rağmen Hasan Sabbah teslim olmamış ve adamlarıyla birlikte dayanmaya devam etmiştir.


Hasan Sabbah, elinde bulundurduğu Alamut kalesini teslim etmeyerek güneydeki Kuhistan bölgesine el attı. Özellikle halktan elde ettiği taraftarlarla siyasi ve sosyal düzen için büyük tehlike oluşturmaya devam etti. Durumun giderek ciddiyet arz ettiğini gören Selçuklu Sultanı Melikşah, olayı devlet meselesi olarak ele almaya başladı. Arslantaş adlı komutanına görev veren Melikşah, Kuhistan bölgesinde bulunan Batınîleri yok etmesini istedi. Olay, böylece ilk defa kapsamlı bir şekilde ele alınmış oldu.


1092 Mayıs ayında Alamut kalesini kuşatmaya başlayan Arslantaş da bir netice elde edemedi. Çevre kalelerden elde ettiği kuvvetlerle bir gece baskını düzenleyen Hasan Sabbah, Selçuklu komutanını mağlup ederek onu geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu arada Kuzistan bölgesinde de Kızıl Sarıg adlı Selçuklu komutanı Batınîlere karşı harekete geçmişken Melikşah’ın vefat haberi üzerine savaşlar durmuştur. Böylece Selçuklu Devleti’nin giriştiği bu faaliyetler de sonuçsuz kalmıştır.


Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ölümü ve bu arada İslam dünyasına yönelik başlayan Haçlı seferleri, Hasan Sabbah’ın daha da güçlenmesine uygun bir ortam sağlamıştır. Hasan Sabbah ve Batınî hareketine karşı harekete geçen diğer bir Selçuklu Sultanı Mehmed Tapar’dır. Sultan, iktidara geldikten sonra ilk seferini Isfahan üzerine gerçekleştirmiş, civar bölgelerde bulunan Batınîler üzerine yürümüştür. Sultan, Batınîlerin elinde bulunan Şahdiz kalesini almaktan öte bir başarı elde edememiştir. Bu hareket sırasında, Batınîler sekiz yıl boyunca kuşatma altında tutulmuş, kalelerin çevresinde ektikleri mahsuller yok edilmiştir. Yine Alamut kalesi üzerine harekete geçen Enuştekin Şir-gir, kaleyi tam ele geçireceği sırada Sultan Mehmed Tapar’ın ölümünü haber almış ve ordusu dağılmıştır. Böylece bu hareket de sonuçsuz kalmıştır.


Hasan Sabbah’ın adamlarıyla mücadele, Melikşah tarafından devlet politikası haline getirilmiş, ilmi noktada mücadeleyi sağlamak için Nizamiye medreseleri vasıtasıyla Sünniliğin takviye edilmesine ve batıl inançlarla bu şekilde mücahede yoluna gidilmesine çalışılmış ise de, Hasan Sabbah’ın faaliyetleri durdurulamamış, suikastlarına de engel olunamamıştır.


Sultan Sancar döneminde de Batınîlik’e karşı mücadele devam etmiştir. Ancak, Sancar tahta çıkmadan evvel Batınîlere karşı göstermiş olduğu cesareti ve hareketliliği, Sultan olduktan sonra gösterememiştir. Sancar’ın sultan olduktan sonra Batınîlere karşı daha pasif bir politika izlemesi ve üzerlerine şiddetle gitmemesi şu şekilde izah edilmiştir:


Selçuklu sultanının kendisine karşı harekete geçmesinden korkan Hasan Sabbah, buna engel olmak için harekete geçmiştir. Sultan’ın sarayına kadar sızan Hasan Sabbah, Sultan’ın hizmetinde çalışan bir kadını elde etmeye muvaffak olmuştur. Söz konusu kadın aracılığıyla, bir gece Sultan Sancar’ın yatağının başına bir hançer saplatmıştır. Eylemi gerçekleştirdikten sonra, Sultan’a haber yollayarak kendisine muhabbeti olduğunu, aksi takdirde o hançeri yumuşak göğsüne saplamanın daha kolay olduğunu belirtmiştir. Bu olayla bağlantısı kesin bir şekilde bilinmemekle birlikte, daha sonraki dönemde, Batınîlerle mücadelenin gevşediği ciddi bir şekilde gözlemlenmiştir. Ayrıca, Sultan’ın, Hasan Sabbah ve adamlarına karşı müsamahalı davrandığı Abbasi halifesi tarafından dile getirilmiş ve eleştiri konusu yapılmıştır.


Hasan Sabbah ve sonrasında Batınîlerin eylemleri devam etmiş, kendilerine muhalif olan, karşı mücadele için hareket emri veren devlet idarecilerine karşı suikastlara devam edilmiş ve hemen hemen bir çoğu öldürülmüştür. Böylece, devlete karşı siyasi ve askeri bir hareket yerine, ferdi eylemler halinde gerçekleşen gizli suikastlarla amaçlarını gerçekleştirme yoluna gitmişlerdir.


Hasan Sabbah’ın başını çektiği Nâzirîlerin suikastlarla gerçekleştirdikleri eylemlerde ilk kurban; kendilerine karşı hem askeri hem de fikri yönden mücadele vermiş bulunan ünlü vezir Nizamülmülk olmuştur. Suikastın gerçekleştiriliş şekli, önceden planlandığını akla getirmiştir. Selçuklu sultanından sonra en önemli makamda bulunmakta olan Vezir’in huzuruna, bir dilekçe verme bahanesiyle, sufi kılığında bir şahıs girmiştir. Kendisinden şüphelenilmeyen Batınî akideli şahıs, sözde dilekçeyi vereceği sırada veziri hançerleyerek öldürmüştür. (1092)


Batınîlerin ilginç bir şekilde öldürdükleri Selçuklu vezirlerinden birisi de Kaşanî‘dir. Çünkü, Kaşanî kendilerine karşı mücadele vermiş ve onları zor durumda bırakmıştır. Veziri ortadan kaldırmayı üstlenen iki fedai, vezirin atlarının barındırıldığı tavlasına hizmetçi olarak girmişlerdir. Bunlar sözde atların seyisi olarak çalışmaya başlamışlar ve dindar geçinerek göze girmeyi başarmışlardır. Vezirin güvenini kazanmayı başaran fedailer için fırsat, Nevruz dolayısıyla doğmuştur. Sultan Sancar’a Nevruz vesilesiyle hediye edeceği atı seçmek üzere ahıra giden Vezir, atları gözden geçirdiği sırada bu fedailer tarafından yine hançerlenerek öldürülmüştür.


Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklularda taht kavgaları başlarken, haçlı seferlerinin düzenlenmesiyle birlikte Müslümanların yaşadığı bazı bölgeler istilaya uğramıştır. Bu yeni durum Hasan Sabbah’ın işine yaramıştır. Fırsatı değerlendirerek faaliyetlerine hız vermiş, önemli bazı kaleleri ele geçirmek suretiyle konumunu güçlendirmiştir. Bu arada propaganda faaliyetlerine de hız vermiş, ayrıca, Selçuklu ordusuna sızmak suretiyle taht kavgalarına fiili olarak dahil olmuştur.


Hasan Sabbah’ın adamlarının toplum içine saldıkları korku sonucunda, din ve devlet adamlarını herkesin gözü önünde öldürmeleriyle devletin ileri gelenleri elbiselerinin altına zırh giymeden sokağa çıkamaz olmuşlardır. Selçuklular ve Hasan Sabbah arasındaki mücadele uzun süre devam etmiş, bazen netice alınacak duruma gelinmişse de sonrasındaki gelişmeler yüzünden, Alamut Kalesi elde edilemediği gibi, Hasan Sabbah da ele geçirilememiştir.
Hasan Sabbah ve adamları, siyasi rakiplerini öldürmekle yetinmeyerek, bütün cemiyeti etkileyecek bir faaliyetin içine girmişlerdir. Kurulu siyasi ve sosyal düzeni çökertmek için tepedekileri hedef almışlar ve halkı da kendi taraflarına çekmek için özellikle inanç noktasında yoğun bir propagandayı yürütmüşlerdir. Halkı ikna etmeye çalışırken kendi akidelerini aktarırken gerektiğinde halka karşı da zor kullanmaktan ve şiddete başvurmaktan çekinmemişlerdir.


Batınî hareketinin en büyük zararı; toplumun Batınî olanlar ve olmayanlar şeklinde iki düşman kampa bölünmesine neden olmasıdır. Taraftar olanlar devlet idaresi tarafından, karşı olanlar da Batınîler tarafından her an öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Devlet yönetimi, görüldükleri yerde Batınîleri öldürme politikasını güderken, Batınîler de kendilerine karşı olan herkesi ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir.


Halk arasında ikilik meydana geldiği gibi, Devlet teşkilatında da büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Gerek sivil gerekse askeri teşkilat içinde belli makamlara gelmek isteyenler, rakiplerinin ayağını kaydırmak ve kendilerine ortam sağlamak için, söz konusu kişileri Batınî olmakla itham etmişler ve bunların Devlet gücüyle ortadan kaldırılmalarına zemin hazırlamışlardır. Buna benzer bir gelişme Kirman Selçukluları’nda yaşanmıştır. Batınî olmakla itham edilen, dönemin din ve ilim çevrelerince azline hükmedilen hükümdarları İranşah tahtını kaybettiği gibi, arkasından da öldürmek suretiyle hayatını kaybetmiştir.


Bütün bu gelişmeler Selçuklu Devleti‘nin siyasi ve içtimai hayatını alt üst etmiş ve önemli ölçüde istikrarsızlığa yol açmıştır. Alınan tedbirler istenilen amacı gerçekleştirememiş, daha sonraki dönemde halkın devlet ile birlikte eyleme geçmesi, Batınîlerin toplu bir şekilde öldürülmeleriyle neticelenmiştir.
Hasan Sabah, 1124 yılına kadar Alamut Kalesini elinde tutmaya ve faaliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir. Birçok bilim dalında önemli birikime sahip olması, teşkilatçılığı, kurduğu düzenli örgütü ile dehşet saçan bir duruma gelmiştir. 1124′de Alamut Kalesinde ölmüştür.


Buraya kadar Hasan Sabbah’ın çok büyük zararlara sebep olduğu, toplumun sosyal ve siyasi düzenini sarstığı aktarıldı. Ancak, bütün bunların yanında; söz konusu iddiaları reddeden ve özellikle günümüzde Hasan Sabbah’ı büyük bir kahraman olarak ileri süren aleviler de mevcuttur.


Hasan Sabbah’ı hatırlatan ilginç bir gelişme ise, Bediüzzaman‘ın yargılanması sırasında yaşanmıştır. Bediüzzaman’ın maruz kaldığı ilginç olaylardan bir tanesi Afyon savcısının iddiasıdır. Bediüzzaman ömür boyu Peygamber Efendimizin sünnetini ihya etmeye, bizzat bunu hayatına tatbik ederek yaşamaya çalışmasına, Sünnilik konusunda büyük hassasiyet göstermesine rağmen savcının iddiasına akıl erdirmek mümkün değildir. Çünkü, iddiaya göre, Hasan Sabbah Ehl-i Sünnet’e karşı giriştiği siyasi faaliyetiyle nasıl siyasi sarsıntıya yol açmışsa, Bediüzzaman da benzer bir siyasi sarsıntı meydana getirmek istemektedir. Savcının bu asılsız iddialarına karşılık Bediüzzaman, mahkemeye verdiği savunmasında, kendi şahsına yönelik on beş sayfadan oluşan iddianameye, iddiacının seksen bir yanlışını ortaya koyarak karşılık vermiştir. (Şualar, 1994, s. 351-369
Abdünnasır Yiner)

*******



Tarihi Bir Kesit - Amin Maaluf adlı yazarın semerkant kitabından..

Alpaslan 1071 yılında Malazgirt savaşıyla Bizanslıları bozguna uğrattığı zamanlarda İran Sultan’ı Nasır Han’ın kızından dokuz çocuğu vardı. Fakat bu akrabalık ilişkileri kimseyi aldatmaz; Alpaslan’ın bir gözü, Acem krallığının en önemli kentlerinden biri olan Semerkant’taydı. Bizanslılar karşısındaki zaferinden sonra Semerkant’a bir korku düşmüştü, çünkü sıranın kendilerine geldiğini biliyorlardı. Aslında ilk sıra hep bu kentteydi; Semerkant, Buhara ve İsfahan kentleri o dönemde tüm dünyanın hem kültür, hem bilim, hem ticaret merkezleriydi. Alpaslan sadece, Bizanslılarla takıştığı için rotasını değiştirip Anadolu’ya gitmişti. Şimdi asıl önemli olan kente doğru sefer başlamıştı.


Ancak Semerkant seferi Alpaslan’ın ölümüne neden olacaktı çünkü yol üzerindeki bir kale kuşatmasında direniş gösteren Harzemli Yusuf, kıyafeti içine sakladığı bir hançerle onu öldürdü. Alpaslan bu direnişçinin kim olduğunu merak edip onu huzuruna çıkarmasaydı durum farklı olurdu kuşkusuz. Yusuf, Alpaslan’ın huzuruna iki büklüm çıkartılmış ama gururlu Yusuf, kendisine efemine deyince Alpaslan sinirlenip okuna davranmış, fakat sinirinden eli titrediği için olsa gerek hedefi tutturamayınca Yusuf hızlı davranıp Alpaslan’ı hançerlemeyi başarmıştı.

Alpaslan dünyanın en büyük devlet adamlarından biri olarak adını tarihe yazdırabilecekken onun bu özelliği hem ününe hem hayatına mal oldu. Dokuz çocuğuna rağmen, kadınlara az ilgi gösterir diye düşmanları tarafından isim takılmıştı ve efemine tavırları yüzünden, haklı ya da haksız, bu ünü, henüz başlayan parlak saltanatına bir anda son verecekti.

Alpaslan’ın beklenmedik ölümü Semerkant’ta bayram havası yarattı. Acemlerin Sultan’ı Nasır Han, çok sevinmekle beraber sevindiğini gösteremiyordu çünkü karısı, Alpaslan’ın kızıydı. Selçuklu krallığına bir taziye heyeti hazırladı. Bu taziye heyetinde Ömer Hayyam’da bulunuyordu. Taziyeleri kabul eden Alpaslan’ın büyük oğlu Melikşah onyedi yaşındaydı ve ziyaretçilere nasıl davranması gerektiğini, “ata” diye hitap ettiği Nizamülmülk ona söylüyordu.

Nizamülmülk’ün bir düşü vardı: En güzel, en zengin, en istikrarlı, en iyi korunan devleti kurmak istiyordu. Her eyaletin, her kentin, içinde Allah korkusu olan, adil, vatandaşlarının şikayetlerine kulak veren yöneticilerce yönetilmesini istiyor, kurt ile kuzunun yanyana su içebileceği bir devlet düşlüyordu. Taziye kabulunda Ömer Hayyam’ın kulağına onu yanına beklediğini söylemişti çünkü Nişapurlu Ömer’in gökbilimci, matematikçi, tıp bilimcisi olarak sınırları aşmış bir ünü vardı ve Nizamülmülk’ün düşlediği devlette ona ihtiyaç vardı. Nizamülmülk, ondan, günümüzde istihbarat teşkilatı olarak adlandırabileceğimiz bir sistemi kurmasını istemişti. Fakat Ömer Hayyam kendisine verilen teklifin kendisine uygun olmadığını, yolda tanıştığı genç arkadaşının bu vasıflara daha çok uygun düştüğünü söyleyerek Rey’li genç arkadaşı Hasan’ı Nizamülmülk’e önerdi.

Hasan Sabbah, Nizamülmülk’ten iş istemek için yola koyulduğunda böyle bir mevki aklında yoktu kuşkusuz. Ancak yolda bilgelerin bilgesi Ömer Hayyam’la karşılaştığında Tanrı’nın kendi yanında olduğunu anlamış olmalı; hele ki Nizamülmülk’ten istihbarat teşkilatı kurması için görev verildiğinde kendisinin seçilmiş biri olduğuna inancı tamdı.

Hasan Sabbah büyük Acem krallığının düşünü kuruyordu ve krallıkta Nizamülmülk gibi Türklere uşaklık yapan Acem döneklerin hiç yeri yoktu. Yıllar sonra, kendiside Melikşah’ın Selçuklu Devletinde hizmet alan bir Acem döneği olmakla kendini suçlayacaktı. Ama o sırada düşündüğü bu değildi. Melikşah’la yaşıttılar; on sekiz yaşında iki iyi arkadaş oldular. Hükümdarı kazanmak önemliydi. İlk iş olarak Nizamülmülk’ü devre dışı bırakmaya çalışması, kendi sonunu hazırladı. Nizamülmülk ondan daha tecrübeli biriydi kuşkusuz; Hasan hazine konusunda üzerine aldığı bir işi “raporumu tamamladım” diyerek Melikşah’ın karşısına çıktığı vakit elinde tuttuğu sayfalarda tam bir tutarsızlık ve karmaşa gördü çünkü birlikte çalıştığı adamların Nizamülmülk tarafından aleyhte kullanılması çok kolaydı. Melikşah Nizamülmülk’ten kuşkulanamazdı; Hasan Sabbah’ı ölümle cezalandırdı ancak o dakikada hükümdarı sürgün cezasının yeterli olacağına ikna ederek Hasan Sabbah’ı ölümden kurtaran yine Ömer Hayyam oldu. Kaşan kentindeki konakta ilk tanışmalarında Hasan mevcut tüm kitapları ezberden okuyan ve kendisini etkilemiş bir bilgindi; kendi eliyle Selçuklulara getirdiği, arkadaşlık ettiği birinin ölümüne razı olmazdı.

Hasan sürgünden yedi yıl sonra kendine essasin (aslolan; gerçekçi) diyerek Acem krallığında bir derviş olarak ortaya çıktı. Nasır Han ölmüş yerine oğlu Ahmet geçmiş ve Hasan’ın bilgeliğinden etkilenmişti. Selçuklulara ise Melikşah ile veziri Nizamülmülk hükmetmeye devam ediyordu. Nizamülmülk için Hasan’ın ortaya çıkışı açık bir tehditti. Kendi istihbaratı ona Hasan’ın yakalanmasının an meselesi olduğunu söylüyordu ama Hasan hiçbir zaman ele geçirilemiyordu. Bu sayede hem Hasan’la karşı karşıya gelme fırsatını yakalamış olacak hem de Semerkant’ı Hasan’ın sapkın düşüncelerinden kurtaracaktı. Ancak Melikşah’ın karısı Terken Hatun, önünde bir engeldi. Terken Hatun, Semerkant’ı yöneten Nasır Han kardeşiydi ve şimdi başta olan Ahmet’te onun yeğeniydi.
Nizamülmülk’ün Terken Hatun’a, Hasan’ın Ahmet’i kandırdığını ve sefere çıkması gerektiğini söylemesi inandırıcı olmazdı; çareyi Hasan ile Ahmet’in sıkı arkadaş olduklarını gizlemekte buldu. En iyisi bu arkadaşlığı gizlemek ve onların birbirlerine düşman olduklarını söylemekti çünkü Terken Hatun kardeşinin soyunun Semerkant’ta hüküm sürmesinin Selçuklu saray kadınları arasında kendine yarattığı ayrıcalığın farkındaydı ve bu avantajı kaybederse Selçuklulara varis olarak kendi oğlunu bırakması güçleşirdi; Melikşah’a sefere çıkmasını ve yeğeni Ahmet’i Hasan’dan kurtarması gerektiğini kendisi söyledi. İki haftalık savaştan sonra Nizamülmülk’ün oyunu ortaya çıktı ve Selçuklu hanedanı ile arasındaki ilişki onarılmaz bir biçimde bozuldu. Hasan ise bu olaydan önemli bir ders alarak ucuz kurtulmuştu; artık hükümdarları kazanmaya çalışmayacaktı. Bundan böyle onların tam karşısında olacaktı. Dünyanın ilk terör örgütü Essasinler böylece kuruldu.

Hasan’ın, dünyanın ilk istihbarat teşkilatını yönetmiş biri olarak, bu terör örgütü için idari tecrübesi vardı, insanları etkileme ve yöneticilik derslerini sürgünde olduğu yıllarda Kahire’deki El Ezher medresesinde almıştı.Kısa zamanda kendilerine “dinin gerçekçileri” diyen essasinler, hükümdarların, valilerin, kadıların ölesiye korktukları bir örgüt oldu. Karşılarında hissettikleri ise sadece çaresizlikti. Çünkü essasinler ölmekten korkmuyorlar, eylemden sonra hiçbir yere kaçmıyorlardı. Bu yüzden onların haşhaşla kafayı bulmuş olduklarına inandılar, Hasan’ın bu adamları haşhaşla kontrol altında tuttuklarını söylediler. Bu terör örgütüne Haşhaşinler dediler.

Haşhaşinlerin lideri, Hasan Sabbah adıyla kendinden sonraki kuşaklara bile korku salmaya devam etti. Oysa Haşhaşinlerin haşhaş kullandığı iddiası yalandı. Hasan Sabbah Nizamülmülk’e ikinci kez yenildikten sonra, artık Selçuklu ve Acem krallıklarında gizlenme ihtiyacı duymamış; kartal yuvasını andıran sarp kayalıklardaki Alamut kalesini alarak kendilerine üs edinmişlerdi. Hasan Sabbah bu kaleden tüm Acem ve Selçuklu hükümdarlarına korku salmaya devam etti. Bu örgütün üyeleri eylem yapacağı kişiyle arkadaş olurlar, onların dilini şivesine kadar önceden çalışırlar, hiç dikkat çekmezler ve en umulmadık zamanda hançerini çıkartıp öldürürlerdi. Böylesine planlı bir çalışma ve ölüme karşı duyulan özlem, haşhaşla değil; inançla açıklanabilirdi. Haşhaşinlerin çok bağnaz bir imandan başka uyuşturucuları yoktu. Hasan Sabbah, kalesinde içki ve müzik dahil her türlü eğlenceyi yasaklamış biriydi. Kalesinden hiç çıkmaz tüm zamanını kendi hazırladığı, doğunun en eşsiz kütüphanesinde geçirirdi. İstihbarat kaidelerince kalesini yönetirdi ve cezaları açık ve sertti. Yalan yanlış bilgileri bile derhal cezaya bağlardı. Haklarındaki ihbarlar yüzünden iki oğlunu öldürmüştü. Dinsizlikle suçlana oğlunun ikiyüzelli yandaşını öldürtmüş ve diğer ikiyüzelli yandaşınıda arkadaşlarının cesetlerini sırtlarında taşıtarak kaleden kovmuştu.

Nizamülmülk ise Selçuklu Hanedanıyla arası açıldıktan sonra “Siyasetname” sini yazmaya koyulmuştu. Kitabını yetiştirmeye çalışıyordu çünkü Bağdat seferine katılması gerekiyordu. Nizamülmülk o günlerde rüyasında peygamberi gördü. Peygamber rüyasında şöyle demişti ona: “Sen İslam’ın temel direğisin; kendi ölüm tarihini seçme hakkını sana veriyorum.” O da “Ben Melikşah’ın doğduğunu, bana baba dediğini bilirim, onun ölümünü bana gösterme” diyerek yanıt verdi. Peygamberde bunun üzerine Melikşah’dan kırk gün önce öleceğini kendisine müjdeledi. Nizamülmülk bu rüyayı Melikşah’a anlattığında belki Melikşah bu tehditten yılmış olabilir ama Terken Hatun, planı çoktan yürürlüğe koymuştu. Nizamülmülk Alpaslan’dan bu yana Selçuklu Hükümdarlığının temel direği olmuştu ve ülkeyi ikiye bölecek kadar güçlüydü. Terken Hatun onu açıkça öldüremezdi. Bunun için Hasan Sabbah’ı kullanmaya karar verdiler. Nizamülmülk’ü bir Haşhaşin Bağdat seferi sırasında hançerledi. Haşhaşin kaçmadı doğal olarak, oracıkta onun da boğazını kestiler. Nizamülmülk Bağdat Seferinin kendi ölümü için hazırlandığını bilecek kadar tecrübe sahibiydi ama umursamıyordu çünkü mide kanserinden dolayı günleri sayılıydı ve de siyasetnamesini bitirmişti. Bu kitap batı dünyası için Macciavelli’nin Prens’i neyse, doğu içinde öyle olacaktı.

Nizamülmülk’ün adamları sözünde durdular ve Melikşah’ı kırk gün içinde zehirleyerek öldürdüler. Melikşah kendinden önceki tüm Türk sultanlar gibi hükümdarlık için varis bırakmadı. Terken Hatun’un üç oğlu vardı. İlk iki oğlunu sırayla Melikşah’a varis seçtirmişti ama bu çocuklar anlaşılamaz nedenlerle öldüler. Terken Hatun’un üçüncü oğlu henüz bir yaşında olduğu için Melikşah diğer saray kadınlarının baskısıyla bu bebeği varis ilan edememişti. Melikşah’ın hayatta kalan büyük oğlu Berkyaruk başa geçti. Terken Hatun Berkyaruk’u öldürmek için yeterince vakit bulamadı; adamları Berkyaruk’u esir aldıklarında kendiside Nizamülmülk’ün adamları tarafından öldürülmüştü.

Hasan Sabbah Alamut kalesinde 80 yaşında öldüğü vakit, varis bıraktığı imam onun odasına girmeye korkmuştu. Bu korku öylesine güçlüydü ki iki kuşak sonrasında bile Alamut’taki tüm yasaklar sanki Hasan Sabbah hayattaymış gibi devam ediyordu. Ancak üçüncü kuşak veliahtı kurtarıcı ilan edebildiler. Bu veliaht kendisinin beklenen kurtarıcı olduğunu söyleyerek Alamut tahtına çıktı ve artık imtihan zamanının dolduğunu, tüm yasakların kalktığını, şeriat zamanının bittiğini ve artık cennet zamanına geçildiğini söyleyerek Haşhaşin tarikatına son verdi. Peşisıra Moğol istilası başgösterdi. Alamut Kalesine, Semerkant’a, İsfahana’a, Buhara’ya, tüm bu kentlerin zenginliğine, kültürüne, kütüphanelerine son veren, Cengiz Han’ın yakıp yıkan Moğol istilası oldu.

********



 


gutihaz1

gutihaz1

Üye
moğollar o dağ başındaki kaleye giremeyince alttan tüneller kazıp bol miktarda patlayıcı ile kaleyi havaya uçuruyorlar
 
Murat Alper

Murat Alper

Moderator
:tşk:
 
Invoke

Invoke

Üye
Selçukluyu çok uğraştırmışlar.

- - - Eklendi - - -

moğollar o dağ başındaki kaleye giremeyince alttan tüneller kazıp bol miktarda patlayıcı ile kaleyi havaya uçuruyorlar

Hülagü Han :pro:
 


Üst Alt